﴿ اَلْهَادِي - اَلْمُضِلُّ ﴾

HÂDÎ - MUDİL

Her iki ismin anlamları pek açıktır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

Hiç şüphe yok Allah, iman edenleri dosdoğru yola yöneltip-iletmekte­dir.[1]

Yol gösterici ve yardımcı olarak Rabb’in yeter.[2]

Her iki isim, Kur’an-ı Kerîm’in birçok yerinde fiil olarak da geçmektedir. Bunun yanında aynı anlamı ifade eden birçok âyetler de bulunmaktadır. Bu âyetlerden bir kaçı şöyledir:

Allah, kimi hidayete eriştirmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar; kimi de saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar.[3]

Eğer Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet kılardı; ancak O, dilediğini saptı­rır, dilediğini hidayete erdirir. Yapmakta olduklarınızdan muhakkak sorula­caksınız.[4]

Biz hiç bir peygamberi, kendi kavminin dilinden başkasıyla gönderme­dik ki, onlara apaçık anlatsın. Böylece Allah, dilediğini şaşırtıp-saptırır, diledi­ğini hidayete yöneltip-iletir.[5]

İmam Malik “Muvatta” adlı eserinde Abdullah b. Zübeyr’den Hz. Peygamber’in şöyle söylediğini nakleder: “Şüphesiz Allah, hidayete erdiren ve fitneye düşürüp saptırandır.”[6]

İbn Arabî der ki: “Bil ki, selef-i salihin fiillerden isimler, isimlerden de fiil­ler türetmişlerdir. Sizlerde onlara uyun ki, doğruyu bulursunuz. Âlimlerimiz hidâyetin iki türlü olduğunu söylerler. Birincisi, yol göstermek, davet etmek ve uyarmak anlamındadır. Bu anlamda hidayet, peygamberlerin temel gö­revlerinden biridir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

Sen, yalnızca bir uyarıcısın. Her milletin bir yol göstereni vardır.[7]

Şüphesiz sen, dosdoğru olan bir yola yöneltip-iletiyorsun.[8]

Bu âyetler, peygamberlerin insanlara doğru yolu gösterdiklerini, onları buna davet ettiklerini ve uyarıda bulunduklarını ispat etmektedir.

Hidâyetin ikinci anlamı ise, desteklemek, korumak ve başarılı kılmaktır. Bu tür hidayet yalnız Allah’a mahsustur. Hiçbir varlığın bu hidayet türünde bir etkisi yoktur. Yüce Allah, Ebû Talip hakkında Hz. Peygamber’e şöyle bu­yurmuştur: “Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete eriştiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete eriştirir; O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir.[9] Bu anlama göre hidayet, kalplerde imanı yaratmak anlamına gelmektedir. Bu ise yalnız Allah’ın emrinde olan bir durumdur. Şu âyet bu anlama işaret emektedir: “İşte onlar, Rablerinden olan bir hidayet üzeredirler.[10] Allah bu âyette “Nefislerinden olan bir hidayet üzeredirler” dememekte aksine “Rable­rinden olan bir hidayet üzeredirler” buyurmaktadır. Böylece Mu’tezile ve diğer fırkaların iddia ettiği gibi hidâyetin insandan değil, kendi katından kay­naklandığını vurgulamaktadır. Allah, bu kimselerin iddialarından beri ve yü­cedir. Bu anlamıyla hidayet, Allah’ın fiilî sıfatları arasında yer alır.”

Hidayet, doğru yola irşad etmek ve doğru planı açıklamak anlamına da gelir.

Ebü’l-Muâlâ der ki: “Hidayet, mü’minlere cennet yollarını ve bu yollara ileten yolları göstermek anlamına da gelebilir. Aşağıdaki âyetler bu anlama işaret etmektedir: “(Allah) kesin olarak onların amellerini boşa çıkarmaz. Onları hidayete erdirecek ve onların durumlarını düzeltip-ıslah edecektir.[11], “Onları cehennemin yoluna yöneltip götürün.[12] İbn Abbas anlatıyor. Hz. Peygamber hutbeye şöyle başlardı: “Şüphesiz hamd, yalnız Allah’a mahsus­tur. Biz de O’na hamd eder ve O’ndan yardım dileriz. Allah kime hidayet ederse, artık onu saptıracak yoktur. Kimi de saptırırsa, artık onu hidayet ka­vuşturacak yoktur.”[13] Yüce Allah, hidâyetle ilgili olarak başka âyetlerde şöyle buyurmaktadır: “Şimdi sen, kendi hevasını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbi üzerine mühür vurduğu ve gözü üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir?[14], “Allah, kime hidayet verirse, işte hidayet bulan odur, kimi de saptırırsa onun için asla doğru-yolu gösterici bir veli bu­lamazsın.[15] İbn Abbas, “Eğer dilemiş olsaydık, gözlerinin üstüne bastırır-kör ederdik…[16] âyetini “Eğer dileseydik onları hidâyetten saptırırdık; bu durumda nasıl hidayet bulurlardı?” şeklinde açıklamıştır. Bir başka rivâyette ise, “Onları kör edip hidâyeti görmemelerini sağladık” şeklinde açıklamıştır. Yine İbn Abbas, “Allah, kimin fitne(ye düşme)sini isterse, artık onun için sen, Allah’ın karşısında hiçbir şey yapamazsın[17] âyetini “Allah kimi saptırmak isterse, onun için Allah katında sen bir şey yapamazsın” şeklinde açıklamıştır.

Rivayet edildiğine göre Ebû Cafer el-Medainî, Süfyan-ı Sevrî’ye “Allah, kimi hidayete eriştirmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar; kimi de saptır­mak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar.[18] âyetinin ne anlama geldiğini sordu. Süfyan-ı Sevrî: “O, Allah’ın içe (kalbe) attığı bir nurdur. Göğüs onunla açılır ve huzur bulur” diye cevap verdi. Ona: “Peki, onu bilecek bir alamet var mı?” diye soruldu. Süfyan-ı Sevrî: “Evet. Ebedî yurda yönelmek, bu aldatıcı dünyadan yüz çevirmek ve ölüm gelmeden evvel ona hazırlık yapmaktır” dedi. Bu manada bir hadis, munkatı’ (kopuk) bir senetle Hz. Peygamber’den de rivayet edilmiştir.[19]


 

[1]      Hac, 54.

[2]      Furkan, 31.

[3]      En’am, 125.

[4]      Nahl, 93.

[5]      İbrahim, 4.

[6]      Malik, “Muvatta”, 1729.

[7]      Ra’d, 7.

[8]      Şûrâ, 52.

[9]      Kasas, 56.

[10]     Bakara, 5.

[11]     Muhammed, 4-5.

[12]     Saffat, 23.

[13]     Müslim, 868.

[14]     Casiye, 23.

[15]     Kehf, 17.

[16]     Yasin, 66.

[17]     Maide, 41.

[18]     En’am, 125.

[19]     Kurtubî, a.g.e., 1/ 379.