Tevbeye Teşvik

İmam Kurtubî der ki: “Tevbe etmenin her an her müslümana farz olduğu ko­nusunda bütün İslâm âlimleri tartışmasız ittifak etmişlerdir. İman etme ko­nu­sunda ittifak ettikleri gibi… Yüce Allah, mü’minlere tevbe etmeyi şöyle em­retmektedir:

Hep birlikte Allah’a tevbe edin ey mü’minler, umulur ki felah bulursu­nuz.[1]

Tüm insanlığın efendisi Hz. Peygamber günde en az yüz kere Allah’a tevbe ve istiğfar ettiğine göre; gaflet ehli kimselerin hâli nice olur acaba? Ona ve insanların en hayırlıları olan ashabına, “Andolsun Allah, peygamberin, muha­cirlerin ve ensârın üzerine tevbe ihsan etti. [2] denilmesine rağmen böyle davranmaktaydılar. Tevbe âdeta onlarla özdeşleşmişti, Onlar, seç­kin ve ma­rifet ehli kimselerdi. Onların sahip oldukları bu üstünlüklere sahip olma­yan, onlara benzemeyen kimselerin acaba daha fazla tevbe etmeleri gerek­mez mi? Seviyesi ne olursa olsun her kul, tevbe etme ihtiyacı duyar. Çünkü gü­nah işlemekten ve hata yapmaktan uzak değildir. Allah tevbe etme­yenleri şöyle nitelemektedir:

Kim tevbe etmezse, işte onlar, zalim olanların ta kendileridir.[3]

İman, kendisinden önce işlenen günahları silip yok ettiği gibi, tevbe de kendi­sinden önce işlenen günahları silip yok eder. Allah tevbe edenler hak­kında şöyle buyurur:

Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amellerde bulunup davranan başka; işte onların günahlarını, Allah iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayan­dır, çok esirgeyendir. Kim tevbe eder ve salih amellerde bulunursa, gerçekten o, tevbesi (ve kendisi) kabul edilmiş olarak Allah’a döner.[4]

İman ve tevbe, her ikisi de kalple ilgili amellerdir. İman, kul, Allah’a tam tes­lim olmadıkça, O’nun emir ve yasaklarına uymadıkça tamamlanmadığı gibi tevbe de, günahları terk etmedikçe tamamlanmaz. Tevbe, imanın bir parçası­dır. Tevbenin de gizli ve açık amelleri bulunmaktadır. Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: “Eğer onlar tevbe edip namazı kılarlarsa ve zekâtı verirlerse, artık onlar sizin dinde kardeşlerinizdir. [5]

Burada tevbeden sonra yapılması gereken ameller olarak namaz ve zekat özellikle vurgulanmaktadır. Çünkü bu her iki amel, İslâm dininin en önemli te­mel direkleridir. Tevbe edenlere vacip olan, Allah’ın bütün emirlerini yerine ge­tirmek ve bütün yasaklarından kaçınmaktır. Tevbe eden bir inkarcının hükmü budur. Tevbe eden mü’minin hükmü ise, yaptığı günahları içi ve dı­şıyla, açık ve gizli amellerle telafi etmesidir. Gizli ameller pişmanlık, korku ve bir daha günaha dönmeme kararlılığıdır. Açık ameller ise, günahların türüne göre değişmektedir. Bu tür ameller, emir ve yasaklar olarak ifade edilen ameller­dir. Bunların bir kısmı söz veya fiillerle telafi edilebilirken bir kısmı da telafi edilemez.

Ancak bilmelidir ki, bilgisizlikle, kasten veya sehven işlenen hiçbir günaha tam bir kararlılıkla dönmemek, tevbenin temel esasını oluşturur. Bu yüzden her ne sûretle işlenmiş olursa olsun günahtan tevbe etmek farzdır. Seh­ven, yanlış­lıkla ve istemeyerek herhangi bir kayba neden olmuşsa bunu telafi et­mesi ve hak sahibine bu kaybın tazminatını vermesi gerekir. Yüce Allah şu âyet­lerle bu hükme işaret etmektedir:

Bizim âyetlerimize iman edenler sana geldiklerinde, onlara de ki: “Se­lâm olsun size. Rabb’iniz rahmeti kendi üzerine yazdı ki, içinizden kim bir ceha­let sonucu bir kötülük işler sonra tevbe eder ve (kendini) ıslah ederse kuşku yok, O, bağışlayandır, esirgeyendir.[6]

Sonra gerçekten Rabb’in, cehalet sonucu kötülük işleyen, sonra bunun ar­dından tevbe eden ve ıslah olanlar (la beraberdir). Şüphe yok, senin Rabb’in bundan sonra bağışlayandır, esirgeyendir.[7]

Bu her iki âyet Mekke döneminde nazil olmuştur. Medine döneminde na­zil olduğu ittifakla kabul edilen şu âyette hüküm aynen tekrarlanmıştır:

Allah’ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötü­lük yapanların, sonra hemen ardından tevbe edenlerin kidir. İşte Allah, böyleleri­nin tevbelerini kabul eder. [8]

Bütün bu âyetlerde Yüce Allah, bilgisizlik nedeniyle veya sehven işlenen bir kötülükle oluşan kaybın telafi edilmesini ve kayıp sahibine tazminatın ödenme­sini zorunlu kılmaktadır. Özellikle eğer hatanın şartları yerine gel­mişse hüküm daha da kesinleşir. Böyle bir tevbeden sonra Allah’ın bağışla­ması, bir zorunluluk olarak değil; ihsan ve keremiyle gelmektedir. Çünkü ya­ratılanın yaratan üzerinde bir zorunluluk ve mecburiyeti yoktur.

Şunu bil ki, her günahtan tevbe edilebilir. Tevbe eden günahkâr kul, sanki hiç günah işlememiş gibi olur. Ancak şeytana aldanan, onun gibi inkara sa­pan, bilerek yalan söyleyen ve bunu terk etmeyen hıristiyan ve yahudi bilgin­ler gibi İblis’in peşinden giden kimseler tevbe etmezler. Fakat bunlardan tevbe edenlerinde tevbeleri kabul olur. Allah Teâlâ, tevbelerin ne zamana ka­dar ve kimin tevbesinin kabul edileceğini Nisa sûresinin şu âyetinde bize ha­ber vermektedir: “Kötülükleri işleyip dururken, ölüm kendisine geldiği za­man; “şimdi tevbe ettim” diyenler ile kâfir olarak ölenlerin tevbesi makbul değil­dir. İşte onlara elem verici azap hazırlamışızdır. [9] Bu âyetin de işaret et­tiği gibi tevbeler, ölüm anına kadar kabul edilmektedir. Yani can çekişen ve ar­tık kesin olarak öleceği bilinen kimsenin tevbesi kabul olmaz. Allah, bunu şu âyette açıkça belirtmektedir:

Onlar bizim dayanılmaz azabımızı gördükleri zaman, dediler ki: “Bir olan Allah’a iman ettik ve O’na şirk koşmakta olduğumuz şeyleri de inkar et­tik.” Ama bizim dayanılmaz azabımızı gördükleri zaman, imanları kendile­rine hiç bir yarar sağlamadı. [10]

Kısaca bireysel olarak her insanın, can çekişme anı gelmeden yapacağı tevbe kabul olunur. Genel olarak herkes için tevbe, Hz. Peygamber’in haber verdiği ve Kur’an’ın işaret ettiği alâmetler ortaya çıkmadıkça kabul olunur. Müs­lim’in Ebû Hüreyre’den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Allah, güneş henüz batıdan doğmadan önce tevbe eden kimsenin tevbesini kabul eder.”[11]

* * *


 

[1]     Nur, 31.

[2]     Tevbe, 117.

[3]     Hucurât, 11.

[4]     Furkan, 70-71.

[5]     Tevbe, 11.

[6]     En’am, 54.

[7]     Nahl, 119.

[8]     Nisa, 17.

[9]     Nisa, 18.

[10]    Mü’min, 84-85.

[11]    Müslim, 2703. Geniş bilgi için bkz. Kurtubî, a.g.e., 1/415-417.