Yine Süleyman Ateş’in zinâ cezâsı hakkindaki yorumunu teferruatlıca iktibas edelim: Terim olarak “recm” zinâ eden kimseleri, yarı beline kadar soyup toprağa gömdükten sonra cemâatin taş atarak onu öldürmesi demektir.
Âlûsî, Nûr sûresi 2. âyetin, kendisinin mütevâtir sünnet -dediği, aslında kişi haberi- ile neshedildiğinin kesin olduğunu söylüyor ve bunu kabul etmeyenleri cehâletle suçluyor. Aslında bu cehâlet değil; gerçeğin tesbitidir. Mesele, şimdinin sorunu da değildir. Daha ilk asırda bunu kabul etmeyenler vardır. Recmi kabul etmeyen Hâricîler bunu uygulayan Ömer ibn Abdulaziz’i ayıplamışlardır. Dahası da var: Belki de recmi, birçok meselede olduğu gibi, Peygamber’in uyguladığı cezâları ağırlaştıran Hz. Ömer uygulamıştır. Ondan dolayı recmin, neshedilen bir âyetin yürürlükte kalan hükmü olduğu rivâyeti ona bağlanmıştır. Fakat öyle anlaşılıyor ki Kur’an’da olmadığı halde recmi uygulamasına itiraz edenler olmuştur ki onun şöyle dediği rivâyet edilir: “Korkarım ki, bir zaman gelir de ‘Biz Allah’ın Kitabında recm diye bir şey bulmuyoruz’ derler de, Allah’ın indirdiği bir farzı terk etmekle saparlar. Biliniz ki recm, evli olduğu halde zinâ eden ve suçu da delil, gebelik veya itiraf ile sâbit olan kimseye uygulanması gereken bir cezâdır.” (Buhârî, Fedâilu’l-Kur’an 3, 4; Kitâbu’l-Mesâhif 6-7)
Ebû Dâvud’un rivâyetine göre Ömer (r.a.) hutbedeki konuşmasında şöyle demiş: “Yüce Allah muhammed (s.a.s.)’i hak ile gönderdi ve ona Kitabı indirdi. Ona indirilen arasında şu recm âyeti de vardı: ‘Eş-şeyhu ve’ş-şeyhatu izâ zeneyâ fe’rcumûhumâ elbettete nekâlen minallah, v’allahu azîzun hakîm: İhtiyar erkek ve kadın zinâ ettiklerinde Allah’tan bir cezâ olarak ikisini de recmediniz. Allah azizdir, hakîmdir.’ Biz bunu okuduk, belledik... Şimdi zamanla ‘Ömer Kitaba ilâve yaptı’ denecek olmasaydı bu âyeti Mushaf-ı Şerîfin kenarına yazardım.” (Ebû Dâvud, Hudûd 16) demiş.
Rivâyetlerden birine göre de Zeyd ibn Sâbit: “Biz Kur’an’da ‘Eş-şeyhu ve’ş-şeyhatu izâ zeneyâ fe’rcumûhumâ elbettete: İhtiyar erkek ve kadın zinâ ettiklerinde ikisini de recmediniz’ âyetini okurdu” demiş. Orada bulunan Mervân: “Öyle ise o âyeti Mushaf’a yazsana!” demiş. Diğer bir rivâyete göre Ahzâb Sûresi 73 âyet değil; Bakara Sûresi kadar uzun imiş ve içinde ‘Eş-şeyhu ve’ş-şeyhatu izâ zeneyâ fe’rcumûhumâ elbettete nekâlen minallah, v’allahu azîzun hakîm: İhtiyar erkek ve kadın zinâ ettiklerinde Allah’tan bir cezâ olarak ikisini de recmediniz. Allah azizdir, hakîmdir.’ Âyeti varmış (İbn Mâce, Hudûd 9; Dârimî, Hudûd 16; Muvattâ’, Hudûd 10; Ahmed bin Hanbel, V/132, 183)
Ebûbekir (r.a.) zamanında Kur’an yazılırken derleme komisyonu başkanı olan Zeyd ibn Sâbit, Ömer’in getirdiği recm âyetini, Ömer başka bir şâhid bulamadığı için kabul etmemiş, fakat Ebû Huzeyfe’nin getirdiği Berâe Sûresinin son iki âyetini, tanıklığını yeterli görerek kabul edip Mushaf’a yazmış; ‘Allah’ın Elçisi, senin tanıklığını, iki kişinin tanıklığına denk tuttu’ demiştir (Buhârî, el-Hûru’l-Iyn; Süyûtî, el-İtkan I/63; Kitabu’l-Mesâhif 8).
Recm gibi çok önemli bir konuda âhad haberlerinden ibâret olan delillerden daha sağlam delil bulma çabasından kaynaklanan bu rivâyetlerin mantıklı bir tutarlılığı yoktur. Evvelâ âyetin hükmü dururken kendisinin Kur’an’dan çıkartılmış olmasının hikmet ve anlamı nedir? Sonra, üçüncü rivâyet doğru kabul edilse, Kur’an’ın çoğunun kaybolduğu anlamı çıkar. Çünkü bu rivâyet, Bakara Sûresi kadar uzun olan Ahzâb Sûresinden, sadece 73 âyetin kaldığını, diğer âyetlerin kaybolduğunu gösterir.
Zeyd bin Sâbit nasıl olur da bir âyetin Mushaf’a yazılması için yalnız Ebû Huzeyfe’nin tanıklığını yeterli görür de, Ömer’in tanıklığını yeterli görmez? Ömer, tanıklığı reddedilecek türden bir insan değildir. Hele Ömer’e göre çocuk yaşta olan Zeyd, bunu yapmaya hiç cür’et edemez.
Bizim kesin kanaatimiz odur ki, Araplarda kısas, el kesme cezâları gibi, recm cezâsı da vardı. Nitekim İslâm Ansiklopedisinde Lokman maddesini yazan Bernhard Heller’in, Ebû Hâtim es-Sicistânî’nin Kitâbu’l-Muammerîn’inden aktarımına göre Lokman, câhiliyye döneminde zinâ eden kadının recm, hırsızlık edene de el kesme cezâsını ilk uygulayan bir yönetici olarak takdim edilir (İslâm Ansiklopedisi, M.E.B. Y., Lokman maddesi, 7/64).
Belki de Araplar bu cezâyı yahûdilerden almışlardı. Çünkü recm Tevrat’ın bir emridir (Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, 22. bab). Kur’an, Tevrat’ta bulunan ve Araplarca da uygulanagelen bu çok ağır cezâyı hafifletip celdeye (yüz sopaya) çevirince, nâmus ve geleneklerine son derece bağlı olan Araplar arasında, sonradan Peygamber’in, recmi uyguladığına ve bunu uygulamayı emrettiğine dâir rivâyetler üretilmiş, bu rivâyetlerin uydurmalığını bilenlerce yapılan itirazları önlemek için de bu hükmün vaktiyle âyet iken, tanık yetersizliği nedeniyle Kur’an’a yazılmadığı rivâyeti de üretilip hadisler arasına katılmıştır. Böylece Tevrat’ın recm cezâsı, İslâm hukukuna da girmiştir.
Yahut Hz. Ömer, toplumun sınırlarının genişlemesi, devletin bir site devletinden, geniş toprakları kuşatan, çeşitli ulusları yöneten, milyonlarca insanın yaşadığı bir imparatorluk haline gelmesi sonucunda toplumda zinâ suçunun arttığını görmüş; bu suçun yayılmasını önlemek için Kur’an’ın getirdiği yüz sopa cezâsından daha ağır bir cezâ getirmeyi, kendi ictihâdıyla gerekli görmüştür. Nitekim Hz. Ömer’e nisbet edilen “Şimdi, zamanla ‘Ömer Kitaba ilâve yaptı’ denecek olmasaydı bu âyeti Mushaf-ı Şerifin kenarına yazardım.” (Müslim, Hudûd 15; Buhârî, Hudûd 30-31; İbn Mâce, Hudûd 9; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî 18/79) sözünden bu anlaşılmaktadır. Bu sözden açıkça anlaşılıyor ki, onun recm cezâsını uygulamasını Kur’an’a aykırı görenler olmuş, o da bunun Peygamber’in sünnetine aykırı olmadığını söylemiştir. Bu görüş, onun kendi ictihâdı olabilir. Onun uygulaması sonucunda da bu cezâ, daha sonra doğan fıkıh ekollerince benimsenerek İslâm hukukuna mal edilmiştir. Hz. Ömer’in kendi ictihadına dayanarak Kur’an ve Sünnette olmayan bazı cezâlar koyduğu veya bazı cezâları ağırlaştırdığı bilinmektedir. Meselâ Hz. Peygamber ve Ebûbekir, şarap içene iki, yahut bir rivâyete göre kırk değnek vurmuş iken Hz. Ömer bunu seksen değneğe çıkarmıştır (Dârimî, Hudûd 9).
Aşağıdaki olay, İslâm’dan önce Arapların bazı kesimlerinde celde ve recm cezâlarının varlığını kanıtlar: İki bedevî Arap, Hz. Peygamber’e geldi. Birisi: “Ey Allah’ın elçisi, dedi, bu oğlum falanın yanında ücretle çalışıyordu. Onun karısıyla zinâ etti. Oğlum için yüz koyun ve bir velîde (câriye) fidye verdim. İlim adamlarına sordum, oğluma yüz değnek vurulduktan sonra bir yıl sürgün edilmesi, kadının da recmedilmesi gerektiğini söylediler”. Allah’ın Elçisi şöyle buyurdu: “Nefsimi elinde bulunduran Allah hakkı için sizin aranızda Allah’ın Kitabıyla hükmedeceğim. Velîde (câriye) sana geri verilir, oğluna yüz değnek vurulur ve kendisi bir yıl sürgün edilir.” Böyle dedikten sonra, Eslem kabilesinden bir adama: “Kalk ey Uneys, şunun karısına git, eğer suçunu itiraf ederse onu recmet” dedi. Uneys gitti, suçunu itiraf eden kadını recmetti (Buhârî, Ahkâm 39, Sulh 5, Âhad 1, Şurût 9, Eymân 3, Hudûd 30, 34, 38, 46; Müslim, Hudûd 25; Ebû Dâvud, Hudûd 25; Tirmizî, Hudûd 8; Nesâî, Kudât 22; İbn Mâce, Hudûd 7; Darîmî, Hudûd 12; Muvattâ’, Hudûd 6; Ahmed bin Hanbel, III/115, 116).
Şimdi nâmus kavramının çok önemli olduğu Arap toplumunda bir adamın, karısıyla zinâ etmiş olan bir gencin babasıyla birlikte uslu uslu Peygamber’in huzuruna gelmiş olması gariptir. Sonra bu adama, oğluna yüz değnek vurulup biryıl da sürgün edilmesi gerektiğini hangi ilim adamı söylemiştir? Peygamber’in sahâbîleri mi? O halde henüz Peygamber’den böyle bir şey duymadan onlar nasıl böyle bir yargıya varmışlardır? Kaldı ki sürgün de Peygamber zamanında pek uygulanacak bir hüküm değildi. Peygamber, kendi sahâbîlerini, henüz bir şehir devletinden ibâret olan ülkesinde nereye sürgün edecekti? Küfür diyarına mı?
Bu rivâyetin doğruluğu çok kuşkuludur. Bu rivâyet Peygamber sözü olmasa da Arap toplumunun bu sorun karşısındaki tutumunu yansıtmaktadır. Demek ki Medine’den uzak yerlerde bulunan müslümanlar, Peygamber’den duymadıkları meselelerde Arap toplumunun alışageldikleri kurallarını uyguluyorlardı. Zinâ eden bekârları dövüyor, evlileri recmediyorlardı.
Kur’ân-ı Kerim, dövme cezâsını kabul etmiş, fakat recm cezâsını kabul etmemiş, bu konuda evli ile bekâr arasında da bir ayrım yapmamıştır. Çünkü suç aynı suçtur. Aynı suçun cezâsı da herkese aynı olur. Diğer konuların hepsinde de aynı suçu işleyene aynı cezâ verilir.
Hz. Peygamber (s.a.s.)’in, zinâ ettiklerini itiraf eden bazı kişilere acıyarak “Belki yanılıyorsunuz, belki ne söylediğinizin farkında değilsiniz...” deyip recm cezâsını uygulamak istemediği, fakat o kişilerin kendi ısrârı üzerine onları recmettiği rivâyet edilir. Bunda İslâm’ın toplumu kurtarmak için verdiği cezâ yanında af ve hoşgörüsünü de anlamak mümkündür. Burada bir olayı anımsatmakta yarar vardır:
Rivâyete göre, Eslem kabilesinden Mâiz isimli bir adam zinâ eder ve Allah’ın Rasûlüne gelip suçunu itiraf ile: “Yâ Rasûlallah, zinâ ettim, beni temizle!” der. Allah’ın Elçisi yüzünü öte yana çevirir. Fakat Mâiz, yine karşısına geçip zinâ ettiğini, kendisini temizlemesini ister. Allah’ın Elçisi, tam dört kez yüzünü öte yana çevirir ve Mâiz her defasında onun karşısına geçip bu suçtan kurtarılmasını diler. Allah’ın Elçisi bakar ki Mâiz gitmiyor, cezâlandırılılmakta ısrar ediyor; bu kez: “Sen deli misin?” der. Mâiz deli olmadığını söyleyince, Allah’ın elçisi: “Sarhoş falan olmasın” der. Sarhoş olmadığı da anlaşılınca Allah’ın Elçisi bu zâtı gönderip recmettirir. Mâiz, kendisine taş deyince dayanamayarak kaçtı. Ardından, elinde ölmüş deve çenesi bulunan bir adam yetişip vurdu, başkaları da vurdular, sonunda öldü. Peygamber (s.a.s.): “Keşke bıraksaydınız!” dedi (Müslim, Hudûd, bâb 5, hadis 16-22).
Şimdi Peygamber’e gelip suçunu itiraf edene, Peygamber’in hemen bunu kabul etmeyip dört kere söyletmesi, sonra “Sen deli misin?” demesi, sarhoş olup olmadığını anlamak için ağzını koklatması ve sonunda da onu recmedenlere “Keşke bıraksaydınız!” demesi, onun, ağır bulduğu bu cezâyı uygulamak istemediğini kanıtlar. Kendisi istemediği, Kur’an’da da böyle bir hüküm bulunmadığı halde ne diye recmetsin?
Bu olaya benzer başka bir olay da şöyledir: Bir kadın, Hz. Peygamber (s.a.s.)’e gelip zinâ ettiğini itiraf eder, “Beni temizle!” der. Allah’ın Elçisi ona da: “Dön, tevbe ve istiğfâr et!” der. Fakat kadın dönmez, zinâdan geme kaldığını söyler. Allah’ın Elçisi: “Öyle ise karnındaki çocuğu doğurmalısın!” der. Kadın doğmunu yaptıktan sonra çocuğu bir beze sarıp getirir. “İşte doğurdum” der ve recmedilerek günahtan temizlenmesini ister. Fakat Allah’ın Elçisi (s.a.s.): “Seni recmedip yavruyu süt annesiz bırakamayız!” der. Kadın, emzirip sütten kestiği yavrusunu, çocuğun elinde bir ekmek parçası olduğu halde getirir. “Ey Allah’ın Peygamberi, çocuğu sütten kestim, artık yemek yiyor” der; recmedilmesini ister. Bunun üzerine Allah’ın Elçisi (s.a.s.), çocuğu bir müslümana verir. Bir çukur eştirerek kadını göğsüne kadar gömdürür ve taşlanmasını emreder. Herkes taş atarken Hâlid bin Velîd’in attığı taş ile kadından sıçrayan kan, Hâlid’in yüzüne gelir. Hâlid kadına söver. Hâlid’in sövdüğünü duyan Allah’ın Elçisi: “Dur Hâlid, nefsimi elinde bulunduran Allah hakkı için bu kadın öyle bir tevbe etti ki, bunun tevbesi, Medine gibi yetmiş şehir halkına taksim edilse, hepsine yeter! (Veya, Mekes sahibi -haksız haraç alan gümrükçüler, yahut rüşvet alan çarşı memurları- dahi öyle tevbe etse bağışlanırdı” der. (Müslim, Hudûd bab 5, hadis 22-24)
Şimdi gerek Mâiz’in, gerek bu kadının, gelip recmedilmelerini, böylece günahlarından temizlenmelerini istemeleri, Arap toplumunda recmin bilindiğini ve uygulandığını gösterir. Aksi takdirde Kur’an’ın söylemediği recm cezâsını nereden bilecek ve gelip Peygamber’den, bu cezânın kendilerine uygulanmasını isteyecekler?
Tirmizî’nin çıkardığı aşağıdaki olay da Peygamber (s.a.s.)’in şefkat ve hoşgörüsünü belirten olaylardan biridir: Ebu’l-Yesâr diye bilinen Abbâd isimli Ensârlı bir adam, başından geçen olayı Allah’ın Elçisine anlatmış: “Ey Allah’ın Elçisi, ben kentin kenar semtinde bir kadınla yalnız kalıp onunla seviştim. Cinsel ilişki dışında ondan yararlandım. İşte şimdi huzûrundayım. Hakkımda istediğin cezâyı uygula!” Ömer ibn Hattâb: “Allah seni gizlemiş, sen de kendi hatânı gizleseydin!” demiş; fakat Peygamber (s.a.s.), cevap vermemiş. Adam yürüyünce Peygamber (s.a.s.), ardından adam gönderip onu çağırtmış ve ona: “Gündüzün iki ucunda ve geceye yakın saatlerinde namaz kıl; çünkü haseneler/iyilikler, seyyieleri/kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür” (11/Hûd, 114) âyetini okumuş. Bir adam kalkıp: “Bu, yalnız ona mı mahsustur?” diye sormuş. Peygamber (s.a.s.): “Hayır, bütün insanlara mahsustur” demiş (Tirmizî, Tefsîr 12, Hûd Sûresi).
Şâyet Peygamber (s.a.s.)’in, evli zânî ve zâniyeyi recmettiği hakkındaki rivâyet doğru ise bu, ancak Peygamber’in, Kur’an’ın emrinden önce Araplarca uygulanan ve Tevrat’ta da bulunan cezâyı uyguladığını gösterir. Yani Peygamber’in uygulaması, zinâ cezâsını belirleyen 24/Nûr, 2. âyetin inmesinden önce vuku bulmuş olmalıdır. Bu âyet, artık recmi, celdeye değiştirmiştir. [Şu rivâyet de, Peygamberimiz’in recmi Nûr sûresinin nüzûlünden önce tatbik etmiş olabileceğini, en azından böyle düşünen zâtların olduğunu açıklar mâhiyettedir: Ebû İshâk eş-Şeybânî anlatıyor: "İbnu Ebî Evfâ (r.a.)'ya: "Rasûlullah (s.a.s.) hiç recm tatbik etti mi?" diye sordum. Bana: "Evet!" cevabını verdi. Ben tekrar: "Nûr sûresinin nüzûlünden önce mi, sonra mı?" diye sordum. "Bilmiyorum!" dedi." (Buhârî, Hudûd, 21, 37; Müslim, Hudûd 29, h. no: 1702)]
Ancak biz recmle ilgili rivâyetlerin doğruluğuna kani değiliz. Çünkü hadiste anlatılan Gâmidiyeli kadın, Mâiz olayı ile ilişkili olarak anlatılır. Ama olay ne zaman olmuştur? Hâlid’in bu kadına taş attığı ve kadından sıçrayan kanın Hâlid’e bulaştığı söyleniyor. Hâlid ancak Hudeybiye Barışından sonra müslüman olmuştur. Bir cezânın uygulanmasında böyle üç-dört yıl gidip gelmeleri makul görünmüyor. Bunlar, hikâyecilerin ürettiği senaryodan başka bir şey değildir.
Muhammed İzzet Derveze’nin, recmi, Nûr sûresindeki âyetten önce Peygamber’in kendi ictihâdına dayalı uygulaması olarak görmesi de bizim, İslâm’dan önce Araplarda recm cezâsının uygulandığı görüşümüzü güçlendirir. Recmin, Araplara da yahûdilerden geçtiği anlaşılıyor. Yahûdi şeriati, zinâ eden evli erkek ve kadını, livâta yapan ve yapılanı, hayvanlarla cinsel ilişkide bulunanı, nişanlı kızla zinâ edeni, kendi rızâsıyla erkeğe boyun eğmiş ise zinâ eden nişanlı kızı öldürmeyi emreder. Ancak bekâr kızla zinâ eden erkeği, o kızla evlenmek zorunda bırakır. Eğer kızın babası buna râzı olmazsa erkek kızın mehrini verir: “Ve eğer bir adam nişanlı olmayan bir kızı aldatır ve onunla yatarsa, kendi karısı olmak üzere mutlaka onun için ağırlık verecektir.” (Kitab-ı Mukaddes, Çıkış, 23/16. Bu konuda Levililer 20/10-12, Tesniye 22/13-39 âyetlere bakınız. Tesniye 22/19-22. âyetlerde: Karısının kız çıkmadığını iddia eden adamın sözü doğru çıkarsa o genç kadının, babasının evinin kapısı önünde taşla vurulup öldürüleceği, başka bir adamın karısı ile yatan adamın da o kadınla birlikte öldürülecekleri; nişanlı bir kızla yatan erkeğin ve ona karşı koyup bağırmayan kadının taşla vurularak öldürülecekleri; fakat bu iş şehir içinde değil de; kır kesiminde olmuş ise, sadece erkeğin öldürüleceği, kadının suçsuz sayılacağı; nişanlı olmayan kızla yatan erkeğin ise kızın mehrini verip onnula evlenmek ve onu hiç boşamamak zorunda olduğu belirtilmektedir.)
Muhammed İzzet Derveze’ye göre de Hz. Peygamber’in recmettiğine dâir hadisler, Nûr sûresi 2. âyetinin inişinden önceki duruma âittir (et-Tefsîru’l-Hadîs, 10/10). Eğer bu görüş doğru ise, Hz. Peygamber, aslında kendi ictihâdına göre değil; Kitap ehli ve Arap toplumu arasında uygulanagelen bir yasaya göre recmi uygulamıştır.
Fakat biz, Peygamber (s.a.s.)’in ağır bulduğu bu cezâyı uyguladığına pek ihtimal vermiyoruz. Çünkü bir insanı soyarak yarı beline kadar toprağa gömüş taşla vura vura öldürmek, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Peygamber (s.a.s.)’in herkesçe bilinen şefkat ve merhamet duygularına aykırıdır. Eğer insanın işlediği suç öldürülmesini gerektiriyorsa o insan öldürülür, ama böyle yürekler acısı işkence ile değil. Kur’ân-ı Kerim’de işkence ile insanları öldürenler, şiddetle uyarılmışlardır (85/Bürûc, 10).
Cezâ, acı çektirmek için değil; uslandırmak ve caydırmak içindir. Ölmüş kişinin uslanması veya cayması sözkonusu olamaz. Kısasta cezâ, suça denktir. Haksız yere adam öldüren kimse öldürülür. Ama zinâ suçu iki kişinin rızâsıyla olmuşsa onların kendi nefislerine âit bir suçtur. Onlar, Allah’a karşı sorumludurlar. Fakat ayrıca bu, toplum ahlâkını bozacağından, toplum hukukuna, âilelerin şerefine tecâvüzdür. Bunun cezâsı ölüm olsa da böyle dayanılmaz biçimde bir öldürme olmamalıdır. Bu, Allah’ın rahmetine de Peygamber’in merhamet ve şefkatine de aykırıdır. Allah, ğafûrdur, rahîmdir.
Hz. Peygamber’in, işlediği zinâ suçunu itiraf edip kendisine had uygulamasını isteyen Mâiz’e, recmi uygulamak istememesi, Mâiz’in dört kez ısrârından sonra uygulatması; kezâ işlediği zinâ suçu yüzünden recmedilmesini isteyen kadını üç kez geri göndermesi, en nihâyet iki-üç yıl sonra kadının ısrârı üzerine uygulaması -eğer doğru ise- memnun olmadığı bu Arap cezâsını uygulamak istemediğini gösterir. Bundan dolayıdır ki Kur’an zinânın cezâsını açıkça belirleyerek eski recm uygulamasını kaldırmıştır.
Özetle: Recm Kur’an hükmü değildir, eski Arap toplumunun yahûdilikten sızma bir geleneğidir. Kur’an’da üç türlü cinsel ilişkiden söz edilmiştir: Kadınlar arası cinsel ilişki (eşcinsellik: sihâka), erkekler arası cinsel ilişki (eşcinsellik: livâta) ve erkek-kadın arası cinsel ilişki (zinâ). Kur’an, bunlara ayrı ayrı cezâ belirlemiştir. Bu cezâların hepsi de caydırıcılık ve ıslah amacına yöneliktir:
1) Nisâ, 15. âyette eşcinsellik yapan kadınlara, caydırıcı olmak üzere, ölünceye, ya da Allah onlar yararına bir yol gösterinceye (yani bu gereksinimlerini doyurmak için önlerine evlenme yolunu çıkarıncaya) dek evlerde hapis cezâsı getirilmiştir. Kadınlar arası eşcinselliğin cezâsı, evlerde göz hapsidir. Böylece onların bu işi yapmaları ve bunun toplum içinde yayılması önlenmiş olur. Şâyet kadın evlenirse bu ihtiyacı karşılanacağı için artık böyle bir şey yapmaz.
2) Nisâ, 16. âyette eşcinsellik (livâta) yapan erkeklere eziyet cezâsı getirilmiştir ki, bunu izah ettik. Bu âyette belirtilen iki kişi, birbiriyle ilişkiye giren iki erkektir, cezâsı da eziyettir.
3) Nûr, 2. âyette de cinsel ilişkiye giren kadın ve erkeğin cezâsı belirlenmiştir. İşte kadın ve erkek arası cinsel ilişkinin adı zinâdır. Ve zinâ eden erkek ve kadından her birine yüz sopa vurulur. Zinânın cezâsı, Nûr, 2. âyette belirlenmiştir. Nisâ, 15-16. âyetler zinâ ile ilgili değil; cinsel içinde uygulanan eşcinsellikle ilgilidir. Âyetler arasında hiçbir çelişki ve aykırılık yoktur. Hepsi birbirini tamamlar nitelikte bulunan bu âyetler arasında nesih de sözkonusu değildir.
Tâ ilk zamanlardan beri recmi kabul etmeyenler mevcuttur. Onlar görüşlerini şöyle kanıtlamaktadırlar:
1) Nisâ, 25. âyetin hükmüne göre, evli câriyenin zinâ cezâsı, hür kadınlarının cezâsının yarısıdır. Dört mezhebin ittifakına göre evli câriyenin zinâ cezâsı hür kadınların zinâ cezâsının yarısı olan 50 sopadır. Câriyenin cezâsı, Nûr Sûresinin 2. âyetine göre takdir edilmiştir. Eğer bu âyetin hükmü, recm ile neshedilmiş olsaydı, o zaman câriyenin cezâsının miktarı belli olmazdı. Çünkü yüz değneğin yarısı vardır, ama recmin yarısı yoktur.
2) Allah Kur’an’da çeşitli günahlar bildirmiş, fakat hiçbirinin hükmünü, zinânın hükmü kadar geniş açıklamamıştır. “zinâya yaklaşmayınız!” (17/İsrâ, 32) demiş, zinâ edeni Cehennemle uyarmış (25/Furkan, 68); başkasını zinâ ile suçlayıp sözlerini dört tanıkla ispat edemeyenlerin dövülmesini ve şâhitliklerinin kabul edilmemesini (24/Nûr, 4); zinâ eden erkeğin, ancak zinâ eden veya puta tapan bir kadınla evleneceğini, öyle kadınlarla evlenmenin mü’minlere yasaklandığını (24/Nûr, 3); zinâ suçunun ancak dört şâhitle saptanabileceğini (24/Nûr, 4, 6; 4/Nisâ, 15; son âyete göre tüm fuhuş eylemleri ancak dört şâhitle tespit edilir. Aksi takdirde kimse fuhuşla suçlanamaz ve suçlamalarını dört tanıkla ispat edemeyenler cezâlandırılırlar.) buyurmuştur. Şimdi Allah’ın, bu kadar önemle hükümlerini açıkladığı zinânın, en önemli hükmünü bildirmemesi, kuşkulu bırakması olanaksızdır. Çünkü bu, ihmal edilecek bir husus değildir.
3) “Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkeğin her birine yüz değnek vurun!” (24/Nûr, 2) âyetinin hükmü geneldir. Bekâr-evli, herkesi kapsar. Bu genel hükmün haber-i vâhid (kişi haberi) ile özelleştirilmesi, bunun yalnız bekârlara özgü kılınması câiz değildir (Mefâtihu’l-Gayb, 23/134).
4) Hâricîlere göre de recm asla yoktur. Çünkü Allah’ın Kitabında mevcut değildir (et-Teshîl li Ulûmi’t-Tenzîl, 3/58).
Esâsen ikinci âyette “Mü’minlerden bir grup da onlara yapılan azâba şâhit olsun!” (24/Nûr, 2) ifâdesi de zinâ cezâsının recm ile öldürme değil; döverek işkence olduğunu gösterir. Ayrıca 8. âyette lian durumunda kocası tarafından zinâ ile suçlanan kadının dört kez yemin ile inkâr edip beşince kez de kocasının yalan söylediğini vurgulamasının, kendisinden azâbı savacağı bildirilmektedir. Bu âyetten, evli kadının zinâ cezâsının, ikinci âyette anılan azâb olduğu anlaşılır. Eğer evli kadının zinâ cezâsı recm olsaydı, kadının inkârının kendisinden azâbı değil, taşlayıp öldürmeyi savacağı ifâde edilirdi.
“Ey Peygamber kadınları! Sizden kim fâhişe (açık bir edepsizlik) yaparsa onun için izâb iki kat yapılır. Bu Allah’a göre kolaydır.” (33/Ahzâb, 30) âyeti de evli kadının zinâ cezâsının sadece azâb (işkence) olduğunu kanıtlar.
Zira bu âyette Peygamber’in hanımlarına hitâben, onlardan herhangi biri, bir fâhişe yaptığı takdirde ona iki kat azâb edileceği vurgulanmaktadır. Yukarıdan beri iniş sırasına koyduğumuz âyetlerde, buraya kadar fuhşa (zinâya) bir cezâ belirlenmemişti. Burada artık zinâya bir cezâ belirleneceğine işaret edilmektedir. Çünkü şayet Peygamber hanımlarından biri fuhuş yaparsa, ona öteki kadınlara yapılacak azâbın (işkencenin) iki katı azâb edileceği belirtilmektedir. Demek ki fuhuş yapana azâb edilecektir. Bu âyet, Peygamber hanımlarının şahsında yönetici durumunda bulunan, topluma örnek oluşturan insanların âilelerinin davranışlarına dikkat etmeleri gerektiği konusunda insanları uyarmaktadır. Çünkü onlardan çıkacak yanlış bir davranış, ahlâksızlığın yayılmasına, toplumun bozulmasına neden olur. Onun için Peygamber hanımları, davranışlarına son derece dikkat etmeleri husûsunda uyarılmaktadırlar. Bu, hâşâ onlardan herhangi birinin fuhşa eğilim duyduğu anlamına gelmez. Sadece onların, saygınlığını korumalarına dikkat etmelerinin önemini belirtir.
Ayrıca bu âyet, daha sonra inecek olan Nûr sûresinde anlatılacağı üzere, zinânın cezâsının sadece celde olduğunu kesin biçimde kanıtlar. Çünkü burada Peygamber hanımlarından biri, zinâ ettiği takdirde ona, iki kat azâb edileceği belirtilmektedir. Demek ki evli kadının zinâ cezâsı recm değil; azâbdır (işkencedir). Çünkü recm, sadece işkence değil; fecî biçimde öldürmedir. Eğer evli kadının zinâ cezâsı recm olsaydı, âyette uyarılan kadınlara, azâb edileceği değil; recmen öldürülecekleri ihtar edilirdi. Ve eğer evli kadının zinâ cezâsı söylendiği gibi recm olsa idi, öldürme olan recmin iki katı olmazdı. Demek ki evli-bekâr, zinâ suçunu işleyen herkese işkence cezâsı uygulanır. Burada sadece işaret edilen bu azâb cezâsı, daha sonra inecek olan Nûr sûresinde belirtilecektir.
“İçinizden iman etmiş hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, elleriniz altında bulunan iman etmiş genç kızlarınız (olan câriyeleriniz)den alsın. Allah sizin imanınızı daha iyi bilir. Hepiniz birbirinizdensiniz (hepiniz Âdem soyundansınız, insanlık bakımından aranızda bir fark yoktur). Öyle ise iffetli yaşamaları, zinâ etmemeleri ve gizli dost da tutmamaları şartıyla, sahiplerinin izniyle onlarla evlenin, ücretlerini (mehirlerini) de güzelce verin. Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınlara yapılan işkencenin yarısı uygulanır. Bu (câriye ile evlenme), içinizden sıkıntıya düşmekten korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için daha iyidir. Allah bağışlayan, merhamet edendir.” (4/Nisâ, 25)
Bu âyette de evlendiği halde zinâ eden câriyeye, diğer evli kadınların cezâsının yarısının uygulanması emredilmektedir. Eğer evli kadının zinâ cezâsı yüz sopa ise yarısı elli sopa eder. Ama evli kadının cezâsı recm ise recmin yarısı yoktur. Bütün bu kanıtlar, Kur’an’ın recmi kaldırdığını ve evli-bekâr, zinâ eden herkese sadece yüz sopa cezâsını getirdiğini ortaya koymaktadır.
Demek ki zinânın cezâsı, bekâr-evli herkes için yüz sopadır. Yüce Allah mü’minlere, suçlulara acımadan bu cezâyı uygulamalarını emretmiştir: “Eğer Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız, Allah’ın bu cezâsını uygulama konusunda acıma duygusuna kapılmayınız.” (24/Nûr, 2) buyruğu, haddi uygulama husûsundadır. Yani acımadan bu haddin uygulanmasını emretmektedir. Fakat bu emir, suçluları merhametsizce dövme anlamına gelmez. Vurmanın gayr-ı müberrih olması (yani şiddetli, sakatlayıcı olmaması) gerekir. Hz. Ömer’in oğlu, zinâ eden câriyesinin ayaklarına vurmuş, oğlu Abdullah kendisine: “Allah ‘Allah’ın cezâsını uygulamada onlara acıma duygusu sizi yakalamasın’ (24/Nûr, 2) dediği halde nasıl böyle yapıyorsun?” deyince: “Oğlum, Allah bana onu öldürmemi veya değneği başına vurmamı emretmedi” diye cevap vermiştir (İbn Kesir, Tefsir III/263).
Zânîlerin halk huzurunda dövülmelerinin hikmeti de insanlara ibret olmak ve bu işe eğilim duyanları korkutup caydırmak içindir. Çünkü dövülmek nefse ağır gelir. Halkın huzurunda dövülmek ise insanı son derece mahcup duruma düşüreceği için çok daha ağırdır.
Zinâya ve genel olarak fuhşa had uygulanabilmesi için eylemin dört tanıkla görülerek tespit edilmesi gerekir. Bu husus da Nisâ Sûresinin 15. âyeti ile Nûr Sûresinin dört ve altıncı âyetlerinde belirtilmiştir.
Hiç kuşkusuz bu had cezâları kendi isteğiyle fuhuş yapanlar hakkındadır. Fakat istemeden, zorla zinâ etmek durumunda kalanlara bir günah ve cezâ yoktur. Çünkü Yüce Allah, zor karşısında inkâr edenin gazaba uğramayacağını, yani günahkâr olmayacağını bildirmiştir (16/Nahl, 106). Hz. Peygamber de Allah’ın, hatâ, unutma ve zor karşısında yapılan işleri affettiğini belirtmiştir (İbn Mâce, Talâk 16).
Nisâ Sûresinin 2. âyeti zinâ hakkındadır. Dediğimiz gibi Nisâ 15-16. âyetlerde de cinslerin kendi aralarında yapılan eşcinselliğin cezâsı belirtilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de herhangi bir hayvanla cinsel ilişkide bulunanlar hakkında bir hüküm belirtilmemekle beraber, bunun, Allah’ın doğal yasasına aykırı olduğu ve doğaya aykırı işler yapanların da kınandığı (30/Rûm, 30; 4/Nisâ, 118-119) kesindir. Ancak bunlara uygulanacak cezâ hakkında çeşitli görüşler vardır: Ebû Hanife, Mâlik, Süfyân-ı Sevrî ve İmam Ahmed’e göre bu kimseye had vurulmaz, bunun ta’zîrî (hakaret ile veya bir-iki tokat vurularak caydırılması) gerekir. Şâfiî’nin bir kavline göre bu adama zinâ cezâsı uygulanır (Mefâtihu’l-Gayb, 23/132-133).
Zira cezâsının, evli-bekâr herkese sadece dövme cezâsı olduğuna dâir bundan ayrı olarak iki kesin kanıt daha vardır. Biri, Ahzâb Sûresinin 30’uncu âyeti, diğeri de evlendiği halde zinâ eden câriyenin cezâsını belirleyen Nisâ 25’inci âyetin son kısmıdır.
Bütün bunlar, âyetlerin hepsinin hükmünün geçerli olduğunu kanıtlar. Recm, Tevrât'ın bir hükmüdür (Tesniye, 22. bab). Kanımıza göre Tevrât'ın hükmü, Arabistan'ın güneyinde ve Medine'de Araplarla iç içe yaşayan yahûdilerden Araplara geçip, bir gelenek halini almış ve Kur'an'ın bu hükümleri ininceye kadar bazı yerlerde uygulanmıştır. Herhalde Peygmaberimiz'in recmi uyguladığı hakkındaki rivâyetler -şâyet doğru/sahih ise-, işte Kur'ân'ın bu konudaki hükmünü bildiren âyetlerden önce olmuştur. Fakat A'râf sûresinin 157. âyetinde belirtildiği üzere eski yasalarda insanların üstüne binen, onların ellerini kollarını bağlayan birçok zincirleri, ağır hükümleri kaldıran bir elçi olarak nitelendirilen Hz. Muhammed (s.a.s.)'e indirilen Kur'an vâsıtasıyla Tevrat'taki ağır recm cezâsı yüz sopaya çevrilmiştir. Nitekim Tevrat'ta insanların dinde aşırı davranışları yüzünden yasaklanan birçok hayvan eti üzerindeki yasakları da Kur'an hafifleterek dört çeşide indirmiş, yemek isteyen kimse için bunların dışında bir yasak olmadığını, ikisi Mekke'de ve ikisi de Medine'de, hele sonuncusu Peygmaber'in son dönemlerinde inmiş olan dört âyette vurgulanmıştır (Bak: 6/En'âm, 145; 16/Nahl, 115; 2/Bakara, 173; 5/Mâide, 3).
Nisâ 16. âyette eziyet edilmesi gereken iki kişinin, birbiriyle cinsel ilişkiye giren iki erkek, yahut zinâ eden erkek ve kadın olduğu hakkında görüşler vardır. İkrime, Atâ, Hasan-ı Basrî ve Abdullah İbn Kesîr'e göre bu âyet, zinâ eden erkek ve kadını; Mücâhid'e göre de livâta eden iki erkeği kasdetmektedir (M. Ali Sâbunî, Tefsîru Âyâti'l-Ahkâm, II/56).
Kur'ân-ı Kerim'de neshi kabul etmeyen Ebû Müslim İsfahânî'ye göre "Kadınlarınızdan fuhşa varanlar" âyeti ile sahhâka (sevici kadın)lar, "İçinizden fuhşa varan iki (er) kişi" âyeti ile de livâta eden erkekler kasdedilmiştir. Zira "ellâtî", kadını gösteren "elletî"nin çoğuludur. "Ellezâni" ise, erkeği gösteren "ellezî"nin tesniyesi (ikili)dir. Bu yorum, en doğru yorumdur. Zira:
Bu sûretle hiçbir âyet neshedilmez, her âyetin hükmü geçerli olur.
Eğer her iki âyette de zinâ kasdedilmiş olsaydı, zinâ eden erkek ve kadının hükmü, bir âyet içinde zikredilirdi. Nitekim "Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkeğin her birine yüz celde vurunuz" âyetinde aynı suçu işleyen erkek ve kadının hükmü birlikte belirtilmiştir. İki âyette de amaç zinâ olsaydı, burada da bunlar aynı âyet içinde anılır ve aynı şeyden söz eden âyetler tekrarlanmazdı.
"Fuhşa varan kadınlar" âyetinin zinâ hakkında olduğunu söyleyenler, "yahut Allah onların yararına bir yol gösterinceye kadar" cümlesinde belirtilen, Allah'ın göstereceği yolu, recm (taşlayarak öldürme ve yüz değnek vurma) şeklinde açıklıyorlar. Bu, âyetin rûhuna terstir. Çünkü âyette Allah'ın, kadınların yararına bir yol göstereceği belirtiliyor. Oysa recm, sopalama ve sürgün onların yararına değil; zararınadır. Bunlar kadınlar için çok ağır cezâlardır. Bundan dolayı biz buradaki fuhşu, kadınlar arasında uygulanan seviciliğe yorarak âyeti, "Allah onların şehvetlerini nikâh ile doyurma yolunu gösterecektir" şeklinde tefsir ediyoruz. Allah'ın onlara evlenme nasip etmesi, onların lehine olan bir yoldur (Mefâtihu'l-Gayb, 3/245-246).
Buraya kadar inen âyetlerde henüz belirtilmeyen zinânın cezâsı, daha sonra inecek olan Nûr sûresinde belirtilecektir. Böylece âyetler arasında nesh diye bir şey kalmaz, hepsinin hükmü yerinde durur, uygulama alanı bulur:
1. Eşcinsellik yapan kadınlar, evde gözetim altında tutulurlar, evleninceye dek kendi başlarına serbest dolaşmalarına imkân verilmez. Evlendikleri veya uslanıp bu işten vazgeçtikleri takdirde evde sürekli gözetim altında tutulma cezâsından kurtulurlar.
2. Eşcinsellik yapan erkeklere, dil ve el ile eziyet ve hakaret edilir; bir-iki tokat vurmak sûretiyle dövülürler. Bunlara uygulanacak eziyet cezâsı konusunda âyette ve sağlam hadiste açık bir hüküm bulunmadığından, fakîhler hayli görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bazılarına göre bu eziyet sadece dil ile azarlama ve kınamadır. Bir kısmına göre de hem dil, hem de el ile eziyet edilir. İbn Abbas'a göre: "Erkek fuhuş yapınca kınanır, ayakkabı ile dövülür." Mücâhid'e göre dil ile, söverek eziyet edilir (Mücâhid, tefsir, 149, tahkik: Abdurrahmân et-Tâhir, Davha, Katar). Taberî'ye göre Yüce Allah, bu âyette eziyetin türünü belirtmemiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'den de şöyle veya böyle yapıldığına dair bir şey nakledilmemiştir. Bunun için bu eziyet ya dil, yahut el ile, ya da her ikisiyle olabilir. Bunlardan hangi çeşidinin toplum için daha yararlı olduğunu bilmek de önemli değildir. Taberî'ye göre artık bu hüküm neshedilmiştir. Taberî genel kanıya uyarak âyetin hükmünün neshedildiğini söylüyor, ama bu, delilsiz bir savdan ibârettir.
Livâta edenlerin mel'un olduklarına dâir hadisler vardır: "Lût kavminin yaptığını yapan kimseleri görürseniz, fâili de mef'ûlü de öldürünüz" (Tirmizî, Hudûd 24) anlamındaki hadisler ise sağlam değildir. Tirmizî, bu hadisin senedine güvenilemeyeceğini belirtmiş, Nesâî de bu hadisi münker görmüştür. İbn Mâce de bu hadisi Ebû Hüreyre'den rivâyet etmiş ise de senedi birinciden de zayıftır. İbn Hacer, Ebû Hüreyre hadisinin sahih olmadığını söylemiştir. Hadisin başka bir varyantında: "Üsttekini de, alttakini de recmedin" denmektedir ki bu da sahih değildir. Beyhakî'nin: "Erkek, erkeğe varırsa ikisi de zinâ edendir. Kadın, kadına varırsa ikisi de zinâ edendir" rivâyetinin senedinde, Ebû Hâtim'in yalancılıkla suçladığı Muhammed İbn Abdirrahmân vardır. İbnu't-Tullâ', Ahkâm'ında: "Peygamber (s.a.s.)'in livâta yapanı recmettiği veya onun hakkında bir hüküm verdiği sübût bulmamıştır" demiştir. Tirmizî şöyle diyor: "İlim adamları, livâta yapanın cezâsı konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bazılarına göre evli olsun, bekâr olsun livâta yapan kimse recmedilir. Mâlik, Şâfiî, Ahmed ibn Hanbel ve İshak ibn Râhveyh bu görüştedirler. Tâbiîlerden bazı fakîhlere göre de livâtanın cezâsı, zinâ cezâsının aynıdır. Hasan-ı Basrî, İbrâhim Nehâî, Atâ ibn Ebî Rabâh da bu görüştedirler (Tirmizî, Sünen, 4/58, Mısır baskısı).
Ebû Hanîfe'ye göre, hakkında bir hüküm bulunmadığı için livâtaya cezâ gerekmez. Şâfiî'ye göre Lût şerîatında haram olan bu işi yapanlar recmedilirdi. "Onlar, Allah'ın, doğru yola itettiği kimselerdir, onların yoluna uy" (6/En'âm, 90) âyeti uyarınca bizden öncekilerin şeriatindeki hükümler bizim şeriatimizde neshedilmedikçe bizim için de geçerlidir. Livâta yapanları Cenâb-ı Hak kınadığına göre demek ki buna uygulanan cezâ, şeriatimizce neshedilmemiştir. Şâfiî'nin bu görüşü açık bir delilden yoksundur. Önce recm, Kur'an'ın hükmü değil; Tevrat'ın hükmüdür. Kur'an zinâ konusunda açık hüküm getirdiğine göre demek demek ki Tevrat'ın recm hükmünü neshetmiştir. Öyle ise livâtanın cezâsı, zinânın cezâsı olan recmdir demek doğru değildir. Çünkü zinânın cezâsı recm değil; yüz sopadır.
Ayrıca Lût şeriatinde livâta yapanların recmedildiğine dair bir delil de yoktur. Olsa bile Cenâb-ı Hak Kur'an'da ne zinâ, ne de livâta hakkında recm cezâsı emretmemiştir. Ebû Hanife'nin görüşü daha isâbetlidir. Şeriat livâtaya bir cezâ koymamıştır. Fâili tevbe etmezse Allah'ın cezâsına mâruz kalacaktır. Kur'ân-ı Kerim'de bütün günahlara cezâ konmuş değildir. Şarap içmek, gıybet etmek, oruç tutmamak, da haramdır, ama Kur'an'da şarap içene, dedikodu yapana, oruç bozana bir cezâ bir cezâ konmamıştır. Bunların cezâsını bizzat Yüce Allah, âhirette verecektir.
Bu konudaki görüşleri toplayan Şevkânî şöyle diyor: "İlim sahipleri, mütevâtir hadislere dayanarak livâtanın haram ve büyük günahlardan; yapanların da mel'un olduğu kanısına vardıktan sonra cezâsı konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bir grup sahîbî, evli olsun, bekâr olsun livâta yapanın da, yapılanın da öldürüleceği kanısındadır. Şâfiî, Nâsır, Kasım ibn İbrâhim de bu görüşü benimsemişlerdir, görüşlerine de livâtacının recmedileceği hakkındaki münker hadisi delil getirmişlerdir. Bu görüş sahipleri, öldürmenin nasıllığı hakkında da görüş ayrılığı içindedirler. Hz. Ali'den, livâtacının kılıçla öldürülüp sonra yakılacağı rivâyet edilmiştir. Hz. Ömer ve Osman'a göre livâtacı, duvarın altına konulup üstüne duvar yıkılarak öldürülür. İbn Abbas'a göre kentin en yüksek binasından baş aşağı atılarak öldürülür. Kimine göre de recmedilir."
Daha sonra Şevkânî şöyle diyor: "Muhakkak ki bu rezâleti işleyen kimse, âleme ibret bir cezâ verilir. Azgınların şehvetini kıracak biçimde işkence edilir. Ebû Hanîfe'ye ve Şâfiî'den gelen başka bir kavle, Murtaza ve Müeyyidbillâh'a göre livâtacı, yalnız ta'zir edilir. Livâtacı hakkındaki deliller özellik, zinâ hakkındaki deliller ise genellik arz ettiği için bu konuda büyük görüş ayrılıkları vardır..." (Neylü'l-Evtâr, 17/116-118)
İbnu't-Tullâ'ın da belirttiği gibi, livâta yapanın öldürüleceği veya recmedileceği hakkındaki hadislerin hiçbirisi sahih değildir. Zâten sahih olsaydı, sahâbîlerden cezâ konusunda bu kadar görüş ayrılığı nakledilmezdi. Bu görüş ayrılıkları, Hz. Peygamber'den sonra sahâbîlerin, onlardan sonra da tâbiîlerin, konu hakkında kendi düşüncelerini belirttiklerinden, kimi livâtacının öldürüleceğini, kimi yüksek binâdan aşağı atılarak, kimi üstüne duvar yıkılarak öldürüleceğini, kimi öldürülmeyip sadece ta'zir edileceğini söylemiştir ki, zâten Kur'an'ın bu konuda belirlediği cezâ da tâzir cezâsıdır. Onun için Ebû Hanife, bir kavle göre Şâfiî de livâtacının sadece ta'zir edileceğini söylemiştir. Muhammed Reşid Rızâ da bu görüştedir.
Hanefîlere göre ta'zir, dövmek, böylelerini en kötü, pis bir yerde ölünceye, ya da tevbe edinceye dek hapsetmek sûretiyle olur. Ebû Müslim el-Horasânî; "İçinizden iki erkek fuhşa varırsa..." âyetinde, livâtacı fâil ve mef'ûlün kasdedildiğini söyler. Biz o âyetin tefsirinde, üstad İmam (Muhammed Abduh'un da Ebû Müslim'in görüşünde olduğunu söylemiştir. Bu görüş, şöyle diyenlerin sözüne uygundur: Livâtanın cezâsı da ta'zirdir, ama bu, eziyet olan herhangi bir tazda yapılabilir. Sadece bu sözle (hakaret ederek), fiilen (döverek) yapılabileceği gibi, işkencesiz de yapılabilir (Tefsîru'l-Kur'âni'l-Hakîm, 8/518-519).
Bu görüş ayrılıkları, livâta cezâsı hakkında âyette belirtilen eziyet cezâsından ayrı bir cezânın olmadığını kanıtlar. Zira recm Kur'an hükmü değildir. Dediğimiz gibi, eğer bazı hadislerde belirtildiği üzere Peygamber (s.a.s.) gerçekten recmi uygulamışsa, bu, mutlaka zinâ cezâsını belirleyen âyetin inmesinden önce olmuş ve zinâ cezâsını belirleyen âyet, aslında Tevrat'ın hükmü olan recmi hafifleterek yüz sopaya çevirmiştir.
"Câriyeler evlendikleri halde zinâ ederlerse onlara, hür kadınlara yapılanın yarısı kadar işkence ediniz!" (4/Nisâ, 25) âyeti, zinâ eden evli câriyelere, hür kadınlara yapılan işkencenin yarısı kadar işkence edilmesini bildirmektedir. Bunun da zinâ cezâsının sadece işkence olduğu anlaşılır. Çünkü bu cezâ, burada olduğu gibi 33/Ahzâb 30 ve 24/Nûr 8. âyetlerde hep azâb olarak anılmaktadır. Azâb ise işkencedir, recm değildir. Çünkü recm, azâptan öte bir şeydir. Fecî bir şekilde öldürmedir. Zâten Kur'an, böyle taşlayarak öldürme anlamında recmi birkaç yerde anmaktadır (Bak. 19/Meryem, 46; 36/Yâsin, 18; 26/Şuarâ, 116; 11/Hûd, 91; 44/Duhân, 20; 18/Kehf, 20).