Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Ey insanlar, size hac farz kılınmıştır. Haccı edâ edin!” Cemaatte bulunan bir adam:
“Her sene mi, ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordu. Rasûlullah cevap vermedi. Adam sorusunu üç kere tekrar etti. Bunun üzerine:
“Ben sizi bıraktıkça siz de beni bırakın (Ben sükût ettiğim halde, niye sormada ısrar ediyorsunuz?). Şâyet (sorunuza) ‘evet’ deseydim, her yıl haccetmek vâcip oluverirdi ve buna güç yetiremezdiniz. Şunu bilin ki, sizden öncekileri helâk eden şey, çok sual sormaları ve peygamberleri hakkında ihtilâflarıdır. Size bir iş emrettiğim zaman, bunu gücünüz yettiğince îfâ edin, bir yasaklamada bulunduğum vakit de ondan kaçının (bu emir ve yasakla ilgili olarak aklınıza gelen her şeyi sormaya kalkmayın!)”[1]
Akrâ İbnu’l-Hâbis (r.a.) Rasûlullah (s.a.s)’a sordu:
“Hac, her sene midir, ömürde bir kere midir?” Rasûlullah şöyle cevap verdi:
“Bir keredir; fazla yapan nâfile yapmış olur.”[2]
“Kim kendisini Beytullahi’l-Haram’a ulaştıracak kadar azık ve bineğe sahip olduğu halde haccetmemişse onun yahûdi veya hıristiyan olarak ölmesi arasında fark yoktur. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “Oraya yol bulabilen insanın, Allah için Kâbe’yi haccetmesi gerekir.” (Âl-i İmrân: 3/97)[3]
“Şüphesiz Allah size haccı farz kıldı, haccı îfâ edin.”[4]
“İslâm beş şey üzerine binâ edilmiştir: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.s.)’in Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Beytullah’ı haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak.”[5]
“Hac ve umreyi peşi peşine yapın. Bu ikisi, körüğün demir, altın ve gümüşün pasını yok ettiği gibi, fakirliği ve günahları yok eder. Mebrûr haccın sevabı, ancak cennettir.”[6]
“Hac yapmak isteyen acele davransın.” (Ebû Dâvud, Menâsik 6, hadis no: 1732)
Bu hadis, hac konusunda acele davranmanın gereğine dikkat çekmektedir. Haccın arzuya bağlı nâfile bir ibâdet olmayıp, şartlara bağlı bir farz olduğu gözönüne alınınca; “Hac yapmak isteyen” tâbirini, “hac kime farz olmuşsa” şeklinde anlayıp şöyle ifâde etmemiz gerekir: “Bir kimseye hac farz oldumu, bunu yerine getirmede acele etsin.” Öyle ise, hacda esas olan ta’cildir/acele davranmaktır. Özellikle yurdumuzda kökleşmiş olduğu üzere ileri yaşlara, yaşlılığa bırakmak doğru değildir. Bu hadisin Beyhakî’deki ziyâdesi meseleye daha da açıklık getirir:
“Sizden kimse, başına ne gelecek bilemez; hastalanacak mı, fakir duruma mı düşecek?”
Allah elçisine,
“Hangi amelin daha fazîletli olduğu” sorulunca şöyle buyurdu:
“Allah’a ve Rasûlüne iman.”
“Sonra hangisi?” denildi.
“Allah yolunda cihad” buyurdu.
“Sonra hangisi?” sorusuna ise;
“Mebrûr hac” cevabını verdi.[7]
“Kim hac yapar, bu esnâda cinsî temastan korunur, çirkin söz ve davranışlardan uzak durursa, annesinden doğduğu gündeki gibi günahlarından kurtulur.”[8]
“Hac ve umre yapanlar Allah’ın misafirleridir. O’ndan bir şey isterlerse, onlara cevap verir (duâlarını kabul eder), af isterlerse onları affeder.”[9]
“Cenâb-ı Hakk’ın arefe günü (vakfe sırasında) cehennemden âzâd ettiği kulların sayısı diğer günlerde âzâd edilenlerle kıyaslanmayacak kadar çoktur. Allah, arefe günü vakfe yapanlara yaklaşır. Sonra onlarla meleklere karşı iftihar ederek ‘bunlar ne istiyorlar ki, bütün işlerini bırakıp burada toplandılar’ der.”[10]
“Allah’ın cehennemden en çok kul âzâd ettiği gün, arefe günüdür.”[11]
Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor:
“Ey Allah’ın Rasûlü, dedim, cihâdı amellerin en fazîletlisi görüyoruz; biz (kadınlar) de cihâd etmeyelim mi?” Rasûlullah (s.a.s.) şöyle cevap verdi:
“Ancak (kadınlar için), cihâdın en efdal ve en güzeli hacc-ı mebrûrdur.”
Hz. Âişe der ki: “Bunu işittikten sonra haccı hiç bırakmadım.”[12]
“Küçüğün, büyüğün (ihtiyarın), zayıfın, kadının cihadı hac ve umredir.”[13]
“Umre, ikinci bir umreye kadar olan günahlara keffârettir. Mebrûr haccın karşılığı ise ancak cennettir.”[14]
“Beyt’i (Kâbe-i Muazzama’yı kim elli defa tavaf ederse, günahlarından çıkar ve tıpkı annesinden doğduğu gündeki gibi olur.”[15]
Hz. Câbir anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.), (üç kere hac yaptı. Şöyle ki:) Hicret etmezden önce iki, hicretten sonra da bir hac ve bununla birlikte bir umre yaptı. Bu hac sırasında (Medine’den) altmış üç deve sevketti. O sırada Hz. Ali (r.a.) Yemen’den geldi (Beraberinde, Rasûlullah’ın kestiği kurbanların) geri kısmı da vardı. Bunlar arasında (Ebû Cehil’e ait olup, Bedir savaşında ganimet olarak alınan) burnunda gümüş halka bulunan deve de vardı. Rasûlullah (s.a.s.) hepsini kesti. Rasûlullah, her deveden bir parça alınmasını emretti. Bunlar (bir kapta) pişirildi. Efendimiz suyundan içti.”[16]
Bir adam;
“Ey Allah’ın Rasûlü! Bana hac farz oldu; Borcum da var (önce hangisini ödeyeyim?)” diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.):
“Önce borcunu öde!” buyurdu.[17]
Bir kadın, Rasûlullah (s.a.s.)’a gelerek:
‘Ben haccetmek için hazırlık yapmıştım. Bana (bir mâni) ârız oldu, ne yapayım?’ diye sordu. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu:
“Ramazanda umre yap; zira o ayda umre tıpkı hac gibidir.”[18]
Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.)’a
“Hangi hac daha efdaldir?” diye sorulmuştu. Rasûlullah şöyle buyurdu:
“Yüksek sesle telbiye getirilip, kurban kesilerek yapılan hac!”[19]
“Telbiyede bulunan hiçbir müslüman yoktur ki, onun sağında ve solunda bulunan taş, ağaç, sert toprak onunla birlikte telbiyede bulunmasın, bu iştirak (sağ ve solunu göstererek) şu ve şu istikamette arzın son hudûduna kadar devam eder.”[20]
Telbiye, hac sırasında ihrâma girildiği andan itibaren bayramın birinci günü (Zilhicce’nin 10. günü) Cemre-i Akabe’de ilk taşın atılmasına kadar yüksek sesle okunan şu duâdır: “Lebbeyk Allahumme lebbeyk, lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk, inne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk, lâ şerîke lek.” “Buyur Allah’ım buyur! Dâvetine bütün samîmiyetimle icâbet ettim! Buyur Allah’ım buyur! Senin eşin/ortağın yoktur. Buyur Allah’ım buyur! Hamd Senin, nimet Senin, mülk Senin. Bunların hiçbirinde eşin/ortağın yoktur!”
Rasûlullah (s.a.s.) bin bir sıkıntıya katlanarak, pek çok müşkilleri hallederek mübârek beldelere gelmekle Allah’ın emrine fiilen uymuş bulunan insanların icâbet hallerinin kavlî ifâdesi olan “telbiye”yi, sözdeki samîmiyete binâen hâsıl olan ihlâs sebebiyle, kişinin sağ ve solunda yer alan taş, ağaç, toprak bütün mevcûdâtın, arzın son hudûduna varıncaya kadar tekrar edeceğini haber vermektedir. Bu hadisle haccın haşmetini, mânevî değerinin de sosyal ve siyasal yönlerine paralel şekilde müstesnâ bir azamet taşıdığını anlamaktayız.
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’ı telbiye ederken işittim; şöyle diyordu: “Lebbeyk Allahumme lebbeyk, lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk, inne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk, lâ şerîke lek.” Bu kelimelere başka ilâvede bulunmuyordu.”[21]
Âbis bin Rebîa (r.a.) anlatıyor: Ben Hz. Ömer (r.a.)’i Haceru’l-Esved’i öperken gördüm. Onu hem öptü, hem de: “Biliyorum ki sen bir taşsın; ne bir faydan ne de zararın vardır. Ben Rasûlullah (s.a.s.)’ı seni öper görmeseydim, seni asla öpmezdim” dedi.[22]
İbn Ömer anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.), (tavâfın) her şavtında Rükn-i Yemânî ve Haceru’l-Esved’i istilâm etmeyi terketmezdi.”[23]
Hanzala (r.a.) anlatıyor: “Tâvus merhumu (tavaf yaparken) gördüm. Rükne gelince (Haceru’l-Esved) üzerinde izdiham bulursa sıkışıklık yapmaz, geçer giderdi; boş ve müsait bulursa üç sefer öperdi. Sonra şunu söyledi: “Ben İbn Abbas (r.a.)’ı aynen böyle yaparken gördüm.” İbn Abbas da: “Hz. Ömer (r.a.)’i aynen böyle yaparken gördüm” dedi. Hz. Ömer (r.a.) de: “Ben Rasûlullah (s.a.s.)’ı böyle yaparken gördüm” dedi.[24]
“Beytullah etrafında tavaf, namaz gibidir. Ancak, bunda konuşabilirsiniz. Kim tavaf sırasında konuşursa sadece hayır konuşsun.”[25]
“Beytullah’ı tavaf etmek, Safâ ve Merve arasında sa’y etmek ve şeytan taşlamak Allah’ı zikretmek için emredilmiştir.”[26]
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’a zemzem suyu verdim, ayakta içti.”[27]
“(Kâbe’ye) Kur’ân-ı Kerim’de, ‘Beytu’l-Atîk’ denmiş olması (Hacc: 22/29, 33) ona hiçbir cebbârın/zorbanın galebe çalamamış olmasındandır.”[28]
Kur’ân-ı Kerim’de Kâbe’ye iki ayrı âyette Beytu’l-Atîk denmektedir. Lügat olarak atîk; kadîm (eski), nefîs, kıymetli, şerefli demektir. Kâbe-i Şerîfe’ye bu mânâların hepsini izâfe ederiz. Eskidir, çünkü bizzat Kur’ân-ı Kerim’in ifâdesiyle: “Yeryüzünde ibâdet için inşâ olunan ilk beyt’tir.” (Âl-i İmrân: 3/96). Atîk, bir de “âzâd edilmiş” anlamına gelir. Nitekim bir rivâyette: “Allah onu cebbârların galebesinden âzâd etmiştir” buyrulmaktadır. Cebbâr; zâlim, ‘öfke sebebiyle cana kıyan, öldüren’ demektir. Şu halde tâ bidâyetlerden beri hiçbir devirde kahırla, zorla zâlimler Kâbe üzerinde hâkimiyet kuramamışlardır. Bunun en güzel misali, Ebrehe ordusunun bozgunudur. Fîl sûresinde Ebâbil kuşlarının havadan bıraktıkları bombamsı küçük parçacıklarıyla Kâbe’yi istilâya gelen Habeş ordusunun nasıl perişan edildiği anlatılır.[29] İkrime (r.a.): “Kâbe’ye Beytu’l-Atîk denmesinin sebebi, onun Nûh tûfanı sırasında yıkılmaktan âzâd edilmiş olmasıdır” demiştir. Şu halde, bütün rivâyetler Kâbe’nin eskiliği, şerefi ve korunmuşluğu hususunda ittifak ederler.
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: “(Câhiliyye devrinde) Kadın, Kâbe-i Muazzama’yı çıplak olarak tavaf eder ve şöyle derdi: ‘Bana kim ödünç bir tavaf elbisesi verecek?’ Elbiseyi, fercinin üzerine kor: (Şiir diliyle): ‘Bugün bir kısmı veya tamamı görülür, ama ondan açılanı helâl etmem’ derdi. Bu tatbikatla ilgili şu âyet indi:
“Ey Âdemoğulları! Her mescide güzel elbiselerinizi giyerek gidin. Yiyin, için; fakat israf etmeyin. Allah müsrifleri sevmez.” (A’râf: 7/31)[30]
Rasûlullah’a, ihramlının giyebileceği şeylerden sorulmuştu. Şu cevabı verdi:
“Muhrim (ihramlı) kamîs (gömlek), sarık, bürnus (takke), şalvar/pantolon, vers (sarı boya veya koku) veya zâferan bulaşmış bir giysi taşımaz. Ayağında da mest (ve benzeri ayakkabı) yoktur. Ancak nalın (terlik) bulamazsa, mestlerin topuktan aşağı kısmını kesmelidir.”
Buhârî’de şu ziyâde var:
“İhramlı kadın, yüzünü örtmez, eldiven de kullanmaz.”[31]
[1] Buhârî, İ’tisâm: 4; Müslim, Hacc: 412, hadis no: 1337, Fedâil: 130, hadis no: 1337; Nesâî, Hacc: 1, hadis no: 5, 110-111.
[2] Ebû Dâvud, Hacc: 1, hadis no: 1721; Nesâî, Hacc: 1, hadis no: 5, 111; İbn Mâce, Menâsik: 2, hadis no: 2886.
[3] Tirmizî, Hacc: 3, hadis no: 812.
[4] Müslim, Hacc: 412; Nesâî, Menâsik: 1; Ahmed bin Hanbel, II/508.
[5] Buhârî, İman 1, 2; Müslim, İman 19-22; Tirmizî, İman 3; Nesâî, İman 13.
[6] Tirmizî, Hac: 2; Nesâî, Hacc: 6 hadis no: 5, 115; İbn Mâce, Menâsik: 3, hadis no: 2886.
[7] Buhârî, Cihad: 1, Hacc: 4, 34, 102, Umre: 1; Müslim, İman: 135, 140; Tirmizî, Mevâkît: 13, Hacc: 6, 14, 88; Dârimî, Menâsik: 8, Salât: 24, 135.
[8] Buhârî, Muhsar: 9, 10; Nesâî, Hac: 4; İbn Mâce, Menâsik: 3; Dârimî, Menâsik: 7; Ahmed bin Hanbel, Müsned: II/229, 410, 484, 494.
[9] İbn Mâce, Menâsik: 5.
[10] Müslim, Hacc 1348.
[11] Müslim, Hacc: 436; Nesâî, Menâsik: 194; İbn Mâce, Menâsik: 56.
[12] Buhârî, Hacc: 4, Cezâu’s-Sayd: 26, Cihâd: 1; Nesâî, Hacc: 4, hadis no: 5, 113.
[13] Nesâî, Hacc: 4, hadis no: 5, 114; İbn Mâce, Menâsik: 8, hadis no: 2902.
[14] Buhârî, Umre: 1; Müslim, Hacc: 437, hadis no: 1349; Tirmizî, Hacc: 6, 90, hadis no: 933; Nesâî, Menâsik: 3, 5 hadis no: 5, 112, 115, Hacc: 3, Zekât: 49, İman: 1; İbn Mâce, Menâsik: 3, hadis no: 2887; Muvattâ, Hacc: 65, hadis no: 2, 346; Dârimî, Menâsik: 7, Salât: 135; Ahmed bin Hanbel, I/387, III/114, 412, IV/342.
[15] Tirmizî, Hacc: 41, hadis no: 866.
[16] Tirmizî, Hacc: 6, hadis no: 815.
[17] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 6, s. 164.
[18] Buhârî, Umre: 4, Cezâu’s-Sayd: 26; Müslim, Hacc: 222; Nesâî, Sıyâm: 6, hadis no: 4, 130; Muvattâ, Hacc: 66; Ebû Dâvud, Hacc: 79; Tirmizî, Hacc: 95; İbn Mâce, Hacc: (Menâsik) 45.
[19] Tirmizî, Hacc: 14, hadis no: 827, Tefsîr, Âl-i İmrân, hadis no: 3001.
[20] Tirmizî, Hacc: 14, hadis no: 828.
[21] Buhârî, Hacc: 26, Libâs: 89; Müslim, Hacc: 19, hadis no: 1184; Muvattâ, Hacc: 28; Tirmizî, Hacc: 13, hadis no: 825; Ebû Dâvud, Menâsik: 27, hadis no: 1812; Nesâî, Hacc: 54, hadis no: 5, 159-160.
[22] Buhârî, Hacc: 50, 57, 60; Müslim, Hacc: 248, 120; Muvattâ, Hacc: 36, hadis no: 1367; Tirmizî, Hacc: 37, hadis no: 860; Ebû Dâvud, Menâsik: 47, hadis no: 1873; Nesâî, Hacc: 147, hadis no: 5, 227; İbn Mâce, Menâsik: 27, hadis no: 2943.
[23] Ebû Dâvud, Menâsik: 48, hadis no: 1876; Nesâî, Hacc: 156, hadis no: 5, 231.
[24] Nesâî, Hacc 148, hadis no: 5, 227.
[25] Tirmizî, Hacc: 122, hadis no: 960; Nesâî, Hacc: 136, hadis no: 5, 222.
[26] Ebû Dâvud, Menâsik: 51, hadis no: 1888; Tirmizî, Hacc: 64, hadis no: 902.
[27] Buhârî, Hacc: 76, Eşribe: 16; Müslim, Eşribe: 117, hadis no: 2027; Tirmizî, Eşribe: 12, hadis no: 1883.
[28] Tirmizî, Tefsir, Hacc, hadis no: 3169.
[29] Fîl: 105/1-5.
[30] Müslim, Tefsir: 25, hadis no: 3028, Hacc: 131, hadis no: 5, 233, 234.
[31] Buhârî, Hacc: 21, Cezâu’s-Sayd: 13, 15, İlm: 53, Salât: 9; Müslim, Hacc: 1, hadis no: 1177; Muvattâ, Hacc: 8, Tirmizî, Hacc: 18, hadis no: 833; Ebû Dâvud, Menâsik: 32; Nesâî, Hacc: 28, hadis no: 5, 129.