Ashâb-ı Kehf Tarsus'ta mı?

 

Ashâb-ı Kehf'in yaşadığı yer olarak gösterilen ikinci yer Tarsus'tur. Gerçekten de Tarsus'un kuzeybatısında Encilüs veya Bencilüs adıyla bilinen dağda Kuran'daki tariflere uygun bir mağara vardır.

Tarsus fikri birçok İslâm aliminin de ortak görüşüdür. Kur’an tefsircilerinin en ünlülerinden biri olan Taberi, Tarihu’l-Ümem isimli kitabında, Ashâb-ı Kehf'in mağarasının bulunduğu dağın Adını "Bencilüs"olarak belirtmiş, bu dağın da Tarsus'ta olduğunu söylemiştir (Taberî, Tarihu’l-Ümem).

Yine tanınmış tefsircilerden olan Muhammed Emin, dağın isminin "Pencilüs" olduğunu ve Tarsus'ta bulunduğunu belirtmiştir. "Pencilüs" olarak telaffuz edilen isim bazen "Encilüs" olarak da söylenmektedir. Ona göre, buradaki isim farklılığı, "B" harfinin farklı söylenmesi veya "tarih aşındırması" denen kelimenin harf kaybından ibarettir (Muhammed Emin).

Bir diğer tanınmış Kuran alimi olan Fahreddin Râzî de eserinde, "bu yere Efsus denilse de, buradan kasıt Tarsus'tur, zira Efsus, Tarsus'un başka bir Adıdır" diyor (Fahreddin Râzi).

Bunlardan başka, Kadı Beyzavi'nin ve Nesefi'nin tefsirlerinde, Celaleyn ve Tıbyan tefsirlerinde, Elmalılı'nın, Ö. Nasuhi Bilmen'in ve diğer birçok alimin tefsirlerinde bu yerin ismi olarak "Tarsus" verilmiştir. Ayrıca tüm bu müfessirler 17. âyetteki "güneş doğduğunda onların mağaralarına sağ yandan yönelir, battığında onları sol yandan keser geçerdi" cümlesini, bu dağdaki mağaranın ağzının kuzeye bakıyor olmasıyla açıklarlar (Kadı Beyzavi’nin, Nesefi’nin, Celaleyn ve Tıbyan tefsirlerinde, Elmalılı’nın, Ö. Nasuhi Bilmen’in tefsirlerinde).

Ashâb-ı Kehf'in yaşadığı yer, Osmanlı İmparatorluğu zamanında da merak edilmiş ve bununla ilgili bazı araştırmalar yapılmıştır. Başbakanlık Osmanlı arşivlerinde konuyla ilgili bir dizi yazışma ve bilgi mevcuttur. Örneğin Tarsus mahalli idaresinin Osmanlı Devleti Hazine Amirine gönderdiği bir mektupta, Tarsus'ta bulunan Bencilus Dağı'ndaki Ashâb-ı Kehf mağarasının koruma ve temizliği ile ilgilenenlere maaş bağlanması konusundaki talebini bildiren bir dilekçe ve mektup yer alır. Bu mektuba cevap olarak, istenen maaşların devlet hazinesince ödenebilmesi için, burasının hakikaten Ashâb-ı Kehf'in yaşadığı yer olup olmadığı konusunun araştırılması gerektiği bildirilmiştir. Bunun için yapılan araştırmalar da Ashâb-ı Kehf'in mağarasının yerinin tesbitinde yararlı olmuştur.

Meclis tarafından yaptırılan bir araştırmadan hazırlanan raporda şöyle denmiştir: "Adana eyâletine bağlı bulunan Tarsus'un kuzeyinde ve Tarsus'a iki saat uzaklıktaki dağda bir mağara bulunmaktadır ve bu mağaranın ağzı Kuran'da bildirildiği gibi kuzeye bakar." (Ahmet Akgündüz, Tarsus Tarihi ve Ashâb-ı Kehf).

Ashâb-ı Kehf'in kimler olduğu, ne zaman yaşadıkları ve nerede yaşadıkları gibi konular her zaman ilgili insanları araştırmaya yöneltmiş bu konu ile ilgili birçok yorum yapılmıştır. Ancak bu yorumların hiçbirisi bir kesinlik içermemektedir, dolayısıyla Mağaraya sığınan bu inançlı gençlerin hangi tarihlerde yaşadıkları, âyetlerde zikredilen mağaranın nerede olduğu sorularına kesin cevaplar verilememektedir.

Kavimlerin helâki ile ilgili son olarak şunları söyleyebiliriz: "Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler. Onlar, güç bakımından kendilerinden daha üstün idiler, toprağı alt-üst etmişler (ekmişler, mâdenler, sular arayıp çıkarmışlar) ve onu, kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Elçileri de, onlara açık delillerle gelmişti. Demek ki Allah onlara zulmetmiyordu, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı." (30/Rûm, 9)

Buraya kadar incelediğimiz tüm kavimlerin Allah'a başkaldırmak, O'na ortak koşmak, yeryüzünde haksız yere büyüklenmek, insanların mallarını haksızlıkla yemek, cinsel sapmalara ve azgınlığa yönelmek gibi ortak bazı özellikleri vardı. Bir başka ortak özellikleri ise, yanlarındaki müslümanlara karşı baskı ve zulüm uygulamalarıydı. Müslümanları sindirmek için her türlü yolu deniyorlardı.

Kur’an’ın bütün bunları hatırlatmaktaki amacı, elbette tarih bilgisi vermek değildir. Kuran’da, peygamber kıssalarının "ibret" alınması için anlatıldığı bildirilir. Önceden helâk olanlar, sonrakileri doğruya yöneltmelidir: "Kendilerinden önceki kuşaklardan nicelerini yıkıma uğratmamız, onları doğruya yöneltmedi mi? (Oysa bugün kendileri) onların kaldıkları yerlerde (tarihî kalıntıları üzerinde) gezinip durmaktadırlar. Şüphesiz bunda sağduyu sahipleri için âyetler vardır." (20/Tâhâ, 128)

Eğer tüm bunlara "ibret" gözüyle bakarsak, bugün içinde bulunduğumuz toplumun bazı kesimlerinin de helâk olmuş kavimlerden hiç de az sayılmayacak bir bozulma ve taşkınlık içinde olduğunu görebiliriz.

Özellikle -sosyete olarak da bilinen- "kavmin önde gelenlerinin" önemli bir bölümü, kıssalarda anlatılan helâk olmuş kavimlerden pek farklı değildir. Bu kesim, büyük çoğunluğu İslâm'ın hükümlerini bildiği halde, her türlü taşkınlığı ve sapkınlığı uygulamaktan çekinmemektedir. Müslümanlara karşı olan düşmanlıkları da herkesçe bilinmektedir.

İşin daha da ilginç yanı, içinde bulunduğumuz toplumda sayısı oldukça kabarık bir "Lût Kavmi"nin bulunmasıdır. "Kavmin önde gelenleri"yle birlikte toplu seks partilerine katılan homoseksüeller, Sodom ve Gomora'lı benzerlerini geride bırakacak sapkınlıklar sergiliyorlar. Özellikle İstanbul'da yaşayan belli bir kesim, Pompei'yi bile "aşmış" durumda...

İncelediğimiz bütün kavimler, mutlaka doğal sebeplerle gelen âfetler neticesinde cezâlandırılmışlardır (deprem, sel, fırtına, vs. gibi). Günümüzde aşırı giden ve eski kavimlerin işlediği suçları işleyen toplumlar da, benzer yöntemlerle cezâlandırılabilirler. Ülkemizde de durum pek farklı değildir. Özellikle İstanbul, halkı müslüman olan ülkeler arasında, eşcinsellik, cinsel sapıklık, dini inkâr etme ve alaya alma, sosyal adâletsizlik konularında önde giden bir şehir olmuştur.

Unutulmamalıdır ki Allah, dilediği anda dilediği insanı ya da toplumu helâk edebilir. Ya da dilediğini dünya hayatı boyunca normal bir şekilde yaşatır ve âhirette azaplandırır. Kuran’da, bu konuda şöyle bildirilir: "İşte Biz, onların her birini kendi günahı ile yakalayıverdik. Böylece onlardan kiminin üstüne taş fırtınası gönderdik, kimini şiddetli bir çığlık sarıverdi, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmedici değildi, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı." (29/Ankebût, 40)

Kuran’da, Hz. Mûsâ döneminde Firavun ailesinden olup da imanını gizlemekte olan bir mü’minin kavmine olan seslenişi de şöyle aktarılır: "Dedi ki: ‘Ey Kavmim, ben o fırkaların gününe benzer (bir günün felâketine uğrarsınız) diye korkuyorum. Nûh kavmi, Âd, Semûd ve onlardan sonra gelenlerin durumuna benzer. Allah, kullar için zulüm istemez ve ey kavmim, doğrusu ben sizin için o feryat gününden korkuyorum. Arkanızı dönüp kaçacağınız gün; sizi Allah'tan koruyacak yoktur. Allah, kimi saptırırsa artık onu doğruya yöneltecek bulunmaz." (40/Mü’min, 30-33)

Gönderilen tüm peygamberler imanını saklayan bu mü’min kişi gibi kavmini uyarmış, Kıyâmet gününü haber vermiş ve onları Allah'ın azâbı ile korkutmuşlardır. Her peygamber ve uyarıcının hayatı bu gerçekleri anlatmakla geçmiştir. Ancak her defasında gönderildikleri toplumlar onları yalancılıkla, maddî çıkar elde etmeye çalışmakla ya da üstünlük peşinde koşmakla suçlamış ve onların anlattıklarını düşünmeden, kendi yaptıklarını yargılamadan uygulamakta oldukları sistemlerini devam ettirmişlerdir. Bir kısmı daha da ileri giderek mü’minleri öldürmeye veya toplumdan sürmeye çalışmıştır. Peygambere iman edip itaat eden mü’minlerin sayısı ise her defasında çok sınırlı olmuş ve Allah yalnızca peygamberi ve ona inananları kurtarmıştır.

Aradan binlerce sene geçmesine ve mekânların, şekillerin, teknoloji ve medeniyetlerin değişmesine rağmen bahsedilen toplum yapısında ve inkâr sisteminde değişen pek bir şey yoktur; az önce vurguladığımız gibi, yaşadığımız toplumun bir kesimi, Kuran'da anlatılan kavimlerin tüm özelliklerini üzerinde barındırıyor. Tartıda adâletsizlik yapan Semûd Kavmi gibi bugün de sahtekâr ve dolandırıcılar azımsanmayacak sayılarda. Veya cinsel sapmaların doruğa ulaştığı Lût Kavmi'nden hiç de aşağı kalmayan ve her fırsatta da bazı çevreler tarafından savunulan bir "eşcinseller topluluğu" var. Ya da en az Sebe’ halkı kadar Allah'ın nimetlerine nankör ve isyankâr, İrem halkı kadar verilen zenginliğe şükretmeyen, Nûh Kavmi gibi itaatsiz ve mü’minlere karşı alaycı, Âd Kavmi kadar sosyal adâlete önem vermeyen bir kitle, toplumun büyük bir kesimini oluşturuyor.

Bunlar çok önemli işaretlerdir... Unutulmamalıdır ki, toplumlarda ne türlü değişiklik olursa olsun, teknolojik yönden ulaşılan seviye veya edinilen imkânlar, hiçbir önem taşımamaktadır. Bunlar, kimseyi Allah'ın azâbından kurtarıcı değildir. Kuran’da bu gerçek şöyle hatırlatılır: "Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler. Onlar güç bakımından kendilerinden daha üstün idiler, toprağı alt üst etmişler (ekmişler, mâdenler, sular arayıp çıkarmışlar) ve onu, kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Peygamberleri de onlara açık delillerle gelmişti. Demek ki Allah onlara zulmetmiyordu, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı." (30/Rûm, 9) [1]

Tarihin helâk olayları tekrarlanmasın, eski kavimlerin başına gelen bu âfetler, içinde yaşadığımız toplumlara ulaşmasın istiyorsak, helâk sebeplerini tümüyle terk etmek mecbûriyetimiz vardır. İbret alınmadığı müddetçe tarihin tekerrür edeceğini unutmamalıyız. Kur’an sırf ibret alalım, bizden öncekilerin başına neler gelmiş görelim ve aynı  tehlikeli yolu tutmayalım diye yeryüzünde gezip eski kavimlerin durumunu öğrenmemizi ister. Bu gerekçelerle helâk olan kavimleri anlatır.

Türkçe’de tehlike olarak bilip kullandığımız kelimenin aslı, helâk kavramıyla ilgilidir. Helâk kelimesiyle tehlike kelimesi aynı kökü paylaşırlar. Tehlike (aslı, tehlüke): Helâke Sebep olan, helâke yani yok  olmaya, büyük zarara sebep olabilecek durum demektir. İnsanlar tehlikeden, tehlikeli olan şeylerden kaçınmak ister. Bu, doğaldır; insanın kendini koruma fıtratıyla ilgilidir. Yok olmak, helâk olmak istemez insan. Ama insanların çoğu, tehlikenin ne olup olmadığı ve esas tehlikeye karşı nasıl bir tedbir aldıkları konusunda çoğunlukla aldanmaktadırlar. 

Tehlike konusu, aynı zamanda şeytanın istismârına, insanın kendi hevâsına ve çevre putlarına uymasına da sebep olabilmektedir. Şeytan insana sanal tehlikeler gösterir. Esas tehlikeyi unutturur, hatta insanı esas tehlikeden kurtaracak şeyleri tehlike diye sunmaya  çalışır. İnsanları özelllikle mal ve dünyalıklar konusunda korkuya düşürür. Onların dünyalıklara hırslarının artması için fakirliği silâh olarak kullanır, cimriliği ve aç gözlülüğü teşvik eder. Allah yolunda fedâkârlık yapmayı, infak etmeyi tehlike olarak gösterir. Maldan ve dünyalıklardan başka bir kutsal tanımayan insanlar, elbette şeytanın istediği noktaya gelen kimselerdir. Şeytan, bu gibi kimseleri çok rahat güdebilir. Onlara çok rahat kötülükleri yapmalarını emreder. “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği emreder/telkin eder…” (2/Bakara, 268)

İblis, kendine bağladığı, Hakk'tan yüz çeviren kimselerin yaptıklarının doğru, üzerinde bulundukları yolun sağlam olduğunu, inançlarında, sözlerinde ve işlerinde bir yanlışlık bulunmadığını onlara telkin eder. Onların yanlış ve sapık işlerini allayıp pullar. Böylece onların bu kötülüklere devam etmelerini sağlar (27/Neml, 24; 16/Nahl, 63).

Şeytan günahı, haramları, sağlığa zararlı, birey ve toplum için tehlikeli olan şeyleri tehlikeli olarak göstermeyip, içinde câzibe gösterir. “Şeytan, onların amlellerini ziynetleyip süsler.” (16/Nahl, 63; 27/Neml, 24; 29/Ankebût, 28…). Tehlikeli olanları unutturmakla yetinmez; insanları Allah'ın rahmetinin ve affının geniş olması ile aldatır ve onları âhiretleri ve hatta dünyaları için tehlikeli şeylere teşvik eder, günahları süsler. Onlara sanki 'yiyin, için, zevkinize bakın, ibâdeti sonra yaparsınız, Allah nasıl olsa affedicidir, sizi de affeder' der. İman açısından, âhiret ve dünya saâdeti açısından tehlikeli olan şeyleri unutturarak, te’vil ettirerek, hiç değilse önemsiz göstererek insanları helâke sürükler. "...Sizi ğarûr/aldatıcı (olan şeytan), sakın Allah'a güvendirerek aldatmasın." (31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5)

  Şeytan, insanları kendi yoluna dâvet etmek için birtakım araçlardan yararlanır. Bu araçların başında putlara  tapmak, şirk, içki, kumar gibi  şeyler gelir (5/Mâide, 90-91). Bu gibi şeyler, esasen şeytanın pis işlerindendir. Bunlardan sakınmak, şeytanın aldatmasından kurtulmak anlamına gelir. İçki ve kumar gibi alışkanlıklara dalanların akıl ve şuurları yerinde olmadığı için şeytanın oltasına kolay takılırlar. Bütün kötülüklerin anası olan içki, şeytanın işini kolaylaştırır. Şüphesiz ki İblis'in en önemli tuzaklarından biri de içki ve uyuşturucudur. İçki, insanın hem âhireti ve hem dünyası için ciddi bir tehlikedir. Günümüzde içkinin ve uyuşturucunun çokça tüketildiği toplumlarda şeytanın saltanatı ve düzeni hâkimdir. O toplumlarda yaşayan insanların çoğu, şeytanın iki ayaklı askerleri haline gelmişlerdir.

İçki gibi bütün günahlar, başta şirk ve küfür olmak üzere insanın âhiretini ve dünyasını mahveden tehlikelerdir. Kur’an, sırât-ı müstakîm yolcusuna bu tehlikeli hususları kırmızı ışık gibi “haram” işaretleriyle uyarmakta, tehlikeyi ve helâki bildirmektedir. Başta şirk olmak üzere her çeşit haram, tehlike ve uyarı işaretleriyle, Cennet yolcusu mü’min, yoldan sapmaması, kazâya uğramaması için İlâhî rahmet ikazlarıyla uyarılmaktadır. Peygamberler ve onların izinden giden âlim ve sâlih insanlar, bu yoldaki trafik görevlileri gibidir. Onların temel görevlerinden biri inzâr (uyarı, ikaz ve korkutma)dır.   

Esas tehlike nedir? “(Mallarınızı) Allah yolunda infak edip harcayın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın, ihsân/iyilik edin, doğrusu Allah muhsinleri, iyilik edenleri sever.” (2/Bakara, 195). Bu âyette müslümanlara, Allah yolunda mallarını infak edip harcamaları, cimrilik edip kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atmamaları, iyilik etmeleri, Allah'ın, iyilik edenleri sevdiği buyurulmaktadır. Buhârî'nin Huzeyfe'den naklettiğine göre âyet infak/sadaka hakkında inmiştir. Müslümanların İstanbul'u kuşattığı sırada bir müslüman, düşman saflarına hücum edip düşmanın arasına dalmış, sonra çıkıp gelmiş, herkes ona: "Subhânellâh! Kendisini tehlikeye attı!" diye bağırmış, Ebû Eyyûb (el-Ensârî) onlara: "Siz, âyeti yanlış yorumluyorsunuz. Bu âyet biz Ensâr hakkında inmiştir. Allah, dinini güçlendirip, dinin yardımcıları çoğalınca biz kendi aramızda: ‘Keşke artık biz mallarımızın başına dönsek de onlara baksak!’ demiştik de Allah bu âyeti indirdi." demiştir (Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, II/361-362; İbn Kesir, Tefsir, I/229).

Esas tehlike, Allah yolunda infak etmemek, fedâkârlık yapmamak, cihadın tüm şûbelerini hayata geçirmede yeterli gayret sarfetmemektir. Kısaca, Allah’ın tüm emirlerine tam bir teslimiyetle itaate yönelmemek, tüm yasaklarından kaçmaya çalışmamaktır. Helâk budur, tehlike budur. Esas tehlike, esas helâk; dünyada başa gelenler değil; âhiretteteki ebedî felâketlerdir.

“Allah ile birlikte başka bir ilâha/tanrıya tapıp yalvarma! O’ndan başka tanrı yoktur. O’nun zâtından başka her şey helâk (yok) olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.” (28/Kasas, 88). Var eden de, helâk edip yok eden ve edecek olan da Allah’tır. O’nun izni dışında helâk yoktur. O yüzden O istemedikçe dünyadaki bütün insanlar ve imkânları bir araya gelse bir insana en küçük bir zarar veremezler. O yüzden tehlike insanlardan gelecek olan şeyde değil; kendi elimizle yapacağımız suçların cezâsı olarak Allah’ın cezâlandırmasındadır.

İnsanoğlu, suçlu olduğunu, elleriyle yaptıklarından dolayı helâki hak ettiğini vicân mahkemesinin kararıyla anladığından dolayı, yakın gelecekteki helâk endişelerinin cezâsını şimdiden çekmeye başladı. Medyada sık sık yakın gelecekteki kıtlıktan, kuraklıktan, iklim değişikliklerinden bahsediliyor. “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde (şehirde ve kırda) fesat yayıldı, düzen bozuldu, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” (30/Rûm, 41). Toplumsal fesâda ve yeryüzünün düzenini bozacak çevre felâketlerine yol açacak zararlı davranış ve kötü fiillere, ibret olsun diye dünyadayken verilen karşılıklar için “bir kısmı” denmekte ve asıl cezânın âhirette olduğuna işaret edilmektedir.

Kur’an’a teslim olup onun hükmünü tatbik etmeyen insanlar, kendini ve nesillerini de mahvedip helâk edilmesine sebep olacak fesattan kurtulamıyorlar. Ozon tabakasının delinmesi, uzayın birsürü uydularla kaplanması, “yıldızlar savaşı” diye ad verilen, içinde toplu katliamlara yol açacak silâhların uzayda bile cirit atması, ormanların mahvedilmesi, zararlı zannedilerek sayısız haşeratın topraklardan, arâzilerden yok edilmesi, denizlerin petrol ve benzeri atıklarla kirletilmesi, insanın helâkini hazırlayan ve kısmen şimdiden cezâsını çektiği fesat cinsinden hemen sayılabileceklerdir. Bu fesat ve fitnenin cezâsı, sadece onu yapmaktan çekinmeyen uluslara ve devletlere has değildir. Dünyayı kirletip fesâda boğanlar, bunun cezâsını mâsum insanlara da çektiriyorlar. Kur’an, bizi uyarmaktadır: “Öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (tüm insanlara sirâyet eder, hepsini perişan eder). Bilin ki, Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25) “...İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah ve fesat) yüzünden hepimizi helâk edecek misin? ...Bizi bağışla ve bize merhamet et. Sen bağışlayanların en iyisisin.” (7/A’râf, 155)

Filmlerde çeşitli tehlike sahneleri, artık yerini helâk sahnelerine bırakıyor. Toplumsal helâk senaryoları romanların ve filmlerin temel konusu gibi oldu. Armagedon, Altıncı Element, Yarından Sonra gibi filmler, bir taraftan yaklaşan helâkin sinyallerini verirken, diğer yandan bu yaşayışın çıkmaz sokağını, yolun sonunun nasıl bir helâk olduğunun cezâsını da düşündürüyor, hatta sanal âlemde de olsa, psikolojik olarak kısmen yaşatıyor. Küresel ısınma, çölleşme, buzullaşma gibi insanın iklim değişikliklerine sebep olabilecek küresel fitne ve fesatlarının sonuçlarını, Allah bilir ama, bu çağın insanı tadacağa benziyor. Batının gidişi, teknolojinin aldığı boyut, uygarlık diye takdim edilen İslâm dışı dünya görüşünün durumu, toplu helâkleri paratoner gibi çekiyor. Kıyâmet senaryoları yetmiyor, Tanrıyı kıyâmete zorlama(!) faâliyetleri için Ortadoğudaki Müslümanlar, uygar Batının insanat bahçelerini dolduranlar tarafından, sözüm ona insan eliyle helâk edilmeye çalışılıyor. Aslında kıyâmeti, çevre felâketlerinin yol açacağı bir tabiat olayı olarak düşünmek, Kur’an’daki kıyâmet olayını çarpıtmak demektir. Bütün bunlarla birlikte, Kıyâmeti unutan, Kıyâmet sonrasına hazırlanmayan, hatta Kur’an’daki Kıyâmet olayını inkâr eden insan, bunun dehşetini istemese de daha şimdiden yaşıyor. Ne dersiniz, bu tehlikeli gidiş tümüyle helâke doğru değil mi? Toplumlar şimdiden helâki yaşamaya başlamadılar mı? Helâk gelip çatmadı mı?!

“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (42/Şûrâ, 30)

“Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.” (4/Nisâ, 79)

“Mü’minin konuşması zikir, susması fikir, bakışı ibrettir.” (Hadis-i Şerif rivâyeti)

“Dört şeyde tehlike vardır: Sultana/yöneticilere yakınlık, kötülerle dostluk, dünya sevgisi, kadın düşkünlüğü.”

“Kötü insanlar vardır ki, hiç iyi tarafları olmasa, daha az tehlikeli olurlardı.”

“Helâk ve felâket gibi hoca az bulunur.”

“Bir musîbet, bin nasihatten evlâdır.”

“Helâk ve felâket gelip çatmadan önce, açık veya kapalı bir şekilde geleceğini mutlaka haber verir.”

“Helâk ve felâket, çoğu zaman güle oynaya gelir.”

“Büyük tehlike, asla küçük tehlikeyi göze almadan yenilemez!”

“Hiçbir tehlikenin baş göstermeyeceğine inanmak, çok tehlikelidir.”

“Dünyevî tehlikeler, âhiretteki büyük tehlikeden korkan insanları yıldıramaz!”

“Korkacaksan, asıl âhiretinin mâruz kaldığı tehlikelerden kork. Korumak istiyorsan, önce mânevî varlığını koru!”

“Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş emel onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!”  (15/Hicr, 3). Yakında, çok yakında! 

 


 

[1] Hârun Yahya, Kavimlerin Helâki, Vural Y.