Eğer bir düşman askeri bir müslümandan güvenlik (eman) isteyecek olursa, kendisine derhal böyle bir güvenlik verilmesi gerekir. Böyle bir güvenliği aldığı zaman, artık dokunulmazlık kazanmıştır ve hiçbir müslüman, ona silâh çekme hakkına sahip olamaz. Yalnız müslümanlara has olan bu mesele, Peygamberimiz’in şu hükmünden ileri gelmektedir: “Müslümanlar eşit kan taşılar. Bu sebeple, içlerinden en önemsizi bile, eman/güvenlik sözü verme hakkına sahiptir.” Savaşın ancak kısmî olarak yürütülmesi ve ayrıca İslâm’ın savaştan kesinlikle kaçınmaya çılışmış olmasından dolayı, böyle bir antlaşmanın yapılmasına izin verilmiştir. Böyle bir güvenlik sözü, yalnız bir askere verilebileceği gibi, çok sayıdaki düşman askerlerine de verilebilir. Hatta onlar, bir kaleye sığınmış olsalar bile. Müslümanlara saldırmadıkları sürece bu güvenlikten yararlanmaya devam ederler. Fakat bu paktın şartlarına aykırı davranışlarda bulunacak olurlarsa, kendilerine verilmiş olan bu güvenlik garantisini yitirirler.
Bu tutum, her an patlak vermesi mümkün görülen savaşın önlenmesi konusunda islâm’ın katıksız isteğini su götürmez bir şekilde ortaya koymaktadır. İslâm, ancak saldırgan bir amaçla kendisine silâh çeken kimselere kaşı ve artık savaşın kaçınılmaz olduğu anlarda saldırıya geçer. Böyleyken, eğer düşman askeri, silâhını bırakır ve güvenlik isterse, bu istek de taşıdığı için o, hiçbir zaman, bir savaş esiri olarak düşünülemez. Eğer İslâm ülkesinde kalacak olursa, müslümanların koruyuculuğundan yararlanmakta olan kişilerin arasına girer. Ve müslümanlar gibi görev yapması gerekir. Onların sahip olduğu her türlü ayrıcalıklardan da yararlanır. Öte yandan, güvenlik paktı, çok basit bir el kol işaretiyle de imzalanabilir. “Hiçbir şeyden korkma” şeklindeki bir söz bile güvenlik paktı için yeterli görülmüştür.
Güvenlik halkasının geniş tutulmuş olması, İslâm’ın savaşı mümkün olan en dar alana indirmekteki isteğini gösterir. Müslümanlar, bu güvenlik çemberini, çeşitli yollarla açmış ve genişletmişlerdir:
1- Müslümanlar, “güvenlik verme” hakkını, yalnız bir ordu veya bir alay, yahut da bir birlik kumandanına tanıyıp diğerlerini bu haktan yoksun bırakmak sûretiyle meseleyi hiçbir şekilde sınırlandırma yoluna gitmemiştir. Her müslüman, güvenlik vermekte hürdür ve bu yapıldığı zaman da, bütün müslümanlar, bu paktın sorumluluğunu yüklenmiş olurlar. Kendisiyle pakt yapılmış olan, antlaşmayı bizzat bozmadıkça, hiç kimsenin onu çiğnemeye ve kaldırmaya hakkı yoktur. Hadis-i şerife göre, bütün müslümanlar eşittir; o halde, en önemsiz gibi görüneni, belli başlı hiçbir görevde bulunmayanı bile, rahatça bir güvenlik paktı imzalayabilir.
2- Bu hakkı daha da yaygınlaştırmak amacıyla, müslüman bir kölenin bile koca bir düşman ordusuna güvenlik sözü verebileceği ve bu antlaşmadan düşman ordusunun artık esir edilemeyeceği hususu, İslâm hukukçuları tarafından resmen kabul edilmiştir. Bir zamanlar, müslüman bir köle, kaleye sığınan düşman askerlerine güvenlik sözü (emân) vermişti. Ordu kumandanı, derhal Hz. Ömer (r.a.)’e bir mesaj göndererek görüşünü istedi. Ömer (r.a.) şöyle cevap verdi: “Ne de olsa, müslüman bir köle, müslümanlar arasında bulunan bir kişidir. Bu yüzden de, onun koruyuculuğu, öbürlerininkine eşittir.” Böylece âdil ve merhametli Ömer (r.a.), bir kölenin yaptığı antlaşmayı geçerli saymıştır.
3- Müslümanlar, bir vaadin, bir sözün verilmiş olduğunu göstermek için çeşitli deyim ve işaretler kullanırlardı. Meselâ şehâdet parmağını göğe doğru kaldırmak, korkan bir kimseye verilen bir güvenlik işareti ve bir güvenlik sözü olarak kabul edilirdi. Çünkü Hz. Ömer şöyle demişti: “Herhangi biriniz, bir müşriği çağırır ve parmağını göğe doğru kaldırırsa, ona güvenlik sözü (emân) vermiş demektir. Bundan böyle, bu müşrik, İlâhî koruyuculuk ve müslüman sözünün güvencesi altında tutulmalıdır.”
Güvenlik anlaşmasının bu şekilde genişletilmiş olması, savaşın yaygınlaşmasını ve genişlemesini önlemeyi amaçlamaktadır. Bu güvenlik paktı, kendisiyle böyle bir antlaşma yapılmış olan kimsenin mutlaka “savaş esiri olması gerekir” şeklinde yorumlanamaz; tam aksine, bu kimsenin dokunulmazlık kazandığını ve esirlik, kölelik tehlikesinden kurtulduğunu gösterir. Böylelikle sözkonusu saldırganlar, İslâm’a silâh çekenlerden ayrılıp, İslâm ülkelerinde, hak ve görevlerini müslümanlarla paylaşan barışçı insanların arasına girmiş olur.
Evet! Baştan beri açıkladığımız bütün bu davranışlar ve ortaya konmuş bulunan prensipler, hiç şüphesiz İslâm’ın, savaşa, ancak yapılan saldırıyı püskürtmek amacıyla başvurduğu gerçeğini kesin bir şekilde ispatlar. Evet, ara sıra öldürmek zorunda kalınabilir. Ama bunun da “en az”a indirilmesi için her çareye başvurulur. Bu, İslâm’ın temel prensiplerindendir. İslâm, insan hayatına, mümkün olan en büyük değeri verir ve onu korumak için inanılmaz bir güç ve çaba gösterir. Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir; onların tek koruyucusudur.[1]
İslâm, bir anlamı barış olan dinin adıdır. Dinimiz, rahmet ve erdemi, yeryüzünün ıslahını, insanların huzurunu esas alır. İslâm’da asıl olan barıştır. Dinimizde savaş, başkalarının haklarını ellerinden almak için değil; müslümanların ve tüm mazlumların gasbedilmiş haklarını geri almak için ve fitneyi ortadan kaldırmak, saldırganlığı püskürtmek için yapılır. Savaş, başka türlü çözüm şansının kalmadığı durumda en son çaredir. Ve savaşta her şey meşrû görülmemiş, niçin ve kimlere karşı yapılacağı belirtildiği gibi, nasıl yapılacağı ve hangi esaslara riâyet edileceği de hükme bağlanmıştır.