Tevrat Doğrultusunda Yahûdilerin İnancı:

 

Şimdi milattan sonra ilk asırlardaki şekliyle, yahudi dininin inançlarına bir göz atalım. Tek, Kadir, Yaratıcı, münezzeh, kâinatın hükümrânı, Âdil ve Merhametli Tanrı’ya inanmak, yahudi dininin temelini teşkil eder. Yahudilik Tanrı’yı Bir tanıma konusunda titizdir. Bu dini tatbik edenler, günde üç defa yaptıkları ibâdette “Dinle ey İsrail, Tanrımız Rab tek Rabdir” şehâdetini tekrar ederler. Milattan üç asır öncesinden beri yahûdiler Tanrı’nın has adı olan Yahova’yı anmaz olmuşlardır. Bu isme duydukları saygıdan dolayı, onun yerine Rabb, Adonay (Rabbimiz), Gök, Yer, İsim, Azamet, Merhametli gibi mücerret vasıflar kullanırlardı. Yahudiler Tanrı tarafından kendilerinin bir “ahid” ile seçildiklerine inanırlar. Tevhid inancının kendilerine mahsus olduğunu ve ancak kendilerinin yer yüzüne hâkim olmalarıyla Yahova’nın hükümranlığının gerçekleşeceğini kabul ederler.    

Meleklere, şeytanlara ve bunların faâliyetlerine inanırlar. Fakat bu varlıkların Tanrı’ya bağlı olarak çalıştıklarını düşündüklerinden, bağımsız varlıklar olarak onlara bir tâzim ve ibâdet yöneltmezler. Melekler Tanrı’nın semâvî kullarıdır, onlara mecâzen “Tanrı’nın oğulları (bene ha’ elohim)” adı verilir (Eyub, 38/7). Onlar Allah’ın icraatının vâsıtalarıdır. Elçi, koruyucu, yardımcı vb. sınıfları vardır. Şeytanlar ise, hataları yüzünden sükût etmiş meleklerdir. Melekler gibi sayısız derecede fazladırlar. İnsanları günaha düşürmek, maddî veya bedenî zarara sokmak sûretiyle kötülük etmek isterler. İblis, bunların başıdır. Onlardan sakınmak, zararlarına karşı melekleri yardıma çağırmak gerekir. Şeytanlardan korunmak için, hurâfeci tedbirlere başvurmak yaygın idi. Hayır-şer kuvvetleri hakkında düalist bir telakkiye sahip değildirler. Hayır ve şer, ahlâkî planda vardır, metafizik bir asla dayanmaz.

Milada yakın zamanlara kadar yahudi, ölümden sonra yer altında ölüler diyarında (sheol), gölgeler (rephaim) halinde, hayatiyet belirtilerinden yoksun bir şekilde kalacağına inanırdı. Din bilginleri bile ölümden sonra bir hesabın, mükâfat veya mücâzâtın olacağını düşünmüyorlardı. Öyle anlaşılıyor ki, âhirete delâlet eden Tevrat nasları zâyi olmuştu. Fakat Milattan önceki ikinci asırdan itibaren Filistin’de Daniel kitabı ile (12/2 vd.) âhiret günü ve ölülerin dirileceğine dair inanç başlar ve hızla yayılır, fakat Sadûkiyye fırkası, âhireti kabul etmemekte devam eder (Resullerin İşleri, 4/1-2; Matta, 22/23-33).

Tevrat (Torah), Yahova ile İsrail arasında müşahhas bir bağdır. Bizzat Tanrı’nın sözüdür. Onun, ilâhî kaynaktan geldiğine inanma, yahûdiliğin esasıdır. Yahûdinin ona olan sevgisi, Tevrat’ın 613 farzının koyduğu yükü hafif gösterir. Yahûdiler, milattan önceki bir zamandan beri, İsrail milletini yeniden canlandıracak, “Seçkin millet”in düşmanlarına galebesini sağlayarak kendilerini yeryüzünün hâkimi kılacak Mesih’i beklemektedirler. Mesih: Tanrı’nın elçisi, temsilcisi, irâdesinin gerçekleştiricisidir. Yahûdilerdeki dünyevî zevk ve refah açlığı, Tanrı melekûtu’nun (hâkimiyetinin) rûhânî tarafına baskın çıkar.

İsrail tevhidi, sûreti olmayan Tanrılık inancıyla, antikitenin çok tanrıcı sistemlerine, belli bir üstünlüğe sahip oldu. Eski Ahid’de Tanrı fikri, peş peşe yaptığı gelişmelere rağmen, her zaman -az çok örtülü olarak- şu iki kısır fikir içinde kaldı: Hukuken evrensel Tek Tanrı’yı, İsrailin özel Tanrısı haline getiren milliyetçilik ile; muhteris, dünyanın refahını arayıp duran bir kavmin, sırf bu gaye ile Kendisine bağlanmaları sebebiyle Yahovanın, dünyevî nimet beklenen bir Tanrı sayılması.         

 Kur’an’ın yahûdilere hücumları da, bu ve benzeri sebeplerden ileri gelmiştir. Kur’an onların muvahhid olduklarını kabul eder, Tanrılık hakkındaki inançlarını, esasta tenkit etmez. “Kitap ehlinden zulmedenler bir yana, onlarla en güzel şekilde mücâdele edin, şöyle deyin: ‘Bize indirilene de, size indirilene de inandık; bizim İlâhımız da sizin Tanrınız da birdir. Biz O’na teslim olmuşuzdur.” (29/Ankebût, 46; krş. 2/Bakara, 139). Allah’ı kendilerine mahsus sayıp, sırf bir ırka mensup olmakla, kuru bir iddia halinde “Biz Onun evlatları ve sevgilileriyiz” (5/Mâide, 18) demelerini kınar (krş. Tesniye, 32/6; 14/1; 7/6; Çıkış, 4/22). Tanrı’dan şikâyet etmelerini, sabırsızlıklarını vefâsızlıklarını yüzlerine vurur ki (2/Bakara, 61, 55, 58-59, 64; 5/Mâide, 24, 64) kendi kitapları bunun sayısız derecede ve şiddetli örnekleriyle doludur (Meselâ bkz. Çıkış, 16. bab, Sayılar 11, 16). “Yahûdiler, boş yere Yahova’dan şikâyet ediyorlar, Kendisine boşuna ibadet ve hizmet ettiklerini, şeriatını gözetmekten hiçbir fayda görmediklerini söylüyorlar.” (Abdias, 3/13-15). Tevrat’ın sadece Çıkış, 16. ve 17. bablarını okumakla, o zamanki yahûdilerin Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun’a, Mısır’da refah içinde yaşadıklarını, onların ise kendilerini Mısır’dan çıkararak çöle perişan etmek için getirdiklerini ileri sürdüklerini, Tanrı’dan şikâyet ettiklerini, Rabbı imtihan ettiklerini, Hz. Mûsâ’yı neredeyse taşlayacaklarını vs. görmek mümkün olur. Kur’an, yahûdilerin bazı peygamberlerini yalanladıklarını, bazılarını öldürdüklerini bildirir. Kur’an’ın yahûdilere olan hücumu, özellikle nübüvvet meselesinden dolayıdır. Onlar daha önce, geleceğini bildikleri Peygamberi beklerken, gönderilen Hz. Muhammed (s.a.s.)’i reddetmekle, kin ve garazla, hatta “kâfirlerin mü’minlerden daha doğru bir yolda olduklarını” söyleyecek (4/Nisâ, 51) ve mü’minlerle ittifak imzaladıkları halde, hıyânet ederek içten içe, Ahzab savaşında ise açıkça kâfirlerle birlik olacak kadar çığırından çıkmalarını tenkit eder. Onların atalarının,daha Hz. Mûsâ aralarında iken, altın buzağıyı tanrı edinmelerini hatırlatır, buzağı sevgisinin içlerinde yer ettiğini bildirir (2/Bakara, 92-93) (Bu da, kendi Kitaplarında yer alan bir konudur. Meselâ Çıkış, 32/20; onların tarihte birçok kere buzağıya tapmaya döndüklerini bildirir). Kur’an’a göre yahûdiler, Hz. Mûsâ’ya gönderilen Kitabı tahrif etmişlerdir. On dört asır önce, hiçbir insan, hele ümmî Araplar, bunu akıllarından bile geçirmezlerdi. Son birkaç asırdan beri Eski Ahid’in metin tenkidi çalışmaları başlayınca, bir müddet sonra metnin değiştirildiğini, karıştırıldığın, kaybolan kısımlarının olduğunu aralarında yahûdi ırkından olan bilginlerin de bulunduğu garplıların kritikleri ortaya koymuştur. En az yüz seneden beridir, Tevrat’ın Hz. Mûsâ tarafından bırakıldığı gibi kaldığını ileri sürecek kimse kalmamıştır. Bizce bu, Kur’an’ın gaybî ihtarlarından birinin, müslüman olmayanların eliyle gerçekleştirilmesi anlamını taşır.

Kur’an, yahûdilerin din adamlarına karşı, onların her dediğini yapacak kadar tâzimde bulunmalarını ve bu anlamda onları “efendi, rabb” tanıdıklarını bildirir ve bu aşırılıklarını kınar. Bu durum, yahûdiler arasında Filistin’de bile görülüyordu. İncillerden şu cümleleri nakledelim: “Din adamları, Musa’nın kürsüsüne sahiptirler; onlar ne derlerse onu yapınız” (Matta, 23/2-3). Yahûdiler, din adamlarını, Tanrı’nın temsilcileri sayarlardı, onların Tanrı ile doğrudan doğruya bağları vardı. Din, kendilerine mahsus özel bir saha idi ve anahtarları yalnız kendilerinin ellerinde idi. İnciller Hz. İsa’ya atfen, yahûdi din adamlarına bu tekelciliklerinden dolayı yönetilen şiddetli tenkitler ile doludur.

Ve nihâyet Kur’an, yahûdilerin Uzeyr hakkında Allah’ın oğlu dediklerini bildirir. Yahûdilere, Tanrılık inançları bakımından yöneltilen en şiddetli tenkit ve onların da en çok rahatsız oldukları taraf budur. “Yahûdiler, ‘Uzeyir Allah’ın oğludur’ dediler! Hıristiyanlar da, ‘Mesih (İsa) Allah’ın oğludur’ dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) Önceden kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar!” (9/Tevbe, 30). Yahûdiler, ilkelleştirdikleri bir tevhid inancına sahip olmakla birlikte, bütün bunlardan dolayı, Allah’ın varlığını ve birliğini yeryüzünde isbat etme misyonundan, tamamen uzak bir durumda bulunuyorlardı. Safiyeti, bozulmuş bir Kitabı, Tanrı’yı insanlığın yüzde birini bile bulmayan cüz’î bir ırkın tekeline almak isteyen inançları ve sırf dünya nimetlerine yönelmiş mensuplarıyla yahûdiliğin “Allah’ın şâhitleri” olmaya ehliyeti kalmamıştı. Zira Hz. İbrâhime’e verilen “İlâhî ahid, zâlimlere erişmez.” (Bkz. 2/Bakara, 124). (2)        

Elimizdeki Tevrat'ta Tanrı konusunda, yer yer acziyet atfedilen ve tuhaf kabul edilecek ifâdelere rastlanır. Meselâ, bir avuç insana gücü yetmeyen bir tanrı anlayışı: "Ve Rab Yahuda ile beraberdi ve dağlık ahalisini kovdu; çünkü derede oturanları kovamadı, çünkü demir cenk arabaları vardı." (Hâkimler 1/19, s. 242). İnsanları yaratmasına pişman olmuştur: "Ve Rab yeryüzünde adamı yaptığına nâdim oldu ve yüreğinde acı duydu." (Tekvin, 6/6-7, s. 5); "Sen, kötülükten nâdim olan Allah'sın." (Yunus 4/1-2, s. 875). Âcizdir, inmeden şehri ve kuleyi göremiyor: "Ve Adem oğullarının yapmakta oldukları şehri ve kuleyi görmek için Rab indi." (Tekvin, 11/5, s. 9). Tanrı ağlıyor: İşaya, 22/4-5, s. 688. Aslan gibi, kaplan gibidir: Hoşea, 13/7, s. 862. Hz. İbrâhim'e 3 adam şeklinde Rab görünüyor. Allah ayaklarını yıkıyor, dinleniyor, ekmek ve yemek yiyor: Tekvin, 18/1, 2, 3, 4, 5, 6, 8.

"Ve Yakub yalnız başına kaldı ve seher sökünceye kadar, bir adam onunla güreşti. Ve onu yenmediğini görünce... Bırak gideyim, çünkü seher vakti oluyor. Ve dedi: Beni mübarek kılmadıkça seni bırakmam... Artık sana Yakub değil, ancak İsrail (Allah'la uğraşan, yahut Allah uğraşır) denilecek. Çünkü Allah ile ve insanlarla uğraşıp yendin." (Tekvin, 32/24, 25, 26, 28, s. 33). "Rabbin Yahuda ile de dâvâsı var ve Yakub'u kendi yollarına göre cezalandıracak, ona işlerine göre ödeyecek. Rahim de kardeşini topuğundan tuttu ve erkeklik çağında Allah ile güreşti; ve melekle güreşip yendi." (Hoşea, 12/2, 3, 4, s. 862)

Rab, insanların kocası, nişanlısı gibi gösterilir: "Ve o gün vâki olacak ki, Rab diyor, bana işi (kocam) diyeceksin." "Ve seni ebediyen kendime nişanlıyacağım; evet, seni doğrulukla ve hakla ve inayetle ve rahmetlerle kendime nişanlayacağım. Ve seni sadakatla kendime nişanlayacağım. Ve Rabbi tanıyacaksın." (Hoşea, 2/16, 19, 20, s. 857). "Çünkü kocan seni Yaratandır; onun ismi orduların Rabbidir." (İşaya, 54/5, s. 714). Bu ifadeler mecâzî bile olsa, Allah hakkında yakışık olmaz. Putperestler bile taptıkları basit putları bu kadar ayağa düşürmezler ve pervasız iddialarda bulunmazlar. Kocanın Rab, Rabbın koca olması, gerçekten Kur'an'ın öğrettiği Rabbin özellikleriyle hiç bağdaşmaz.

Tanrı hatırlamasaydı, tufan devam edecekti. 150 gün devam devam eden tufan, biraz da Tanrının unutmasından dolayı uzun sürmüş: "Ve Allah Nuh'u ve onunla beraber gemide olan bütün hayvanları ve bütün sığırları hatırladı." (Tekvin, 8/1, s. 7). "Ve vâki olacaktır ki, yerin üzerine bulut getirdiğim zaman, yay da bulutta görünecektir. (...) ahdimi hatırlayacağım. Bütün beden sahiplerini yok etmek için sular artık tufan olmayacaktır. Ve bulutta yay olacaktır. (...) ebedî ahdi hatırlamak için onu göreceğim." (Tekvin, 9/14, 15, 16, s. 8). Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, Tanrı, (hâşâ) hatırlamak için gökkuşağına ihtiyaç duyuyor, yoksa unutup mahlûkatı helâk edecek.

Yasak meyveyi yiyen Adem, Rab'dan gizlendi, Rab onu aradı, yediğini sonradan anladı, Rab bahçede geziyordu: (Tekvin, 3/8, 9, 11, s. 3). Tanrı (hâşâ) yalan söylüyor, dediği çıkmıyor, yılan (şeytan) doğru söylüyor, onun dediği çıkıyor: (Tekvin, 3/3, 4, 5, 7 ve 22, 23, s. 3). Âdem, Tanrı gibi oldu, iyiyi kötüyü bilmekte, Tanrı onu kovdu ki kendi gibi ebedî olmasın: (Tekvin, 3/22, 23, 24, s. 3)    

Tanrılık inancı bakımından yahûdilere yöneltilen en şiddetli tenkit, Uzeyr'i Allah'ın oğlu kabul etmeleridir. Bu inancın temelleri konusunda bazı muhtemel iddialar ileri sürülmüştür. Bu iddialardan birine göre, şifahî yolla gelen Tevrat'ı unutulmaya yüz tuttuğu bir sırada derlediği için yahûdiler Uzeyr'e insanüstü bir varlık gözüyle bakarak, onun Allah'ın oğlu olduğunu kabul etmişlerdi. Bir diğer iddiaya göre de, öteden berihak yoldan sapanlar, kutsal tanıdıkları kimseleri, peygamberlerini veya liderlerini Allah'ın oğlu sanırlardı. Dünyanın birçok yerinde bu inancın izlerini görmek mümkündü. Meselâ müşrikler de melekleri Allah'ın kızları olarak kabul ediyorlardı. İşte muhtemelen bu inanç, putperestlikten yahûdiliğe ve oradan da hıristiyanlığa geçmişti. Bu hususta ileri sürülen bir başka iddia da, sözkonusu inancın Hz. Peygamber zamanında bazı Tevrat metinlerine dayandığı şeklindedir.

İnançları Tanrı'nın birliğine dayanan yahûdiliğe yönelik Kur'an'ın ikinci tenkit noktası da, yahûdilerin din adamlarını tanrılaştırmalarıdır. Bu husus Kur'an'da "Yahûdiler Allah'ı bırakıp din adamlarını rab edinmişlerdir." (9/Tevbe, 31) sözüyle ifade edilmiştir. Yahûdilerin ahbâr'ı (din bilginlerini) rab konumuna sokmalarının ne anlama geldiğini Hz. Peygamber'in şu sözünden anlamaktayız: "Onların haram saydığını haram, helâl saydıklarını da helâl saymak, onlara tapmaktan başka bir şey değildir." (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292). İnsanların din adamlarının, liderlerinin her dediklerini yapmaları, çoğunlukla onlarda ilâhî bir güç olduğuna inanmalarından kaynaklanmaktadır. Halbuki insanı tanrılaştırmak, Allah'ın dinine aykırıdır. Şu kâinatın sayısız yaratıkları içinde bir zerre dahi sayılmayacak kadar küçük ve âciz insanı tanrılaştırmak, elbette yaratılış yasalarına taban tabana zıttır. Bundan dolayıdır ki, Kur'an bu tür bir putlaştırmayı reddetmekte, yalnız Allah'a tapmanın gereği üzerinde durmaktadır.