Mülk: Bir şeyin (veya hâdiseni) dış yüzü, görünen ciheti demektir. Melekût ise: Bir şeyin (veya hâdisenin) iç yüzü, görünmeyen ciheti, hikmet tarafıdır. Ruhlara ve nefislere mahsus gayb âlemidir. Mülk âlemini idare eden İlâhî kanunlardır, saltanat ve rubûdiyet demektir.
Yemek yiyen adam ve otlayan koyun. İkisi de gıdalarını görür ve ağızlarına alırlar, ama biri dudaklarını yerlere sürterek, diğeri eliyle. Bu insanın şerefindendir, ama iş bu kadarla kalırsa insanın gerçek üstünlüğü tam olarak ortaya çıkmaz. Asıl fark, "mülk" dediğimiz bu görünen olayın arkasındaki melekûtiyetten, yani iç yüzden doğar. İnsan, yediği yemekteki vitaminden, kaloriden haberdar; hayvan ise ağzına ne götürdüğünün bile farkında değil. Bir İlâhî ilhamla, gıdasını tanır, o kadar. Demek ki, hayvana melekûtiyet ciheti kapalı. Eşyanın sadece dış yüzlerini görüyor, o da çok sathî olarak...
"Mânevî çok rızık ve nimetler isteyen insaniyeti sana verdiğinden, mülk ve melekût âlemi gibi geniş bir nimet sofrası, o insaniyetin midesi önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır." Bu ifâdelerin muhâtabı insan. Sadece mü'minlerin değil; bütün bir insanlık âleminin istifadesine sunulan maddî ve mânevî nimetler nazara sunulmuş ve insanın aklını kullanarak bu nimetlerden faydalanabileceğine dikkat çekilmiş. Sıkça sele mâruz kalan bir bölgede baraj inşâ ediliyor ve ortalığı kasıp kavuran, evler yıkıp ocaklar söndüren aynı selden bu defa elektrik üretiliyor, yuvalar aydınlatılıyor. İşte bu selin mülk ciheti tahriptir, melekûtu ise ışık ve aydınlık. Bir zamanlar petrole herkes hor bakardı, bir beldede sızıntısına rastlansa hemen kapatılırdı. Adı da ona göre verilmişti: Katran. Şimdi ise o katran bütün teknolojinin vazgeçilmez temeli oldu ve ülkeler onun yüzünden savaşlara giriyorlar. Demek ki, önceki petrolün mülk cihetine bakılıyordu, tıpkı aynanın arka yüzüne bakma gibi. Şimdi ise o mülkün altındaki parlak ve kıymetli melekûta varıldı ve petrol artık başlara taç oldu. İşte insanı hayvandan ayıran en önemli özellik, akıl sahibi olması, yaşadığı mülk âleminin iç yüzünü de düşünebilmesi, bir derece keşfedebilmesi, anlayabilmesi ve ondan istifade edebilmesi.
"İnsan, bu âlemin küçük bir misâli" olduğuna göre, bütün varlık âleminde hüküm süren hakikatleri küçük bir ölçüde, ama daha berrak bir şekilde insanda da okumak mümkün. İnsanın görünen kısmı mülk âleminden, görünmeyen cihetleri ise melekûtiyetten haber verir. Bir bakıma, insanın iç organları da melekûtiyetten sayılır. Bir cevizin de kabuğu mülk, içi melekûttur. Bir damla suda kaynaşan milyarlarca mikrop, bir gram toprakta oynaşan yine milyarlarca bakteri de melekûtiyetten haber verirler; su ve toprak ise mülk âlemindendir. Fakat melekûtiyet denildiği zaman, daha çok, eşyada câri olan kanunlar, bedenlerde hükmeden ruhlar ve hâdiselerin iç yüzünde saklı hikmetler hatıra gelir. Madde âlemi, görünsün görünmesin, mülk olarak kabul edilir. Yerin her yanını kaplamış çekim kuvveti, semâyı hıncahınç doldurmuş melekler, karanlık dehlizleri, mağaraları yurt edinmiş cinler âlemi, her hâdisenin hfızedildiği levh-i mahfûz, onun küçük bir misâli olan insan hâfızası, arş, âlem-i misâl bütün bunlar, hep melekûtiyet âleminden.
"Her şeyin içine melekût, dışına da mülk denir. Bu itibarla insan ile kalp, birbirine hem zarf, hem mazruf olur. Çünkü insan mülk cihetiyle kalbe zarf olur. Melekût cihetiyle de mazruf olur." Mazruf, zarfa konulan şeye deniliyor. Mülk âleminde insan kalbi, bedenin içinde yer almıştır. Yani beden zarftır, kalp ise mazruftur, bedene yerleştirilmiştir. Melekût cihetinde ise kalp zarf olur, beden mazruf. İnsanın melekût ciheti mânevî kalbidir, ruhudur, aklıdır. Her canlıda olduğu gibi insanda da esas olan ruhtur, beden ise onun hizmetine verilmiş bir ordu gibi. Ruhun bir sıfatı olan hayat, bedenin içini de dışını da kaplamış. Diğer bir sıfatı: İlim. İnsan bu sıfat ile bedeni bütünüyle bilir, içine alır.
Ruhun bir özelliği; sevgi. İnsanoğlu saçını da sever, elini de; gözünü de sever, midesini de. Demek ki sevgi sıfatı bütün bunları kuşatmış, içine almış durumda. Kâinatın da melekûtiyet ciheti, yani onda hükmeden kanunlar manzûmesi her varlığı kaplamış, hükmü altına almış bulunuyor. Ve her şey melekûtiyetten idare ediliyor. Bu mânânın en ileri mazharı ise arş. "Âlem-i melekût, âlem-i şehâdetten, âlem-i gayb, dünya ve âhiretten daha âlî ve daha yüksektir."
Melekûtun bir başka mânâsı da hâdiselerin bilemediğimiz hikmet yönü. Meselâ, hastalığın mülk ciheti, yani görünen veçhesi ıstıraptır, acıdır, elemdir. Melekûtiyet ciheti ise günahlara keffâret olması, insanı mânen yüceltmesi, kalbini dünyadan âhirete, halktan Hakk'a çevirmesi gibi nûrânî meyveler. "Aynanın iki veçhi gibi, herşeyin bir mülk ciheti var ki, aynanın renkli yüzüne benzer. Çeşitli renklere ve hallere medar olabilir. Biri melekûttur ki, aynanın parlak yüzüne benzer. Mülk ve zâhir veçhinde, kudret-i Samedâniyyenin izzetine ve kemâline zıt haller vardır. Sebepler, o hallere hem mercî, hem medar olmak için konulmuştur. Fakat melekûtiyet ve hakikat yanında, her şey şeffaftır, güzeldir. Kudretin bizzat mübâşeretine uygundur, izzetine zıt değildir." Bu hakikat dersini örneğimize tatbik edelim. Hastalığın çirkin görülen ciheti aynanın renkli yüzüne benziyor; mânevî faydaları, uhrevî meyveleri ise aynanın parlak yüzü gibi. Zâten o parlak yüzdeki güzellik de arka yüzdeki karışık renklerden, koyuluktan, siyahlıktan doğmuyor mu? İşte hastalığın bu mülk ciheti çirkin göründüğü içindir ki, mikroplar ona sebep kılınmış ve insanların şikâyetleri bunlara yönelmiştir.
Bu veciz ifâdelerin son kısmında bir ibâre geçer: "Kudretin bizzat mübâşereti". Bu ibâre ile "kudret, melekûtiyet-i eşyaya taalluk eder" cümlesini birlikte değerlendirmek gerekiyor. İlk bakışta bu cümleden, sanki İlâhî kudret eşyanın mülk cihetine taalluk etmez gibi yanlış bir mânâ çıkabilir. Ama, "kudretin bizzat mübâşereti" ifâdesi bu yanlış anlamaya mâni olur. Demek ki, bazı olaylaray, yahut eşyaya kudret bizzat mübâşeret ediyor, yani İlâhî kudret onları doğrudan yaratıyor. Zira bunların mülkleri de melekûtları da parlak ve güzel görünüyor, itirazlara, şikâyetlere konu olmuyorlar. Ama hikmetini insan aklının idrâk edemediği, görünüşte çirkin, fakat gerçekte güzel olan olaylar için sebepler yaratılıyor ve iş o sebepler eliyle icrâ ediliyor. Sebepleri takdir eden de, neticeyi yaratan da Allah; ama İlâhî hikmet birçok icraatlara sebepleri perde kılmış. Hayat gibi, hem mülk hem de melekût ciheti parlak olanlarda ise kudretin faâliyeti doğrudandır, sebepler vâsıtasıyla değil.
İnsanın mâruz kaldığı musîbetler, belâlar ve felâketlerin de kabirle başlayan ebed yolculuğunda ne büyük bir lütuf olduğu ölümden sonra anlaşılacak. Ama kâmil bir mü'min, "kaderin her şeyi güzeldir" diyerek o melekûtu bu mülk âleminde hisseder. "Ölmeden önce ölmenin" sırrına ermekle belâlarda sefâyı yakalar ve musîbetlerden kendi ebedî saâdeti nâmına âzamî derecede istifâde eder. İmanın iki dünya saâdetine vesîle olmasının bir yönü de bu olsa gerek.
"Güneş ve ay'ın yüzleri parlak olduğu gibi, gecenin ve bulutların da iç yüzleri ışıklıdır." Güzellik iki kısımda incelenir, birisi "hüsn-i bizzat", yani zâtında güzel. Diğeri ise "hüsn-i bi'l-gayr", yani neticeleri güzel. Yukarıdaki ifâdede bu mânânın enfes bir misâlini yakalamış bulunuyoruz. Güneş ve ay parlaktırlar, ışık sahibidirler, yani bizzat güzeldirler. Bulutlar ve gece ise ilk bakışta karanlık görünürler, ama bulutları aşarsanız güneşe varır, geceyi delerseniz gündüze kavuşursunuz. Yani bunların da içyüzleri güzeldir.
İşte bu örnek gibi, sahhat bizzat güzeldir, hastalık ise neticesi itibarıyla. Yemek bizzat güzeldir, perhiz yapmak ise neticesi itibarıyla. Gül bizzat güzeldir, gübre ise neticesi itibarıyla. Mülk ciheti çirkin zannedilen eşyanın ve olayların melekût cihetiyle güzel oldukları bu cümlede veciz bir şekilde ders verilir.
Melekûtun bir başka ciheti: "Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mâhiyet-i eşyâ ise, o hakaikın gölgeleridir." Eşyanın bir sûreti, bir de hakikati var. Sûret mülk ciheti, hakikat ise melekûtiyet cihetidir. Bütün hakikatler İlâhî isimlere dayandığına göre melekûtiyet ciheti doğrudan doğruya esmâ-i İlâhiyeye bakar. İlmî bir yazının mülk ciheti harflerdir, melekûtu ise mânâsı. İşte o mânâdır ki, yazarına "âlim" dedirtir. Yani yazının melekût ciheti "âlim" ismine bakar, ona dayanır. Semâ büyük bir sayfa; her bir yıldız bir harf gibi. O sayfayı dikkatle okuyanlar "Aziz, Cebbâr, Kadir, Kayyum" gibi İlâhî isimlere hemen intikal ederler. Kâinat kitabını okuyup tefekkür eden ve imanını amele dökebilenlere ne mutlu! (7)