Tuzağın Allah'a nisbet ve izâfe edilmesi hakkında, öncelikle şunu söylemek gerekir: Mekr, aslında bir şeyi planlamak, başkasını amacından çevirmeyi tasarlamak, başkasının yapacağı işe engel olmaktır. İyi ve kötü olmak üzere ikiye ayrılır. Bu ayrımı Kur'an yapmaktadır. İyi bir iş yapmanın çaresini düşünmek ve uygulamak iyi mekr, kötü bir iş yapmanın çaresini aramak ve uygulamak ise kötü mekrdir. Kur'an, kâfirlere âit mekri, bazı âyetlerde "kötü mekr" (35/Fâtır, 43, 10; 16/Nahl, 45) olarak belirtir. Demek ki, kötü olmayan mekr de vardır ki, o da Allah'a âit olan mekrdir.
Genellikle yapılacak kötü şeyler gizli tutulduğundan mekr, kötü iş düzenleme, tuzak kurma anlamında kullanılır. Fakat mekr, mutlaka kötü tedbiri düşünmek demek değildir. İyi tedbire de mekru'l-hasen denilir. Bunun için Allah, mâkirlerin en iyisi (3/Âl-i İmrân, 54) olarak nitelendirilmiştir.
Allah, yapılan suçu, benzeri bir ceza ile engeller. Buna edebiyatta müşâkele denilir. Burada işlenen suç, tuzak kurmadır. Bunun cezâsı, onu etkisiz bırakacak bir tuzak, yani karşı tedbirdir. Allah, tedbir uygulayanların en hayırlısıdır. Zira O'nun tedbirinin sonucu, daima yaratıkların hayrınadır. İşin içyüzünü bilmeyenler, O'nun tedbirini bazen şer sanırlar ama aslında şer sandıkları şey, kendileri için hayırlıdır.
Allah'ın mekri, kötülük kuranların eylemlerini boşa çıkaracak çare bulması, onların tuzaklarını engelleyecek karşı tedbir hazırlamasıdır. "Allah'ın, kula fırsat ve bol dünya imkânları vermesi, Allah'ın mekridir" diyenler de vardır. Hz. Ali'nin: "Kendisine verilmiş olan bol dünya nimetiyle kendisine mekredildiğini (bunlarla sınandığını) bilmeyen kimsenin aklından zoru vardır!" dediği rivâyet edilir (Müfredât, s. 471).
Kötü tuzak, sahibinin ayağına dolanır. Bu, Allah'ın genel yasasıdır. Peygamberlere ve hak dâvetçilerine kötülük etmek isteyenler, kendi kurdukları tuzaklarına yakalanıp helâk olurlar (35/Fâtır, 42-43).
Kâfirlerin tuzak kurması, Peygamber'in dâvetini önleyecek, etkisiz bırakacak planları kurmaları, çareler düşünmeleri demektir. Onlar, Peygamber'i etkisiz bırakmak, hatta onun varlığını ortadan kaldırmak için çareler düşünür, planlar kurarken Allah da onların planlarını etkisiz kılacak karşı mekr kurar ve onların tuzaklarını kendi ayaklarına dolar. Çünkü yapılan kötülük, gerçekte kişinin kendi canını yakalar, kendi ayağına dolanır. Yapılan her kötülük, zâhirde başkalarına zarar verse de gerçekte kişinin kendi canına tuzak olur, onu mânevî azaplara, zindanlara yakalatır. Allah kötülerin tuzaklarını bozar, kendi başlarına geçirir. Nitekim Mekke müşriklerinin, Peygamber aleyhindeki tuzakları, sonunda kendi aleyhlerine dönmüş, kendi ayaklarına dolanmıştır (S. Ateş, Kur'an Ans. 13/151).
Hz. Peygamberimiz (s.a.s.) de, “Harb hud’adır” (Buhârî, Cihad 157, Menâkıb 25, İstitâbe 6; Müslim, Cihad 18, 19, Zekât 153; Ebû Dâvud, Cihad 92, Sünnet 28; Tirmizî, Cihad 5; İbn Mâce, Cihad 28) buyurmuştur. Dikkat edilirse, görülecektir ki, bu hadiste de mekr kavramının benzeri olan “hud’a”, mü’minlere nisbet edilmemiş, temelde istenmeyen ve kâfirlerin sebep olduğu “harb” için kullanılmıştır. Bu hadisinde Rasûlullah savaşta kâfirlere karşı yapılacak hileyi hud’a olarak isimlendirmiştir. Ahdi veya emânı bozmamak kaydıyla savaşta düşmanı yanıltmak için hile yapmanın veya yalan söylemenin câiz olduğu konusunda âlimlerin ittifakı vardır (Nevevî, Şerhu Müslim, 12/45). Hud’ada içteki niyet ile dışa tezâhür eden hareket arasında bir ayrılık sözkonusudur. Bütün bunlarla birlikte, “harbin hud’a olması”, mü’minleri özellikle savaş şartlarında kâfirlerin hile ve hud’alarına karşı dikkatli ve uyanık olmaları için ihbar ve ikaz anlamı da düşünülmelidir.
Savaşta da, yapılan anlaşmayı ve verilen emânı bozmamaya gayret sarf edilmelidir. Bu tür anlaşmaları bozacak davranışlardan da âzamî ölçüde kaçınılır. Prensip olarak düşman anlaşma şartlarına uyduğu sürece İslâm Devleti de uyar. Düşman bunu çiğnerse, müslümanlar için de misliyle mukabele etme hakkı doğar. “Savaşın hud’a olduğu bildirilen hadiste, savaş sırasında bütün kabiliyeti, plan ve stratejiyi ortaya koyarak ve iyi düşünerek savaşı kazanma yollarını araştırmanın gerekliliği vurgulanmıştır.
Kur'an-ı Kerim'de münâfıkların aldatıcılığından söz edilmekte, fakat Allah Teâlâ'nın onların aldatmasına müsâade etmediği belirtilmektedir (2/Bakara, 9; 4/Nisâ, 142; 8/Enfâl, 62). Münafıkların, küfürlerini içlerinde gizleyip, sonra da dilleri ile müslüman olduklarını söyleyerek, Allah'ı ve mü'minleri aldatmaya çalıştıkları, -hâşâ- Allah'ı kandırabileceklerini sanmaları açığa vurulmuştur.
İslâm'da fertlerin birbirini aldatması yasak olduğu gibi, müslümanın aldanmaması da bir esastır. Çünkü müslüman bir başkasının hakkına tecâvüz etmeyeceği gibi, kendi hakkını da başkasına çiğnetmez. Gerek alışverişte olsun, gerek diğer sosyal münâsebetlerde olsun bir müslüman ne aldatır, ne de aldanır. Böyle bir yola asla tenezzül de etmemeli ve bir müslümanı asla aldatmamalıdır. Her müslüman diğer müslümanın kardeşi olduğu için (49/Hucurât, 10) toplumun birlik ve beraberliğini, bozmak bundan da öte kardeşliğini temelinden sarsan böyle bir yola tevessül etmek haramdır. Nitekim Hz. Peygamber çarşıda ıslak buğdayı, çuvalın altında kuru buğday ile kapatarak sattığı malın hatasını gizlemek sûretiyle halkı aldatmaya çalışan kişiye: "Bizi aldatan bizden değildir" (Müslim, İmâm, 164; Ebû Dâvud, Büyü', 50; Tirmizi, Büyü', 72) ihtarında bulunmuştur.