Mü’minler Niye Mekr Edemezler?

 

Mekr ve benzeri kelimelerle ifâde edilen kavramların, Kur’ân-ı Kerim’de kâfirler ve Allah hakkında kullanıldığı halde, mü’minlere nisbet edilmemesi, üzerinde düşünülmesi gereken önemli çıkarımları olabilecek bir husustur. Mekr’in Allah’a nisbet edilmesinin, herhangi olumsuz bir anlamda kullanılamayacağı, yukarıda izah edildiği gibi, açıktır. İnsanlara nisbet edilen mekr ise, çoğunlukla olumsuz anlamdadır. Mekr, olumlu anlamda veya zorunlu hallerde kâfirlere karşı kullanılmış olsa, mü’minlerin bazısının bunu istismar edebileceği ve olumsuz anlamda ya da zorunlu olmadığı hallerde de diğer insanlara karşı kullanabileceği ihtimali sözkonusu olacaktır. Halbuki, “kizb/yalan” gibi “mekr” de mü’minlerde normal halde bulunamayacak, yani bulunmaması gereken problemli bir özelliktir.

Mü’minlerin temel vasfı, mü’min kelimesinin de bir anlamı olan “emîn/güvenilir” olmaktır. Bu güvenilirliğin “doğruluk”la yakın irtibatı vardır. Yine mü’min, dünyada huzura ve devlet gibi nimetlere, âhirette de cennete hak kazanabilmek için sâlih amel sahibi olmak zorundadır. “Sâlih amel” sahibi olmanın temel özelliklerinden biri, sâlih kelimesinin türevi olan “ıslah edici” özelliğidir. Yeryüzünden fitne ve fesâdı tümüyle kaldırma göreviyle sorumlu olan mü’minler (2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39), kendi yaşayışlarıyla en küçük çapta fesâda sebep olmamalıdırlar. İnsanla ilgili “mekr”in fesâda yol açmaması ve insanları ıslaha yöneltmesi çok zor ve hassas bir denge gerektirir. Bu zorluğu da her mü’minin aşması mümkün değildir. Ve mü’minlerin temel özelliklerinden biri de “sırât-ı müstakîm” yolcusu olmaktır (1/Fâtiha, 6; 41/Fussılet, 30). Yani, dosdoğru yolda dosdoğru yolcu olmak. Bunun da “mekr” gibi hileli yollara normal olarak zıt düşeceği âşikârdır.      

Kâfirlerin şirk için cihad etmelerine (31/Lokman, 15) karşılık, mü’minlerin Allah yolunda cihad etmeleri emredilmiştir. Kâfirlerin tâğut yolunda savaş yapmalarına karşı, mü’minlerin Allah yolunda mukatele ettikleri belirtilmiş ve şeytanın dostlarına karşı mü’minlerin savaşmaları emredilmiştir (4/Nisâ, 76). Mü’minler, ğazaba uğramış yahûdiler gibi “sen ve Rabbin gidin kâfirlerle savaşın, biz burada oturacağız” (5/Mâide, 24) diyemezler. Allah, bizim elimizle kâfirlere ceza vermek istemektedir. “Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onlara azâb etsin, onları rezil etsin, sizi onlara gâlip kılsın ve mü’min toplumun kalplerini ferahlatsın.” (9/Tevbe, 14). Mü’minler, her şeyden evvel, Allah’ın emrinde O’nun kulu, cündü/askeri, hizbi/taraftarı olmak zorundadır. Yeryüzünün halifesi vasfını da bu fesadı önleyip ıslahı ikame etmeleriyle kazanacaklardır. Bütün bunlara rağmen, yukarıdaki gerekçeyle ilgili olmalıdır ki, mekr ve hile yapan kâfirlere karşı mü’minler de uluorta aynı silâhı kullanamazlar. Köpek kendilerini ısırınca onlar da köpeği ısırmaya kalkmazlar, kendilerine yakışan şekilde, insanî biçimde onu cezalandırırlar.

İşin bir de şu yönü düşünülebilir: Mekr, yani tuzak ve hile, aldatma o kadar çirkin fiildir ki, bu suçun cezâsını, aynı cinsten olmak üzere hemen Allah veriyor, mü’min kullarını devreden çıkarıyor. Cezâsının benzer şekilde mü’minler tarafından verilmesi, belki bu cezânın misliyle, âdil ve âcil olarak verilmesini geciktirebilir, hatta ihmal ettirebilir. Çünkü kâfirlerin mekrine karşı her yerde ve her zaman mü’minler görev bilincine, adâlet ve güce sahip olmayabilir. O yüzden her şeyi sebebe bağlayan Allah, bu konuda sebepleri kaldırıyor, mü’min kullarını devreden çıkarıyor, mekrin cezâsını daha dünyada iken bizzat Kendisi misliyle veriyor, mekre mukabelede bulunuyor.

Mü’minler, bütün kâfirler kendilerine karşı birleşseler, tüm hile ve desiseleriyle üzerlerine çullansalar, hileleri bozacak bir Allah’a güvendikleri için, kâfirlerin tuzaklarından korkmazlar, dâvâlarından geriye dönüp değişmezler, hatta bu durumlar onların imanlarını daha da arttırır. “Bir kısım insanlar mü’minlere; ‘Düşmanlarınız size karşı toplandılar; aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırmış ve ‘Hasbünallah ve ni’me’l-Vekîl -Allah bize yeter. O ne güzel vekildir-’ demişlerdir. Bunun üzerine, kendilerine hiçbir fenâlık dokunmadan, Allah’ın nimet ve keremiyle geri geldiler. Böylece Allah’ın rızâsına uymuş oldular. Allah, büyük kerem sahibidir. İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer mü’min iseniz onlardan korkmayın; Benden korkun. Küfre, inkâra koşuşanlar sana hüzün/kaygı vermesin. Çünkü onlar, Allah’a hiçbir zarar veremezler. Allah onlara, âhiretten yana bir nasip bırakmak istemiyor. Onlar için çok elemli/acıklı bir azap vardır. Şurası muhakkak ki, imanı verip küfrü/kâfirliği (satın) alanlar, Allah’a hiçbir zarar veremezler. İnkâr eden kâfirler sanmasınlar ki, kendilerine mühlet vermemiz onlar için daha hayırlıdır. Onlara ancak, günahlarını arttırmaları için fırsat veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” (3/Âl-i İmrân, 173-178)

Mü’minler, bilmelidirler ki, kendileri doğru yolda olduktan, Kur’an’a uyduktan, Allah’ın dinine yardım ettikten sonra, kendilerine kâfirlerin hiçbir planı, hile ve desisesi, güç ve zulmü zarar veremeyecektir. “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz hidâyette/doğru yolda olunca dalâletteki sapan kimse(ler) size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.” (5/Mâide, 105). Bu âyetten, nemelâzımcılığa yol bulmak çok yanlıştır. Bu âyet, Kur’an bütünlüğünde değerlendirildiğinde, şöyle anlaşılır: Bir mü’min Rabbine karşı, kendine, ailesine ve çevresine karşı vazifelerini yapar, insanlara ma’rûfu emreder, münkerden yasaklar, sâlih amellerle çevresini ıslah eder ve fesadı önlemeye çalışırsa, başkalarının yoldan sapması ondan sorulmaz ve ona dalâletteki sapıklar zarar veremez.

“Eğer siz sabreder ve ittika ederseniz/sakınırsanız onların “keyd”i (hileli düzenleri) size hiçbir zarar veremez.” (3/Âl-i İmrân, 120)

“De ki: ‘Ortaklarınızı çağırın, sonra bana (istediğiniz) “keyd”i/tuzağı kurun ve bana göz bile açtırmayın! Şüphesiz ki, benim velîm o Kitab’ı indiren Allah’tır. Ve O, bütün sâlihlere de velîlik eder.” (7/A’râf, 195-196)   

“Eğer sana hud’a/hile yapmak isterlerse, şunu bil ki, Allah sana kâfidir. O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyendir.” (8/Enfâl, 62)

“Yahut bir keyd/tuzak mı kurmak istiyorlar? Asıl keyde/tuzağa düşecek olanlar, inkâr edenlerdir.” (52/Tûr, 42)

“Gerçekten Allah, kâfirlerin “keyd”ini, hileli düzenlerini boşa çıkarıcıdır.” (8/Enfâl, 18)

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar (hak yoldan kaydırmaz). İnkâr eden kâfirlere gelince, onların hakkı yıkımdır. Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır. Bunun sebebi, Allah’ın indirdiğini beğenmemeleridir. Allah da onların amellerini boşa çıkarmıştır. Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görsünler? Allah onları yere batırmıştır. Kâfirlere de onların benzeri vardır. Bu, Allah’ın mü’minlerin yardımcısı olmasından dolayıdır. Kâfirlere gelince, onların yardımcıları yoktur.” (47/Muhammed, 7-11) 

Bugün, kâfirlerin, egemen tâğûtî güçlerin, İslâm dışı ve düşmanı düzenin, derin devletin, dünya emperyalizminin, İsrail ve dostlarının, globalleşen dünya müstekbirliğinin her çeşit psikolojik ve fizikî savaş araçlarına başvurması, medya gibi kitlesel imha silâhlarını müslümanlarla savaş için kullanması, uydulardan bile yararlanması, ajan ve provakatörleri cemaatlerin içine sızdırması, yani çeşitli mekr içinde bulunması mü’minleri hiçbir şekilde ümitsizliğe düşürmemelidir. Çünkü onların bu güç ve hilelerine karşılık kendi güçlerini değil, Allah’ın gücünü değerlendirmelidirler. Plan ve hesaplarına, mekrlerine karşı, Allah’ın mekri karşılarında olacaktır. “Lâ kuvvete illâ billâh -Kuvvet yalnız Allah’ındır, O’ndan başkasının kuvveti yoktur-” (18/Kehf, 39) “Bütün kuvvet, tümüyle Allah’a âittir.” (2/Bakara, 165)

Mü’min, kulluk görevini yerine getirmek için İlâhî emirlere uysun, yeter; gerisi kendiliğinden gelecektir. İbâdet/kulluk için yaratılan insan, bunu unutuyor, Allah’ın görev olarak üzerine yüklemediği ağır ve kaldıramayacağı sorumluluğa soyunuyor, meselâ ille de devlet kurması gerektiğini düşünüyor ve bunun için gayr-ı meşrû çalışmalara dalıyorsa, bunun suçu Kur’an’a uymadığı, ya da İslâm’ı yanlış anladığı için kendisine âittir. İbâdetin/kulluğun içinde, yani İlâhî görevlerin içinde neler varsa, gücünün yettiği oranda mü’min kul onunla uğraşır, neticeyi Allah’a bırakır. O niyet ve amelinden, inanç ve gayretinden sorumludur, devlet kurmaktan veya dünyayı değiştirmekten değil. Bunun için düşmanını gözünde büyütmemeli, korku ve ümitsizliğe düşmemelidir. Hizmet edeceğim diye, gayr-ı meşrû araçlarla neticeye gitme gafletinde bulunup Allah’a isyan etmiş olmamalıdır. Ava giderken avlanmamalı, değiştirmek istediği kimselere benzememeli, onların kendisini kendilerine benzetmelerinden sakınmalı, onları memnun etmeye, boş yere uğraşmamalıdır. 

Mü’minler, kâfirlere karşı kendilerine yardımcı olacak Allah’a sahip iken, dünyada ümitsizlik içinde olabilir mi? Nerede ve hangi şartlarla imtihan ediliyor olursa olsunlar, mü’minler kendilerini güçsüz, zayıf, kâfirlerin hilelerini gözlerinde büyüten görev kaçkını olabilirler mi? Olabilirlerse nasıl ve ne kadar mü’min olabilir ve kalabilirler?    

Kâfirlerin hesabı varsa, Allah’ın da bir hesabı vardır. Zâlimin zulmü varsa, mazlumun da Allah’ı var. Kâfirlerin tuzakları, oyunları, dolapları, planları varsa, onları kendi ayaklarına dolandıracak, başlarına geçirecek, oyunlarını bozacak Allah vardır.

“Allah’ın nûrunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoşlanmasalar da, istemeseler de, Allah nûrunu tamamlamaktan asla vazgeçmez.” (9/Tevbe, 32; 61/Saff, 8)    

Peygamberimiz de mü'minlere mekri yasaklamıştır. “Mekr/hile ve tuzak planlamayınız. Mekr işleyen sûikastçıya yardım da etmeyiniz. Çünkü Allah ‘kötü tuzak ancak sahibine dolanır’ buyurmuştur." (Fahreddin er-Râzi, Mefâtihu’l-Gayb, c. 26, s. 34-35). Ayrı bir hadiste de “bir mü’mine zarar veren veya hile yapanın mel’un olduğu” (Tirmizî, Birr 27) bildirilmektedir.