Câmilerimizle ilgili problemler, bu sayılanlardan ibaret değil elbet. Daha onlarca ilâve edilecek dertlerimiz var. İmamların maaşlarının kaynağı ve geliş sebebi, câmilerin ve imamların özgür olup olmadığı gibi hayatî sorunlar... Eskiden câmilerin onarım, tâmir ve günlük masrafları ve imamların maaşları başta olmak üzere, câmi kursları, cemaatin yetişmesi için gerekli harcamalar, müslüman zenginler tarafından oluşturulmuş özel vakıflar/akarlar sayesinde yürütülüyordu. Yani, ne laik düzenlerin ve ne de fert olarak bir müslüman şahsın maaş veya yardımı ile kendisine bağlayıp kendi zihniyetine göre hizmet beklentisi olmuyodu. Câmi içindeki hizmet ve faâliyetler, tüzel kişilik olarak cemaatler ve vakıflar eliyle, Kur’an’da belirtilen câmiyi îmar etme hakkı olanlar (9/Tevbe, 17-18) tarafından yapılmayınca, devletin emrinde namaz kıldırma memurları, laik düzenden sadece maaş almıyor, emir de alıyorlar. Eski vakıfların tümüne el koyan T.C. yeni vakfiyelere (câmi bahçesine yapılan binalara) de el koyuyor. Müslümanlar da, câmi ve çevresine binalar ve yatırımlar yaparak, farkında olmadan devlete çalışmış oluyor.
Sayılamayacak kadar çok vakıf mallarına el koyan, şimdiki câmi çevresinde yapılanlara da sahip çıkan Vakıflar Genel Müdürlüğü, bu paraların bir kısmı ile Vakıflar Bankası kurmuş, diğerleri de devlet kurumlarına ve vakıfla hiç ilgisi olmayan kişi ve kuruluşlara dağıtılmıştır. Halk, farkında olmadan da olsa, câmiye yardım yaparak devlete, bankaya yardım yapmış olmakta...
Câmileri cemaatlerin, İslâmî sivil toplum kuruluşlarının yönetmesi, Dine özgürlük ve laiklik gereği olduğu halde, böyle olmuyor. Eskiden olduğu gibi, köylü veya mahalle sâkinleri imamlara maaş versin demek de problemi temelden çözmüyor; o zaman eskiden köylerde, köy imamlarına karşı bakıştaki müşkiller hortlayacaktır: Hocaların çok yemesi, halkın eline bakması...
İslâm kültüründe ve tarihimizde "imam", sıfatının devlet başkanına verilen ad olduğu, devlet başkanlarının aynı zamanda imamlık yaptığını biliyoruz. Şimdi, fıkra ve karikatür kahramanı, gerici, yobaz, toplumda ağırlığı olmayan biri konumunda. İlköğretim yaşlarındaki çocuklara sorun bakalım, içlerinden hiç, “ben, büyüyünce imam olacağım!” diyen çıkacak mı?
“Müftü” fetva veren demektir. Bugün fetva için müftülere danışan var mı, hiç sanmam. Onlar personel işlerine bakan müdür/âmir konumundalar, resmi formaliteleri yerine getirmeye, biraz da devlet ile vatandaşı kaynaştırmaya çalışan insanlar olarak gözükmektedir. Diyanet teşkilâtı, çok boyutlu kanayan ve kokuşan bir yara ve ameliyatsız çözümü mümkün olmayan bir yapı...
Hutbe konuları... (spor, milli bayramlar, verem savaş, trafik vb. devletin ihtiyaç duyduğu durumlarda hangi konu gerekiyorsa...) Ve lânetlik suçun bazı câmilerde işlenmediğini kimse iddia edemez: Hakkı gizlemek, hatta çarpıtmak, hakla bâtılı karıştırmak.
Cuma, bayram ve teravih namazları öncesi yapılan vaazlar, canlılığını yitirdi. Her iki anlamda “canlı” değil öğüt ve nasihatler. Meslek anlayışıyla ve görev icabı yapılması yönüyle canlı ve heyecanlı, diriltici içerik ve üslûp tutturulamadığı gibi; çoğu câmide canlı bir konuşmacı yok kürsülerde, sayılı birkaç câmide bir vâizin konuşması, kablo ile sadece ses olarak diğer câmilere ulaşıyor; telefon dinler gibi, uzaktan kumandalı şekilde vaazlar icrâ ediliyor. Böylece bir taşla çok kuş vurulduğu düşünülüyor ama, vaazlar da kuşa benzetiliyor. Resmî yetkililer, birkaç resmî vâizi seçerek, onları kontrol altında tutarak yönlendirmeyi daha kolay görüyor olmalı. Yarın imamlar da vâizler gibi cansız ve sesin yeterli görülmesiyle görev yaparlarsa şaşırmayın. Bir câmiden, hatta sadece Ankara’dan tek bir merkezden imam, hatip tekbir getirir, filan câmide sesi elektronik aygıtlarla duyan cemaat, o komuta uyarak rükûya ve secdeye gidebilir. “Olmaz, olmaz!” demeyin; burası Türkiye; olmaz olmaz!
İslâm hâkimiyetinde her yer, üzerinde namaz kılınabilecek temizlikte olacağı, yani mescide benzeyeceği gibi, küfrün egemenliğindeki günümüzde de her yer tapınaklara benziyor. Müzikholler, stadlar, borsalar, bankalar, nice kurumlar, okullar, meclisler, hatta kanallar, sokaklar, çarşılar... mâbed değil de nedir? Oradaki insanlar, ibâdet halinde değiller mi dersiniz?
Günümüz insanı, çok kıbleli, çok mâbedli, çok imamlı (önderli) ve çok dinli. Câmi, hayatımızın merkezi ve her şeyimiz câmiye uygun olmadıkça bu problemler azalmayacak, aksine gittikçe artacaktır.
Halbuki;
“Minâreler süngü, kubbeler miğfer;
Câmiler kışla, mü’minler asker!”
olmalı.
Câmilerimizle ilgili büyük problemlerimize rağmen, müslüman gençlerin câmileri terk etmeye haklarının olmadığı kanaati taşıyoruz. Şuurlu genç müslümanlarla câmi arasındaki ilişki, bebekle anne arasındaki bağ gibidir. İkisinin birbirinden koparılması her ikisinin de perişan olmasına sebep olacaktır; biri diğeri olmadan sağlıklı şekilde yaşayamaz. Câmiler, tevhidî düşünen gençler olmaksızın mânen harap olacağı/olduğu gibi; câmilerden koparılan gençler de öksüz kalacak, temel ihtiyacı olan "mescid anası"nın sütünden, onun kucaklayan ilgi, sevgi ve şefkatinden mahrum olacaktır.
İslâm devleti ile başlayan mescid, cemaatleşme ve devletleşmede önemli roller üstlenmiştir. Gelecekteki İslâm inkılâbı, câmilerin yeniden kazanılması ile, halkın inancını bilmesi, ona sahip çıkması ve liyâkatini yükseltmesi ile mümkün olacaktır. Câmilerini kazanamayan insanların neyi kazanabilecekleri sorgulanmalıdır. Câmilerine sahip çıkamayan insanların hangi değerlerine sahiplik yapabilecekleri düşünülmelidir. İslâm’ı bu topraklara, sosyal ve siyasal hayata hâkim kılma mücâdelesinde, İslâmî değişim ve dönüşüm projesi için en doğal müttefiklerimiz olan veya olması gereken imam ve cemaatle uzlaşamıyor, mesajımızı onlara ulaştıramıyor, onlarla anlaşacak bir yol bulamıyorsak, böyle bir anlayış, câmi ve cemaatten önce kendi tavrımızın sorgulamasını gerektirmektedir. Unutmayalım ki İslâm, hemen her peygamber döneminde, garip ve kültürsüz kabul edilen müstaz’aflar tarafından kabul gördü. İslâm, câmilerden etrafa halka halka yayıldı. Önce câmilerimizi kurtaralım, o câmiler bizi kurtaracaktır.
Öyleyse haydi câmilere!..
Câmileri diriltmek ve câmide dirilmek için...
1- Ahmet Önkal-Nebi Bozkurt, TDV. İslâm Ansiklopedisi, c. 7, s.46-49
2- Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 398
3- Ahmet Önkal-Nebi Bozkurt, a.g.e. 7/50-53
4- A.g.e. 7-53-54
5- Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 302
6- Ahmet Önkal-Nebi Bozkurt, a.g.e. 7/54-55
7- Mefâil Hızlı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 148-149
8- Mehmet Şener, TDV. İslâm Ansiklopedisi, c. 7, s. 91-92
9- Ali Şeriati, Hacc, s. 43-48
10- Abdullah Yıldız, Namaz Bir Tevhid Eylemi, s. 72-73
11- A.g.e. s. 186-188
12- Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 170-173
13- Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 101-102
14- Abdurrahman Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, s. 36-37
15- Ahmet Önkal, Şâmil İslâm Ans. c. 4, s. 150-151
16- Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 125-126
17- Mahmut Balcı, İnsanları Tefrikaya Düşüren Faktörler, s. 95-96
18- Ahmed Kalkan, Sanat Bilinci, s. 71-79
19- Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 87-91
20- Abdurrahman Dilipak, a.g.e. s. 33-35; 48-49