2. Eğitim-Öğretim ve Kültür Merkezi Olarak Mescid:

 

Hz. Peygamber’in, bir gün mescide girdiğinde cemaatin bir kısmını duâ ve zikirle, diğer bir kısmını ilimle uğraştıklarını görüp, “Ben muallim/öğretmen olarak gönderildim” diyerek ilimle meşgul olanların yanına oturması (İbn Mâce, Mukaddime 17), Asr-ı saâdet’te mescidin eğitim ve öğretim alanındaki fonksiyonunu göstermeye yeterlidir. Saâdet asrında mescid, tam bir mektep/okul görevi üstleniyordu. Suffa ehli, burada okuma yazma, ilmihâl ve özellikle hadis öğreniyorlardı. Mescidin bu fonksiyonunun İslâm’dan önceye giden bir geçmişi vardır. İmrân’ın karısının, doğacak çocuğunu mescidde yetiştirilmek üzere adaması (3/Âl-i İmrân, 35-37), Mescid-i Aksâ’nın buna uygun bir planı olduğunu gösterir.

İslâm’da ilk eğitim ve öğretim faâliyetleri Mekke döneminde Dârü’l-Erkam’da başlamış, Medine’de Mescid-i Nebevî’nin inşâsından sonra buna hız verilmiştir. Mesciddeki öğretim faâliyetleri “meclis” kelimesiyle ifade edilir. Hz. Peygamber’in Mescid-i Nebevî’deki derslerine “meclisü’l-ilm” denilmiştir ki, bu ilk asırda hadis derslerini ifade ediyordu. Bu meclislerde Hz. Peygamber’in etrafında iç içe daire şeklinde oturan dinleyici grubuna “halka” denilmiştir (Buhârî, İlim 8). Halkalara ders vermede bazı sahâbîler de kendisine yardımcı olmuştur. Ubâde bin Sâmit bunlardan biriydi ve mescidde Kur’an ve okuma yazma öğretiyordu.

Mescidde barınan ve sayıları zaman zaman 400’e kadar çıkan ashâb-ı suffe, vakitlerinin büyük bir kısmını öğrenimle geçiriyordu. İçlerinden bir kısmı sırf bunun için ticaret, zanaat ve tarım gibi işlerden çekilmiştir. Mescidde eğitim ve öğretim sadece erkeklere münhasır değildi; kadınlar için de Mescid-i Nebevî’de ayrı bir gün tahsis edilmişti. Kadınların dinî konulardaki geniş kültürleri, kendilerine Hz. Ömer gibi sertliğiyle tanınan bir halîfeye çekinmeden itiraz edebilme cesareti vermiştir. Nitekim Hz. Ömer, mehirlere sınırlama getiren kararından bir hanımın itirazı üzerine vazgeçmiştir.

Mezhep imamları câmide yetişmişler ve buralarda ders okutmuşlardır. İmam Şâfiî küçük yaşlarda mescidlerdeki ders halkalarına katılmış, daha sonra buralarda ders vermiştir. Ebû Hanîfe, kendi mescidinde ders okutur, talebelerinin mescidde yüksek sesle müzâkere yapmalarına müsâade ederdi. İmam Mâlik, Mescid-i Nebevî’de, Hasan-ı Basrî Basra Câmiinde öğretimle meşgul olmuşlardır. Tefsir, hadis, tarih, mantık, matematik, cebir, tıp alanlarında oldukça bilgi sahibi olan Taberî, gününün bir kısmını eser yazmaya, bir kısmını mescidde ders vermeye ayırırdı.

Mescidler, sadece naklî (Kur’an ve hadisle ilgili) eğitim ve öğretimin yapıldığı yerler değildi. Kur’an ve hadisi anlamadaki öneminden dolayı daha ilk asırlardan itibaren edebiyat ve özellikle eski Arap şiiri de bu derslerin konuları arasına girmiştir. Tâbiînden Said bin Müseyyeb, Mescid-i Nebevî’deki meclisinde sık sık Arap şiiri üzerinde dururdu. Daha sonra câmilerde nazarî tıp dersleri dahi verilmiştir. Meselâ hicrî 5. (milâdî 11.) yüzyılda Hâkim-Biemrillâh devrinde İbnü’l-Heysem Ezher Câmii’nde tıp dersleri veriyordu.

Câmilerin eğitim ve öğretim mahalli olarak kullanılması geleneği Osmanlılar’da da başlangıçtan beri benimsenen ve devam ettirilen bir uygulama olmuştur. Osmanlı medreselerinde mevcut odalarda (hücreler) öğrenci ikamet etmekte, medrese dershanesinde belirli dersleri görmekte, bunun dışında genel dersleri câmilerde takip etmekteydi. Takrir şeklinde halka açık olarak verilen bu dersler için 17. yüzyıldan itibaren dersiâmların tâyin edildiği bilinmektedir. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına kadar aralıksız süren bu usûle Cumhuriyet döneminde de kısmen devam edilmiştir.

Bunun yanında hat meşki, Kur’an tâlimi ve hâfızlık gibi uygulamalı derslerin câmilerde verildiği de bilinmektedir. Hatta o dönemde İstanbul’da bazı câmiler geleneksel olarak yerleşmiş dersleriyle meşhur olmuştur. Bu dersler, bazen câmiye bir kapı ile açılan bitişik odalarda yapılırdı.   

Osmanlı döneminde şehir, kasaba ve köylerde "sibyan mektebi" olmayan yerlerde câmilerin, çocukların eğitimi için "okul" olarak kullanılması çok yaygındı. Bu gelenek, Cumhûriyet devriyle birlikte dayatmalarla ve büyük zulümlerle kaldırılmaya çalışılmış, çocuklara Kur’ân-ı Kerim, Arapça ve “elif be” öğretmek, devlete ve devrimlere karşı en büyük başkaldırı gibi değerlendirilmiştir. Buna rağmen, fedâkâr hocalar câmilerde çocuk okutmaktan ve cefakâr vatandaşlar da çocuklarını câmi kurslarına göndermekten vazgeçmemişlerdir. Dayatmalarla Kur’an’ı aslî harfleriyle okuma eğitiminin önünü alamayan rejim, yasakları giderek yavaşlatmak zorunda kalmıştır. Bu uygulama, çok partili dönemlerde, özellikle 1950’lerden itibaren yaz aylarında İlkokul öğrencilerine câmilerde Kur’an öğretilmesi ve bazı sûrelerin ezberletilmesi şeklinde 2000 yılına kadar devam etmekteydi. Bu tarihte çıkarılan kanunla 15 yaşından küçük çocukların Kur’an Kurslarına gitmeleri yasaklanmış, câmilerde Kur’an öğrenme konusunda da 15 yaş altındaki çocuklara engeller çıkarılmaya çalışılmıştır.