İslâm dininin tebliğcisi olduğu gibi, aynı zamanda İslâm devletinin de başkanı olan Hz. Peygamber’in evi, mescide bitişik bulunuyordu ve câmi ile evini dinî ve idarî münasebetler yönünden âdeta bütünleştirmişti. İslâm açısından din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmazlığının bir ifadesi olan Hz. Peygamber’in bu uygulaması, daha sonraki dönemlerde de uzun bir süre devam etti. “Dârü’l-imâre” denilen hükümet konakları câmi yanında inşâ ediliyordu. Yeni kurulan Kûfe, Basra ve Fustat’ta böyle yapıldı. Dımaşk’ta (Şam) olduğu gibi, fethedilen şehirlerde de câmi ve dârü’l-imâre çoğunlukla yanyana bulunuyordu. Bu uygulama, Emevî ve Abbâsîler’de de devam etti. Nitekim Emevî halîfesi Süleyman bin Abdülmelik, Remle şehrini kurarken vali konağı ile câmiyi karşı karşıya planladı.
Hz. Peygamber’in devlet yönetimiyle ilgili meseleleri mescidde görüşüp kararlar alması ve orada bu kararları halka duyurması sünneti, kendisinden sonra devam etmiş, devlete ait idare binaları yapıldığında da bu âdet sürmüştür. Halîfeler başşehrin merkez câmiinde imâmet görevini yerine getiriyor ve idarede minberden büyük ölçüde faydalanıyorlardı. Minber, başlangıçta merkezî idarenin bir sembolü idi ve sadece Mescid-i Nebevî’de bulunmasına izin verilmişti. Hz. Ömer, valiliği sırasında Mısır’da minber yaptırmak isteyen Amr bin Âs’a müsâade etmedi.
Hz. Ebû Bekir’den itibaren halîfeye biat minberde yapılıyordu. Halîfe de biatttan sonra idarede takip edeceği genel prensipleri minberde okuduğu ilk hutbe ile ilân ederdi. Minber, bu fonksiyonuyla anayasaya sahip toplumlarda üzerinde devlet devlet siyasetinin açıklandığı kürsülere benzetilmiştir. Hz. Osman, muhâliflerine karşı kendi icraatını minberde savunmuş ve bu âdet ondan sonra da devam etmiştir. Halîfeler hacca gittikleri zaman Mekke ve Medine’deki câmilerin minberlerinden, İslâm dünyasının her tarafından gelen müslümanlara hitap etme imkânı buluyorlardı.
(Şimdi, müslümanların başındaki laik devlet başkanı, bakan ve valilerin imamlık yapmalarını düşünebilir misiniz? Minberden hutbe okuduklarını, Cuma namazı kıldırdıklarını? Bu inanç ve anlayışlarıyla yapmaları mı, yapmamaları mı daha kötüdür; o da ayrı bir soru. “Kendilerine gerek yok, onların emrindeki memurlar yapıyorlar” da denilebilir. Ya da, gerektiğinde Atatürk’ün 1923 yılında Balıkesir Zağnos Paşa Câmiinde minbere çıkıp hutbe okuduğu gibi, onun izindekiler de minberleri kullanabilir diye tarihî referans gösterilebilir...)
Halîfenin vilâyetlerdeki temsilcileri olan valiler, merkezî câmide imamlık yapar, bazen kadılık, kumandanlık gibi görevleri de üstlenirdi. Zira valilerin halkla bütünleşmesi istenmiş, halkın kendilerine ulaşabilmesi için câmi en uygun yer kabul edilmiştir. Hz. Ömer, ahşaptan işlenmiş süslü kapısından halkın girmekten çekineceğini düşünerek ve yöneticilerin isrâfa ve gösterişe meyletmelerini çirkin görerek Kûfe Dârü’l-imâresi’ni yıktırmış ve vali Sa’d bin Ebî Vakkas bir süre Kûfe câmilerinden birinde ikamet etmişti.
Hz. Peygamber, diplomatik görüşmelerini de mescidde yapar, yabancı elçileri en güzel elbiselerini giyerek burada kabul ederdi. Onun, elçileri kabul ettiği yer, hâlen “Üstüvânetü’l-vüfûd” (sefirler/elçiler sütunu) olarak bilinmektedir.
Câmiler, daha sonra bu fonksiyonlarını kaybettiler. Artık minberlerde sadece Allah'a duâ ediliyor, Hz. Peygamber’e salât u selâm getiriliyor, sahâbeye rahmet okunuyor ve halîfeye hayır duâda bulunuluyordu. Halîfenin câmilerde, otoritesinin kabul edildiğini itirafa benzer bir şekilde isminin anılmasından başka siyasî bir fonksiyonu kalmamıştı.