Günümüzde Vasiyet, Miras ve İnsanımız

 

Eski dönemlere göre daha çok dünyevîleşen günümüz insanı, ölümü hatırına getirmemek için bin bir oyuncakla oyalanmaktadır. Halbuki müslüman, ölüme her an hazır bir şekilde ve ölümden sonrasını hesaba katarak yaşar. Yarın, hatta, yaşadığı gün ölecekmiş gibi yaşayan insan ise, dünyayla bağlantılarını ona göre düzenler. Borçları, vaad ettikleri, yükümlülükleri ânî ölümüyle karmakarışık olmaz. Bunun için de vasiyetini yanında taşır. "Bir Müslümanın vasiyet etmek istediği bir şey olup da, vasiyeti yanında (veya yastığının altında) yazılı olmadan iki gece geçirmeye hakkı yoktur." (Buhârî, Vesâyâ 1; Müslim, Vasiyyet 4, hadis no: 1627). Bu vasiyetinde, öncelik verdiği konu, fânî meseleler değil; geride kalanlara hakkı tavsiye, iyilikle emir, onları tevhidî imanla ve müslümanca hayat sürmeleri yönüyle hatırlatmalar, yani tavsiyelerdir. Zâten tavsiye ile vasiyet aynı kökten türemiş ifaâdeler olduğu için hayatında hakkı tavsiye eden kişi, ölürkenki vasiyetinde de aynı görevi yapar. İkinci olarak da -eğer varsa- kimlere borçlu ise, borçlarını ve vâdelerini çok net bir şekilde belirten senet veya benzeri yazıyla vasiyeti cebinde (ya da evinde kolay bulunabilecek -hadis rivâyetinde belirtilen “yastık altı” gibi- bir yerde) bulundurur. Zâten her çeşit maddî borç alış verişinin yazılması Kur’an’ın emridir (2/Bakara, 282). O, bu yazışmayı, hem unutma gibi problemlere ve hem de ölüm gibi her an gelebilecek olaya karşı tedbir olsun diye yerine getirir. Alacakları varsa, onları da benzer şekilde yazar.

 "Allah (c.c.) size, amellerinize ziyâde olarak ölümünüz esnâsında mallarınızın üçte birini tasadduk etti (vasiyet etme yetkisi verdi)." (İbn Mâce, Vesâyâ, 5). Mirasçıları dışında ve malının üçte birini geçmeyecek şekildeki kısmını hayır gördüğü yerlere vasiyet edebilir. Ama, kişinin ölürken ve artık ihtiyacı kalmadığı anda malından tasadduk için vasiyet etmesinden ziyâde, sağken mala muhtaç olduğunu düşündüğü zamanda tasadduk etmesi, bunu vasiyete gerek duymadan sağlığında bolca yerine getirmesi en hayırlısıdır. Rasûlullah (s.a.s.)'a: "Hangi sadaka efdaldir?" diye sorulmuştu. "Sağlıklı ve fakirlikten korkup zenginliğe ümit bağladığın, mala karşı cimri olduğun halde tasadduk etmen! Bu şekilde tasadduku, can boğazına gelip de, 'falana şu kadar, filâna bu kadar' diye (vasiyet ede)ceğin zamana kadar devam ettir. O sırada (yaptığın tasaddukun sana bir faydası yoktur, çünkü malın, artık) zâten birilerinin olmuştur."  (Buhârî, Vesâyâ 7, Zekât 11; Müslim, Zekât 92, hadis no: 1032; Ebû Dâvud, Vesâyâ 3, hds no: 2865; Nesâî, Vesâyâ 1)

Bazı insanların yaptığı gibi, mirasçılarının Kur’an ve Sünnette belirtilen meşrû haklarına müdâhale etmesi, mirasçılarından bazılarına az, bazılarına çok mal bıraktığını vasiyet etmesi; ölürken bile Kur’an ahkâmına ve adâlete uymayarak günaha girmesi, isyan ederek ölmesi demektir. Vasiyet eden kimse, gereksiz ve külfet kabul edilecek şeyleri ve özellikle gayr-ı meşrû hususları vasiyet etmemelidir. Esas vasiyet, Allah’ın vasiyetidir. Allah da, miras konusundaki vasiyetlerini/emirlerini bildirmiş ve sonunda “vasıyyeten mina’llah -Allah’tan bir vasiyyet olarak-” (4/Nisâ, 12) demiştir. Kesin bir haramın emredilmediği, Allah’a isyan özelliği taşımayan her çeşit vasiyetin yerine getirilmesi mirasçıların en önemli görevidir. Miras paylaşımına da, varsa vasiyetteki görevler yerine getirildikten, ölenin borcu varsa ödendikten sonra geçilir. “...Bütün bu paylar, ölenin vasiyeti yerine getirilip ve varsa borcu ödendikten sonra verilir...” (4/Nisâ, 11). Meşrû vasiyetin ihmali veya değiştirilmesi büyük vebali gerektirir. "Kim vasiyeti işittikten ve kabullendikten sonra vasiyeti değiştirirse, günahı onu değiştirenleredir. Şüphesiz Allah (her şeyi) işitir ve (her şeyi) bilir.” (2/Bakara, 181). Bu âyet, hem bireysel vasiyet için ve hem de umuma ve yetkililere uymaları gereken hayır amaçlı (vakfiye ve benzeri hayırlar gibi) vasiyetler için geçerli kabul edilmiştir. İslâm'da vakıf müessesesi hadislere dayanmakla birlikte sadaka-i câriye mâhiyetinde olan ve halkın geneline hizmet veren vakıfları, bunların şekil ve şartlarını haksız olarak değiştirenler de vasiyeti değiştirenler gibi telâkkî edilmiş, bu âyet, birçok vakıf eşya üzerine ve vakıfnâmelere yazılmıştır.

Miras konusuna gelince; günümüzde bazı kesimler, bekâr veya evli kız evlâtlarını mirastan mahrum bırakıyorlar. Ya da miras paylaşanlar, kızlara İslâm’ın verdiği hakkı vermiyorlar. Yine, bazı kesimler miras paylaşma yerine, baba ölünce malı büyük evlât değerlendiriyor, diğer kardeşlere ve vereselere haklarını ya hiç vermiyor ya da seneler sonraya bırakıyor. Bütün bunlar haksızlıktır, zulümdür. Hiçbir devlet, “mirasınızı İslâmî esaslara göre taksim edemezsiniz” demediği, diyemediği halde, bazı kimseler, özellikle kadınlar, basit dünyevî çıkar için Kur’an hükümlerine göre başkalarının haklarını gasbederek İslâmî olmayan bir devletin mahkemelerine mürâcaat edip onun verdiği hükümle miraslarını taksim ederler. Bunun sadece haram sınırlarıyla kalmayacak, itikadı da ilgilendirecek (bkz. 4/Nisâ, 60) yönü sözkonusu olduğundan, miras, bazen cennete vâris olmaya engel olabilmektedir. "Hayır! Doğrusu siz... Haram helâl demeden mirası yiyorsunuz. Malı aşırı biçimde seviyorsunuz." (89/Fecr, 17-20).

Günümüzde de varlığını hâlâ devam ettiren İslâm öncesi câhiliyyenin, kadınları insan yerine koymayıp, onları bir miras malı gibi değerlendirmesi, onları babalarının mirasından mahrum görmeleri büyük bir zulüm olduğu gibi; İslâm dışı hukukî düzenlerin onları miras konusunda erkek kardeşiyle eşit görmesi de erkeklere yapılan bir zulümdür. İslâm, ifrat ve tefrit içindeki yaklaşımları reddeden, orta yoldur, dengedir, adâlettir. Ve Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, kâfir, zâlim veya fâsık oldukları gibi (5/Mâide, 44, 45, 47); tâğuta inanmayıp onu reddetmeleri kendilerine emrolunduğu halde, tâğutun önünde muhâkemeleşmek, onun hükümleriyle hükmedilmek isteyenlerin de iman iddiâsı geçersizdir (4/Nisâ, 60). Bu genel hükümler yanında, bütün mülkün esas sahibi olan Allah Teâlâ, mirasla ilgili düzenlemeleri bildirdikten sonra (4/Nisâ, 6-11), şöyle ikazda bulunur: “...Bunlar, Allah tarafından bir vasiyettir/emirdir. Allah her şeyi bilen ve yarattıklarına çok yumuşak davranandır. İşte bunlar, Allah'ın koyduğu sınırlardır. Kim, Allah'a ve Rasûlûne itaat ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere koyar. Orada ebedî kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur. Kim, Allah'a ve Rasûlüne isyan eder ve Allah'ın koyduğu sınırları aşarsa, Allah onu, ebedi kalacağı cehennem ateşine koyar. Ve onun için alçaltıcı bir azap vardır." (4/Nisâ, 12-14)

 Dünyada evlâtlarımıza ille de önemli çapta maddî miras bırakmak zorunda değiliz. Onlara Allah’ı ve Rasûlünü miras olarak bırakmamız, yani onları İslâmî eğitim ve öğretimden geçirmemiz, müslümanca yetiştirmemiz herşeyden önemlidir. Aradaki zaman farkına rağmen, “hulefâ-i râşidin”in beşincisi kabul edilen Ömer bin Abdülaziz, çok zengin bir mirasa sahip olduğu halde, bu mirasın içine halkın hakkı olan paralar da karıştığı ve devlet gücüyle oluştuğu için bunları halka dağıtmış, kendisi fakir hayatına benzer şekilde yaşamayı tercih etmiştir. Ölümü yaklaştığında yakınları, ona şöyle der: “Kendin, bunca malı infak ettin, zenginliği bırakıp fakir hayatı yaşadın, buna hakkın olabilir; ama şimdi belki ölmek üzeresin. Çocuklarına miras olarak ne bırakıyorsun? Bu, onları düşünmediğin anlamına gelmez mi?”  Verdiği cevap müthiştir: “Ben çocuklarımı müslümanca yetiştirdiysem onlara Allah’ı ve Rasûlünü, onların sevgisini miras bırakıyorum, bu yetmez mi? Yok, onlar gerçek müslüman gibi yetişmedilerse, onlardan bana ne? Onlara maddî miras bırakarak bununla daha kolay haramlar işlemelerine, Allah’a isyan etmelerine yardım etmemi mi bekliyorsunuz?”

Günümüzde haramzâde nice mirasyediler vardır ki, kendilerine bunca mal bırakan ölmüş babalarına hayır duâda bile bulunmazlar. Tam tersine, babasından bir şey kalmamış nice müslüman vardır ki, hiçbir miras bırakmamış babasını duâlarında unutmaz, onun adına hayırlar yapmaya çalışır. 

Toplumsal miraslara karşı, bize kadar nice zahmetler karşılığında emânet olarak ulaşan İslâmî değerlere karşı nasıl davrandığımızı ve bizden sonraki nesillere devraldığımız tevhid sancağını nasıl teslim edip miras bırakacağımızı da hesaba katmalıyız. "Sonra Kitab'a, kullarımız arasından seçtiklerimizi vâris kıldık (Kitab'ı onlara verdik). Onlardan (insanlardan) kimi kendisine zulmeder, kimi mûtedildir/ortadadır, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte büyük fazilet budur." (35/Fâtır, 32). Bu miras konusunda zâlim olmak mümkün olduğu gibi, hayırda yarışan müsâbık olmak da mümkündür. Hiç olmazsa, kurtuluşa ermek için ikisinin ortasında olmak gerekir. Biz Kitab’a, dine vâris kılındık, bundan tümüyle mahrum bir çevrede dünyaya gelmediğimiz için bazen kıymetini bilmediğimiz, müslümanlığı hazır bulduğumuz için mirasyedi gibi dinî değerleri tüketme durumunda olmamalıyız. Câhiliyyenin bin bir çeşit bataklığından özel gayretlerle kurtulup İslâm’a sonradan giren insanların durumu, kıymet bilme ve tam teslim olma yönüyle dikkate değer bir konudur. 

Şâirin dediği gibi: “Mal sahibi, mülk sahibi! / Hani bunun ilk sahibi? /  Mal da yalan, mülk de yalan / Var, biraz da sen oyalan!” Bugüne kadar insanlara nice şeyler miras kalmış olmasına rağmen, aslında bunlar, birinden ötekine devredilen emânetler şeklinde olmuştur. Önemli olan mal ve mülkün esas sahibi olan zâtın istediği şekilde bunları değerlendirmektir. Emânete ihânet eden hâin olmamak için, bize emânet bırakılan tüm mirasları çarçur etmemek, mirasyedi şeklinde ve hevâmız istikametinde harcamalar yapmamak; veznedar gibi, emanetçi gibi, postacı gibi malı sarfedilmesi gereken yere havâle etmek gerekir. Yeryüzü de mirastır. Allah'ın arzının mirası, herşeyin mirasının Allah'a ait olmasıyla ilgilidir. İnsanoğlu fânî olduğu gibi, sahip oldukları da aslında emânettir. O yüzden, tüm arzın esas sahibi Allah’tır, her şey O’nun mülkü olduğu gibi, yine O’na dönecek, O’na kalacaktır. "Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah bütün yaptıklarınzdan haberdardır." (3/Âl-i İmrân, 180). Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ın mülküdür. Ondan yararlananlar, hep O'nun mülkünü birbirinden devralmaktadırlar; o halde, Allah'ın mülkünde cimrilik etmeleri ne kadar yanlıştır! Bir gün, herkes ölecek ve mâlik olduğu şeyler üzerindeki mülkiyetini kaybedecektir; halbuki Allah bâkîdir, mülk yine O'nundur.

Önemli olan, dünyada mala mülke mirasçı olmak veya zenginleşip geride çokça miras  bırakmak değil; Allah’ın cennetine vâris olmaktır. "... Onlara (iman edip sâlip amel işleyenlere): 'İşte size cennet; yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık ona vâris kılındınız' diye seslenilir." (7/A'râf, 43)

"Önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris olanlara hâlâ şu gerçek belli olmadı mı ki: 'Eğer biz dileseydik onları da günahlarından dolayı musibetlere uğratırdık! Biz onların kalplerini mühürleriz de onlar (gerçekleri) işitmezler." (7/A'râf, 100)

"Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona vâris kılar. Sonuç müttakîlerindir (Allah'tan korkup günahtan sakınanlarındır)." (7/A'râf, 128). Allah, mü’min müstaz’afları/ezilmişleri, iman edip sâlih amel işleyenleri arza, yeryüzünün güzelliklerine vâris kılacaktır. "Andolsun Zikir'den sonra Zebur'da da: 'Yeryüzüne sâlih/iyi kullarım vâris olacaktır' diye yazmıştık." (21/Enbiyâ, 105) "Biz ise, o yerde müstaz'aflara (güçsüz düşürülenlere) lütufta bulunmak, onları imamlar/önderler yapmak ve onları (mukaddes topraklara) vâris kılmak istiyorduk." (28/Kasas, 5)

Biz de atamız İbrâhim gibi, O’nun tevhid dinine vâris olan kişiler olarak Rabbımıza duâ ediyoruz: "Bizi, Naîm cennetinin vârislerinden kıl." (26/Şuarâ, 85)