Hz. Peygamber'den rivâyet edilen hadisler arasında Kur'an'a uygun olarak Yüce Allah için vech (yüz), ayn (göz), yed (el), isba' (parmak) ve kadem (ayak)tan bahseden, bununla beraber bu kelimelerin hakiki veya mecâzî anlamda kullanıldığına dâir en küçük bir işaret taşımayan haberler oldukça fazladır. Aşağıda belirteceğimiz hadisler bu konudaki bâriz örneklerdir:
"Fe innallahe kad harrame ale'n-nâri men kaale lâ ilâhe illâllahu yenbeğî bizâlike vech'allah" "Allah, 'lâ ilâhe illâllah' diyen ve bununla Allah'ın vechini (yüzünü) talep eden kimseyi cehenneme haram kılmıştır." (Buhârî, Salât 46)
"Zükira'ddeccâlu ınde'n-nebî (s.a.s.) fekaale innallahe lâ yahfâ aleykum innallahe leyse bia'vera ve eşâra biyedihî ilâ aynihî ve innelmesîha'ddeccâle a'veru ayni'l-yümnâ." "...Hz. Peygamber (s.a.s.)'in yanında Deccâl zikredildiği zaman O, şöyle demiştir: 'Siz bilirsiniz ki, Allah'ın gözü şaşı değildir (Eliyle gözünü işaret ederek), fakat Mesih Deccal'ın sağ gözü şaşıdır." (Buhârî, Tevhid 17; Müslim, Fiten 20)
"... halegake'llahu bi-yedihî..." "Kıyâmet günü mü'minler toplanırlar. Bulundukları yerde rahat etmeleri için, 'Rabbimizden şefaat dileyelim' diyerek Âdem'e (a.s.) gelirler ve ona: 'Ey Âdem! Sen insanların babasısın, Allah seni eliyle yarattı' derler... " Buhârî, Tevhid 19)
"İnnallahe yakbidu yevme'l-kıyâmeti'l-arza ve tekûnu's-semâvâtu bi-yemînihî sümme yekuulü ene'l-melikü." "Allah, kıyâmet günü arzı tutar, gökler sağ elindedir ve der ki: 'Melik Benim." (Buhârî, tevhid 19)
"Kaale'llahu azze ve celle yu'zînî ibn âdeme yekuulü: Yâ haybete'd-dehri fe innî ene'd-dehru ukullibu leylete ve nehâruhû." "Yüce Allah azze ve celle şöyle buyurmuştur: 'Dehr/zaman Ben olduğum halde, Âdemoğlunun dehre sövmesi Bana ezâ verir. (Her) İş Benim elimdedir. Gece ve gündüzü Ben değiştiririm." (Müslim, Elfâz 1)
"... Ve tekuulü hel min mezîdin hattâ yasnea fîhâ rabbu'l-âlemîne kademehû feyenzevî ba'duhâ ilâ ba'dın sümme tekuulü kaddun kaddun." "...Âlemlerin Rabbi, ayağını üzerine koyuncaya kadar cehennem: 'Daha başka atılacak yok mu?' diye soracak. Allah ayağını üzerine koyunca, 'yeter, yeter' der." (Buhârî, Tevhid 19; Müslim, Cennet 13)
"Peygamber (s.a.s.) Ali bin Ebî Tâlib'in Yemen'den gönderdiği altın parçasını ashâbından dört kişi arasında taksim ettiği vakit, diğer bir sahâbi: 'biz buna diğerlerinden daha lâyıktık' deyince Peygamber (s.a.s.): 'elâ te'menûnî? ve ene emînun men fi's-semâ'..." "Ben semâda olan Allah'ın emîni olduğum halde, siz benden emîn değil misiniz? (beni güvenilir bulmuyor musunuz?)' demiştir." (Müslim, Zekât 47)
Uzunca bir hadiste Peygamber (s.a.s.) ile bir câriye arasında şu konuşma geçmektedir: "...Fe kaale lehâ 'eyne'llah? Kaalet: Fi'ssemâ'. Kaale: Men ene? Kaalet: ente Rasûlullah. Kaale: A'tıkhâ, feinnehâ mü'minetun" "Hz. Peygamber ona şöyle sordu: 'Allah nerededir?' Câriye, şöyle cevap verdi: 'Allah göktedir.' Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.) ona tekrar şöyle sordu: 'Ben kimim?' Câriye bu soruya: 'Sen Allah'ın Rasûlüsün' diye cevap verince Nebî (s.a.s.) onun için şöyle dedi: 'Bu câriyeyi âzâd edin, çünkü o bir mü'minedir." (Müslim, Mesâcid 7)
Ebu'd-Derdâ (r.a.)'dan rivâyet edilen bir hadis-i şerife göre Allah'ın Rasûlü, yaptığı bir duâsına şöyle başlamıştır: "Rabbunallahi'llezî fi's-semâi..." "Göklerde olan Rabbimiz!..." (Ebû Dâvud, Tıb 19)
"Yenzilu rabbunâ tebârake ve teâlâ külle leyletin ile's-semâi'd-dünyâ..." "Allah her gece en yakın semâya iner..." (Buhârî, Teheccüd 14; Müslim, Salâtu'l-Musâfirîn 24)
Metin ve meallerini yazdığımız bu hadisleri incelediğimiz zaman onların ifâdeleri arasında müteşâbih olarak sayabileceğimiz şu kelimeleri görürüz: "Allah'ın yüzü, Allah'ın eli, Allah'ın ayağı." Ayrıca, bu hadislerde Cenâb-ı Hakk'ın gökte olduğunu söyleyen bir câriyenin bu şekilde konuşmasına Hz. Peygamber'in herhangi bir itirazda bulunmadığı, üstelik onun bir mü'mine olduğuna şâhitlik ettiğini görmekteyiz. Tabiatıyla bütün bu kelimeler müteşâbih birer ifâdedirler. Bunlar tıpkı Kur'ân-ı Kerim'in bu meyandaki ifâdelerinin birer tekrarı gibidirler. Bu gerçek de Kur'an ile hadisin ifâde bakımından bir paralellik arzettiğinin açık göstergesidir. Hatta müteşâbih ifâdelerden bazılarını Arap dilindeki kullanıma da bağlayabiliriz. Tıpkı yukarıda sözünü ettiğimiz câriyenin, "Allah'ın göklerde" olduğunu söylemesi örneğinde olduğu gibi. Biz Allah'ın mekândan münezzeh olduğunu biliriz ve böyle inanırız. Ancak O Yüce bir varlık olduğu için, câriye ve onunla aynı düşünce yapısına sahip olanlar göklere tanıdıkları kutsallığı ve erişilmezliği Cenâb-ı Hak için bir saygı unsuru olarak kabul etmiş olabilirler. Tabii ki, bu düşüncemiz sadece câriyenin bu ifâdeyi niçin kullanmış olması açısından bir yorum olabilir.
Selef Allah’ı kendisi için mümtenî olan bu gibi zâhir şeylerden tenzih eder ve gayb âleminde, Allah’ın onları zikrettiği gibi inanır, hakikatlerinin ilmini O’na havâle eder. Sonraki alimler ise, İslamiyet’i ifsat etmek isteyen kimselerin müteşâbih âyetleri gelişi güzel tefsir etmeleri üzerine halef âlimleri devreye girmişler istivâ’ya, istikrar, istevlâ, suûd, i’tidâl; Allah’ın gelişini, Allah’ın emrinin gelişi; Allah’ın fevkiyyetinin yücelik yönünden olduğu, cihet yönünden olmadığı; Cenbden maksat haktır, Vechi zâtıdır, Aynı inâyetidir; yed kudretidir; nefs ukubetidir gibi mânâlar vermişlerdir (Zerkeşi-El-Burhan: 2/80-83; Suyûtî-El-İtkan, 2/6-7; Subhi es-Sâlih-Mebâhis, 226). Bu âlimlere göre müteşâbih âyetlerin te’vil edilmesi câiz görülmezse de, Kur’an’da işaret buyrulduğu vecihle, câiz görülmeyen te’vil, gönülleri sapkın, niyetleri kötü olanların fitne ve fesat çıkarmak amacıyla yapmak istedikleri te’villerdir. Yoksa iyi niyetle, akla, muhâkemeye, dinin esaslarına uygun olarak yapılan te’viller makbul ve lâzımdır. Çünkü ilk devirlerdeki sağlam iman kaybolmuş, meydana gelen tereddütleri ma’kul bir şekilde ortadan kaldırmak icap etmiştir (Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 132).
Muhkem, dili bilenin, kendisinden ancak bir tek mânâ anladığı kelâmdır. Bu anlama da mu’teber olan ise ilk Arab nesillerinin anlamasıdır, yoksa zamanımızın tetkikçilerinin anlaması değildir. Çünkü boş tedkik, şifâsı pek müşkil öyle bir hastalıktır ki, muhkemi müteşâbih, ma’lumu da meçhul yapar.
Müteşâbih ise, zamirin iki mercide dönmesi ihtimalinden dolayı iki mânâya ihtimali olan kelâmdır. Bir şahıs: “Dikkat edin! Emîr bana filan kimseye lânet etmemi emretti. Allah ona lânet etsin” dediği zaman bu sözde olduğu gibi (Lâneti emîre mi, diğer kimseye mi diliyor, belli değil).
Yahut da müteşâbihlik, bir kelimenin iki mânâda müşterek olmasından ileri gelir. 4/Nisâ, 43; 5/Mâide, 6 âyetindeki “lâmestümü’n-nisâ’ (kadınlara dokunma)” ifâdesinde olduğu gibi. Bu tâbir, hem kadınla cinsi münâsebet, hem de kadına el ile dokunma mânâsında müşterektir. Yahut da müteşâbihlik, atfın yakına ve uzağa ihtimali olmasından ileri gelir: 5/Mâide, 6, abdest alma âyetinde “ercül” kelimesinin uzağa ve yakına atfedilmek sûretiyle hem üstünlü, hem esreli (ercüleküm, ercüliküm şeklinde) okunmasında olduğu gibi.
Müteşâbihlik, atıf ve isti’naf, yani bir evvelki üzerine atfedilmek yahut yeniden başlatılan bir cümle olmak ihtimalinden ileri gelir: 3/Âl-i İmran, 7. âyetinde geçen “râsihûne”nin başındaki “vav” ın bu ikiye ihtimali bulunması gibi.
Kinâye, hükümlerden bir hükmün sâbit olmasıdır, bununla hükmün kendisinin sâbit olması kast olunmaz, fakat maksud muhâtabın zihninin onu âdi yahut aklî bir lüzumla lâzım gelen şeye intikalidir. “Azîmu’r ramad = külü büyük” tâbirinde olduğu gibi. Çünkü bu sözün mânâsı ziyâfet çokluğudur.
5/Mâide, 64. âyetinden anlaşılan da kerem ve cömertlik mânâsıdır. Murad edilen mânânın hissedilen bir sûrette tasvir edilmesi de bu kabildendir. Bu, Arap şiirlerinde ve Arapların hutbelerinde geniş bir babdır. Kur’an-ı Azıym ve Peygamberimizin sünneti de bununla doludur.
“Onların içinden gücünün yettiğini sesinle yerinden oynat. Onlara karşı süvârilerinle, piyâdelerinle yaygara çıkar. Mallarına, evlâtlarına ortak ol. Onlara vaad et. Şeytan bu! Onlara bir aldatıştan başka ne vaad eder o.” (17/İsrâ, 64). Şeytan burada, arkadaşlarına nidâ edip: ‘Bu cihetten gelin! Ve bu yönden girin!’ diye bağıran hırsızlar başkanına benzetilmiştir.
“Biz hem önlerinden bir set, hem arkalarından bir set çektik, böylece onları her taraflarından sarıp kuşatıverdik, artık görmezler.” (36/Yâsin, 9). Burada onların âyetleri iyice düşünmekten yüz çevirmeleri, iki eli boynuna kelepçelenmiş yahut her cihetten bütün etrafına bir set bina edilmiş de artık asla görmeğe muktedir olamayan kimseye benzetilmiştir.
“Korkudan (kanat gibi açılan) ellerini kendine kavuştur. (Korkma) Yani hatırını, zihnini dağınıklıktan topla.” Bunun örfteki nazîri/benzeri şudur: Onlar bir kimsenin yiğitliğini takrir ettikleri zaman, kılıçla, o şöyle vurur diye işaret ederler, yahut onu hiç kimse kast edemez, derler.
Dehrden bir kere eline kılıç almış olmasa da onun ufuklar ahalisine galebesi ancak yiğitlik sıfatıyla olur. Şöyle demeleri de böyledir: Filan kimse; ben yeryüzünde bana karşı çıkacak hiç kimse görmüyorum, der. Yahut falan kimse şöyle yapar, derler ve bu şahıs o fiili yapmaz olsa da ve ondan bu söz çıkmamış olsa da dövüşçünün hasmını yenmesi vaktindeki dövüşme ehlinin heyetine işaret ederler. Ve filan beni boğdu ve boğazımın içinden lokmayı çekti, derler.
Ta’riz, umûmî bir hüküm yahut istenmeyen, inkâr edilen bir şeyi zikredip bununla özel bir şahsın halini takrir etmeyi kasd etmek, yahut muayyen bir kimsenin haline tenbih eylemektir. Bazen söz esnâsında bu şahsın hususiyetlerinden bir kısmı gelir, muhatab ise bu şahsa muttali olmaz. İşte Kur’an okuyucusu bu gibi yerlerde hayrete düşer, kıssayı bekler ve ona muhtaç olur. Peygamber (s.a.s.) bir şahsa karşı red yaptığı zaman: “şöyle şöyle yapan kavimlerin hali nedir?” diye hitap ederdi. Nitekim Yüce Allah’ın şu kavlinde de böyledir: “Allah ve Rasulü bir işe hükmettiği zaman mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için (ona aykırı olacak) işlerinde kendilerine muhayyerlik yoktur. Kim Allah’a ve Rasulü’ne isyan ederse muhakkak ki o apaçık bir sapıklıkla yolunu sapıtmıştır.” (33/Ahzâb, 36). Bu âyet Zeyneb kıssasına ta’rizdir.
“Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar hısımlarına, yoksullarına, vermelerinde kusur etmesin...” (24/Nûr, 22) âyeti, Ebu Bekir es-Sıddîk’a ta’rizdir. İşte bu sûrette o kıssaya muttalî olamadıkları müddetçe o kelâmın isteğine erişemezler.
el-Mecâzu’l-Aklî: Aralarındaki benzeşme alâkasından dolayı fiilin fâilden başkasına isnad edilmesi yahut da mef’ûlün bih’in, mef’ûlün bih olmayan şeyin yerine ikame edilmesi ve mütekellimin bu cinsten biri olduğu halde onun topluluğunda dâhil olduğunu iddia etmesidir. Nitekim bina eden emir değil de bina edicilerden biri olmakla beraber “Emîr, köşkü binâ etti” denilir, halbuki o ancak bina etmeyi emredendir. Bahar mevsiminde bitkiyi bitiren Yüce Allah olmakla beraber “bahar, sebzeyi bitirdi” denilir. Ve Allah doğruyu en bilendir.
Müteşâbihlerin ne anlama geldiğine dair ileri sürülen görüşler içerisinde doğruya en yakın olanı, “anlaşılması zor ve mânâsı kapalı olan hususların müteşâbihler kapsamına girdiğini belirten” görüşlerdir. Bu görüş sahipleri, müteşâbihin önemli bir özelliğinin “mânâdaki kapalılık ve anlamdaki zorluk” olduğu noktasını yakalarken, iyi bir başlangıç yapmışlardır. Ancak, buradaki kapalılık ve anlaşmazlığın her türlü kapalılık ve anlaşmazlığı kapsadığını zannetmişler ve böylece müteşâbihlerin gerçek anlamına ulaşma çabaları yarım kalmıştır.
Bu konuda doğruyu yakalamak için müteşâbih kelimesinin yapısını tahlil etmek gerekmektedir. Müteşâbih kelimesinin mâzîsi olan “teşâbehe” fiilinin iki mânâsı vardır: Birisi iki şeyin birbirine benzemesi; diğeri ise, birbirine benzemesi dolayısıyla iki şeyin birbirinden ayırt edilemeyip birbirine karıştırılması. 2/Bakara, 70 ile 13/Ra’d, 16 âyetlerindeki “teşâbehe” kelimeleri “birbirine karıştırmak, ayırt edememek” anlamında kullanılmıştır. 2/Bakara, 118 ve 6/En’âm, 141 âyetlerindeki “teşâbehe” ve “müteşâbih” kelimeleri ise; “birbirine benzemek, birbirine benzeyen iki şey” anlamında kullanılmıştır.
İslâm âlimleri, müfessir ve mealcilerinden çoğu, 3/Âl-i İmrân Sûresinde geçen “müteşâbihât” kelimesinin “muhkemin aksi, ne kast edildiğini anlamak zor olan, muğlak-kapalı” anlamına geldiğini söylemişlerdir. Müteşâbihâtla ilgili bu yorumda teşâbehe fiilinin yukarıda zikredilen iki mânâsından sadece birisi göz önüne alınmış, diğerine ise iltifat edilmemiştir. Halbuki bu kavramla ilgili olarak esas üzerinde durulması gereken nokta, “iki şeyin birbirine benzemesi” olmalıydı. Zira kelimenin esas kök anlamı budur. Kelimenin asıl anlamını bırakıp onun sonucu olan ikinci derecedeki anlamlar üzerinde yoğunlaşmak, elbette doğru değildir. Bu sebeple müteşâbihât kelimesinin ne anlama geldiğini anlayabilmek için, öncelikle teşâbehe fiilinin asıl anlamı olan “benzeşme” üzerinde durmak gerekir.
Konuya bu açıdan yaklaşılacak olursa, şu sorunun sorulması kaçınılmaz olur: 3/Âl-i İmrân, 7. âyetinde sözü edilen "müteşâbihât âyetler"de benzeşen; daha açık bir ifâdeyle benzeyen ile benzetilen nedir? Bu sorunun cevabı şudur: Müteşâbihât probleminin kaynağında insan idrâkini aşan birtakım metafizik konuların, insanın ürünü ve bu dünya ile ilgili kavramlarla ifâde edilmesi zorunluluğu yatmaktadır. Özellikle klasik literatürde "Allah'ın sıfatları" başlığı altında ele alınan konular başta olmak üzere, âhiret ile ilgili birtakım anlatımlarda kullanılan kavramlar bu dünyaya âit kavramlardır. Meselâ Allah'ın yed (el)inden, ayn (göz)ünden, vech (yüz)ünden; O'na izâfe edilen ityân (gelme), istivâ (kurulma, yerleşme); fevk (üstte olma); kurb (yakın olma); maiyye (beraber olma) gibi niteliklerden Kur'an'da sık sık sözedilmektedir. Bu dünyaya, hatta öncelikle insana âit olan bu kavramların, idrâkimizin ötesinde bir başka varlık ve bir başka âlem için kullanılması karşısında, bu kelimelerin bizim bildiğimiz gerçek anlamda kullanılmış olması düşünülebilir mi? Dolayısıyla "Allah'ın bizim gibi bir eli, gözü, yüzü var mıdır? O'nun gelmesi, yaklaşması da bizimki gibi midir?" soruları müteşâbih probleminin temelini oluşturmaktadır.
Kısaca, müteşâbihât bu dünyadaki varlıklar için kullanılan birtakım kavramların ya da nitelendirmelerin metafizik konularda ve özellikle Allah ile ilgili olarak kullanılmasından kaynaklanan ve bu benzerliğin doğurduğu problemin adıdır. Bu problemin sebebi "dil"den başka bir şey değildir. İnsan dili, duyuların konusu olan objelerle yola koyulur. Onu, duyularla algılanamayan gerçeklere uygulayınca, bu gerçekler ile, algılanabilen fenomenler arasında gizli veya açık birtakım benzetmelerin/teşbihlerin yapılması gerekir. Şiir dilinin her çeşidinde görülen bu ortak özelliğe, câhiliyye devri Arap şiiri de yabancı değildi. Şair, can sıkıcı geceyi, ağır ağır ayakları üstüne doğrulan bir hayvana benzetir. Burada herhangi bir karışıklığın ortaya çıkma tehlikesi sözkonusu değildir; çünkü gecenin ne olduğunu ve onun bir hayvan olmadığını hepimiz bilmekteyiz. Fakat hakkında konuşulan şey, insanın alışageldiği anlamda duyunun konusu olmaktan uzak ise, yani duyu tecrübesinden elde edilen çıkarımların dışında kalan bir şey olursa, o zaman güçlük kendisini hissettirir. Sözgelişi insan "Allah'ın yed (el)i şeklindeki sözleri nasıl anlayacaktır? Başka bir ifâdeyle, insan zihninin geçmiş tecrübelere, yani zihne daha önce kaydedilmiş algı ve idrâklere dayanmaksızın faâliyet göstermediğini göz önünde bulunduracak olursak, çok önemli bir soru ile karşı karşıya geliriz: "Madem ki dinin metafizik kavramları, tabiatının özelliğinden dolayı, insanın müşâhede ve tecrübelerinin sınırları ötesindeki bir âlemle ilgilidir, o halde bu fikirler bize başarıyla nasıl aktarılabilirler? Tecrübeye dayalı olarak ulaşmış olduğumuz algılar alanımızdan kısmen bile olsa, karşılığını bulamadığımız fikirlerin ihâtası bizden nasıl umulabilir?" Bunun cevabı bellidir: İğreti tasvir (istiâre)lerle. Veya Zemahşeri'nin 13/Ra'd, 35. âyetinin tefsirinde ifâde ettiği gibi "sembolik bir tasvir" yoluyla: Müşâhede sahamızın dışında kalanları, müşâhede edebildiklerimizle temsil ederek (temsîlen limâ ğâbe annâ bimâ nüşâhidu) ve işte Kur'an'da kullanıldığı şekliyle müteşâbihât kavramının hakiki mânâsı da budur (Muhammed Esed, Kur'an'da Sembolizm ve Mecaz, Kelime Dergisi, 6/86 (1), s. 40).
Böylece Kur'an bize, birçok kavram ve ifâdelerinin, beşere kavratılması murâd edildiği halde, başka herhangi bir yolla buna imkân bulunmadığından -sırf bu temel nedenle- mecâzî tarzda anlaşılması gereğini açıkça ifâde eder. Dolayısıyla, eğer biz, Kur'an'ın her ifâde, cümle ve ibâresini, zâhirî mânâsıyla alarak onun bir mecaz, bir istiâre, bir temsil olması ihtimalini gözardı edersek, İlâhî vahyin gerçek rûhuna aykırı hareket etmiş oluruz. Örnek olarak, Allah'ın zâtına işaret eden bazı âyetleri düşünelim: Tanımlanamayan, zaman ve mekânda sınırsız ve beşer kavrayışının tamamen ötesinde bir varlık. O'nu tasavvur etmenin imkânsızlığı karşısında biz ancak O'nun ne olmadığını kavrayabiliriz. Yani, zaman ve mekânla sınırlanamayan, birtakım benzetmelerle tasvir edilemeyen, beşer düşüncesinin hiçbir türü ile çevrelenemeyen... Bu nedenle, O'nun varlığı ve etkinliği, çok yetersiz kalmakla beraber, ancak oldukça genelleştirilmiş mecazlarla bize aktarılabilir.
Bunun gibi, Kur'an O'ndan bahsederken "semâlarda" olduğunu, "arşı üzerine yerleştiği"ni bize bildiriyorsa, biz bu ifâdeleri zâhirî mânâlarıyla alamayız. Çünkü, aksi takdirde, farkına varılmadan "Allah'ın mekân içinde sonlu olduğu" ifâde edilmiş olur. Böyle bir sınırlılık sonsuz bir varlıkla bağdaşmayacağından, en küçük bir kuşkuya kapılmadan anlarız ki, Allah'ın "semâlarda" oluşu, "arş"ı, onun üzerine "yerleşmesi", beşer tecrübelerinin tamamen dışında kalan bir kavramın, yani "Allah'ın her şeye gücü yeter ve bütün varlıkların mutlak hükümrânı olduğu" kavramının, sadece lisanî vâsıtalarıdır. Aynı şekilde O, "her şeyi bilen", "her şeyi gören", "her şeyden haberdar" olarak nitelendiğinde, bu tasvirlerin, maddî bir "görme" ve "işitme" olayı ile meydana gelen şeyler olmadığını, ancak var olan ve vuku bulan her şeyde Allah'ın ebedî mevcûdiyetinin, beşerin anlayacağı terimlerle basit anlatımları olduğunu anlarız. Ve "hiçbir beşerî görüş O'nu idrâk edemeyeceğinden" (6/En'âm, 103), yaratmış olduğu evren içinde ve üzerinde kesintisiz etkinliğini müşâhede etmenin ötesinde, insanın O'nu kavraması umulamaz (Muhammed Esed, a.g. makale, s. 40-41).
İnsan lisanının yetersizlikleri içerisinde -ki bu yetersizlikler insan dimağının fıtrî sınırlılığının zarûrî neticeleridirler- bu etkinlik, ancak çevrelenebilir, fakat gerçek şekliyle asla târif edilemez. Bizim için Allah’ın zâtını tasavvur ve tâyin etmek imkânsız olduğu gibi, O’nun “yaratma eylemi”nin -ve dolayısıyla yaratma planının- gerçek mâhiyetinin tasavvur ve tâyini de ihâtamızın dışında bulunmalıdır. Ancak Kur’an, kesin olarak Allah’ın “hikmetli” yaratıcılığı kavramına binâ edilen ahlâkî bir öğretiyi bize aktarmayı hedeflediğinden, ikinci husus (O’nun yaratma eylemi ve planı) insanın kavrayabileceği düşünce tarzlarına indirgenebilmelidir, nitekim indirgenmiştir.
Bu nedenle, ilk bakışta antropomorfik (teşbîhî-tecsîmî) görünen Allah’ın “gazab etmesi” veya “cezalandırması”, sâlih amellerden “hoşlanması”, yaratıklarını “sevmesi”, kendine bîgâne kalan günahkârlara “bîgâne kalması”, mahşer günü günahkârları “hesaba çekmesi”... gibi Allah’ın etkinliğinin beşer terminolojisine yapılan lafzî aktarımları; bize vahyolunan ahlâkî prensiplerin beşer lisanı yoluyla uygulanmasını umduğumuz sürece, kaçınılmaz bir sonuç olacaktır. Ancak, kaçınılmaz olan bu aktarımlarla tanımlanamaz olanı tanımlayabildiğimiz inancı içine girersek en büyük hatayı işlemiş oluruz.
Ve Kur’an’ın Âl-i İmrân Sûresinin yedinci âyetinde açıklandığı gibi, ancak “kalplerinde haktan sapma eğilimi olanlar” mecâzî olarak ifâde olunan âyetlere uyarlar; (sınırlanmış olanın dışına taşıp) karışıklık çıkarmaya ve (keyfî bir şekilde) onun nihâî mânâsını anlamaya çalışırsak... Fakat Allah’tan başka onun nihâî mânâsını kimse bilemez.” (Muhammed Esed, a.g. makale, s. 43)
Müteşâbihât probleminin, metafizik konuları anlatmak için zorunlu olarak insan dilinin kullanılmasından kaynaklanan bir problem olduğu dikkatlerden kaçınca, bunun doğal bir sonucu olarak, Kur’an’da müteşâbihâtın niçin yer aldığı sorusuna İslâm âlimlerinin vermiş oldukları cevaplar da genellikle isâbetsiz olmuştur. Bu konuda “müteşâbihâtın hikmeti” olarak sunulan gerekçeler özetle şunlardır:
1. Müteşâbihât gaybla ilgili olduğu için “Kişi bunlara inanacak mıdır?” diye bir imtihan amacıyla müteşâbihâta yer verilmiştir (ez-Zerkanî).
2. Kur’an’da müteşâbihin mevcut olması, insanın taklidi terkederek, düşünmesi, fikir imal etmesi, Kur’an’ın inceliklerini anlamak için daha çok ilim elde etmesine bir sebeptir (Kadı Abdülcebbar).
3. Müteşâbihler dolayısıyla âlimlerin Kur’an üzerinde düşünmeleri sağlanmıştır. Onlar müteşâbihleri düşünecek, araştıracak ve Kur’an’ın kapalılıklarını ortaya koyacaktır. Faziletçe diğer insanlardan üstün olma hakkını elde edeceklerdir. Kur’an’ın tamamı muhkem olup, mânâsı apaçık anlaşılsaydı, onu anlama konusunda âlim de câhil de aynı seviyede olurdu (İbn Kuteybe).
4. Gelecekte vuku bulacak şeylerin ne zaman vuku bulacaklarının gizli tutulması, insanın yararınadır. Bu durum, insanın gevşemesine engel olduğu gibi, korku ve telâşa kapılmasına da engeldir.
5. Kur’ân-ı Kerim, Arap diliyle inmiştir ve Arap dilinin ifâde üslûpları bunu gerektirmektedir (M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Anlaşılmasında İki Mesele, s. 49).
Müteşâbihâta dâir bu söylediklerimiz gözönünde bulundurulacak olursa, sonuncu hâriç, diğerlerinin müteşâbihâta Kur’an’da yer verilmesinin hikmeti olarak kabul edilmesinin mümkün olamayacağı açıkça görülmektedir.
Müteşâbihât konusuyla ilgili olarak yapılması gereken son bir değerlendirme de şudur: Sadece Kur’an’ın değil; diğer mukaddes kitapların da anlaşılmasıyla ilgili en önemli konulardan biri olan meteşâbihât kavramının çözümü son derece önemlidir. Hıristiyanların İncil’de geçen ve mecâzî bir anlamda kullanıldığı açık olan, Allah için “Baba”, Hz. İsa için “Oğul” nitelendirmeleri lafzî anlamda alınmış ve sonuçtan “teslis” ortaya çıkmıştır. Hem Yahûdilikte ve hem de İslâm’da en çok tartışılan konulardan olan “teşbih ve tecsîm” tartışmalarının Kelâm’ın en önemli konularından olduğu, hatta “müşebbihe-mücessime” adlı mezheplerin ortaya çıktıkları mâlumdur. Bu konudaki tartışmalar bazen o kadar iki zıt kutupta ve öylesine aşırı bir biçimde tartışılmıştır ki, hadisçi İbn Huzeyme’nin gerçek tevhid inancını ortaya koyduğuna inandığı hadisleri derlediği Kitabu’t-Tevhid adlı eserini, meşhur müfessir ve kelâmcı Fahruddin er-Râzî, Kitabu’ş-Şirk olarak nitelendirmekte tereddüt etmemiştir. Bu konudaki tartışmaların olumsuz birtakım toplumsal etkilerinin olduğu da muhakkaktır. Bu bakımdan müteşâbihât konusunun sağlıklı bir yoruma kavuşturulması son derece önemlidir. Ancak bundan da önemli olan ve eleştirilmesi gereken bir husus vardır ki, o da şudur: Bu incelemenin konusu olan 3/Âl-i İmrân, 7. âyetinde de ifâde edildiği üzere, Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerinin “ana”sı, yani büyük kısmı, müteşâbih değil; “muhkem” âyetlerdir. Mütteşâbihlere gelince, bunların gerçek anlamını bilmek, insan aklı için mümkün olmadığından, Kur’ân-ı Kerim bu konunun yanlış anlaşılmasının birtakım mahzurlara yol açacağı konusunda bizleri uyarmıştır. Nitekim İslâm düşüncesindeki konuyla ilgili tartışmaların da Allah’ın hükümlerinin yeryüzünde gerçekleştirilmesi amacına pek de hizmet ettiği söylenemez. Durum bu olduğu halde, müslümanların tarih boyunca müteşâbihât konusunda sert, sonuçsuz ve bazen de faydasız tartışmalara girmiş olmaları, Kur’an’ın esas üzerinde durulması gereken “muhkem” âyetlerinin aleyhine olmuştur.
Kur’an’ın muhkem ve müteşâbih olmak üzere iki kısma ayrılması son derece önemli bir nokta olduğu halde, eski olsun, yeni olsun geniş tefsir yazanların çoğu, bu noktayı yeterince kavrayamamışlardır. Bunun sonucu olarak da muhkem âyetlerden çok, müteşâbih âyetlerle veya aracı ve destekleyici nitelikteki konular üzerinde durmuşlardır. O kadar ki âdetâ âyet tersine çevrilmiş ve bu hususlar temel konular haline gelmiştir. Bu da birtakım problemlere, çelişkilere, zihinlerin karışmasına, Kur’an’ın tartışmalara mâruz bırakılmasına, kudsiyet ve amacı dâvet, nasihat, doğru yolu gösterme ve yaşama dışına çıkarılmasına; onun bir tarih ve sanat kitabı gibi, çelişkilerin ortaya konması ve karşı çıkılması mümkün olan birtakım nazariyeler kitabı haline sokulmasına yol açmıştır ki, bunun ne faydası vardır, ne de böyle yapmakta zorunluluk sözkonusudur (Muhammed İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadis, Mısır, 1962, c. 1, s. 7).
Bu sebeple bizce günümüz müslüman aydınına düşen, onun “muhkem” âyetler üzerinde yoğunlaşması, bu âyetlerde bize sunulan öğretilerden hareketle, İslâm’ı ahlâk merkezli bir toplum projesi, bir hayat tarzı, bir dünya görüşü olarak insanlığa sunmaya çalışmasıdır. Böyle yapılmayıp da âdeta Kur’an’ı entelektüel tatmin aracı olarak gören bir yaklaşımla “müteşâbihât”a ağırlık verilir, esas üzerinde durulması gereken “muhkemât” ikinci plana itilirse, tarihte başımıza gelenleri tekrar yaşamamız kaçınılmaz olur. “Müslüman bir delikten iki defa sokulmaz.” (Bir defa işlediği hatayı tekrar işlememelidir) kuralı uyarınca, geçmişteki hatalara düşmekten sakınarak, insanlığa İslâm’ın mesajını sunma yolunda bıkıp usanmadan hummalı bir çaba içerisinde olmamız gerektiğini söylemeye bilmem gerek var mı?
Kur’an’da müteşâbihatın varlığı, yaratılmışlarla Yaratıcı arasındaki diyalogun getirdiği bir zorunluluktur ve Allah kendisi hakkında bilgi verirken bizim dilimizi kullanmayı irâde etmiştir. Bizim dilimizi kullanınca birtakım istifhamlar kafada oluşuyor: “Eli var” denilince, acaba nasıldır, bizimki gibi mi? diye sorular akla gelebiliyor. Meselâ “Rahmân arş’a istivâ etti” (20/Tâhâ, 5). Buradaki harfî anlamı: “Allah tahta kuruldu”dur. Kur’an’ın indiği dönemde gücün sembolü kraldı. En güçlü insan o zaman kraldı; tahtı olur, kralın yardımcıları olur, ne derse aynen yapılır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, gücü bu şekil bir benzetme ile sembolize ediyor. Yani Kur’ân-ı Kerim’e göre Melik, Mâlik ve Melik-i yevmi’d-din olan Allah’ın melekleri vardır. Burada gerçekten bir taht var, Allah da bu tahta kuruluyor anlamı verilmesi gerekmez. Gerçekte ne taht, ne de kurulma vardır. Sadece burada Allah’ın hâkimiyeti sembollerle anlatılmaktadır. Bu şekilde anlamamız gerekmektedir.
“Yedullahi fevka eydîhim” (48/Fetih, 10) âyetinde, yani “Allah’ın te’yîdi, yardımı onlarla beraberdir” anlamı vermek daha doğru olur. Yoksa, ortada bir el olup da Allah’ın elinin de elimiz üzerinde bulunması anlamı gerekmez. Bu da sembolik anlatımdır. Onun için dil felsefesini ilgilendirmesi bu yüzdendir. Arap dili bu tür kullanışa çok yatkındır. Belki de Arapça bu iş için seçildi. Diller içerisinde sembolik anlatıma en yatkın dillerden bir tanesi Arapçadır. O yüzden konuyu daha fazla deşeleyebilmek için Arap dilinin de çok ileri düzeyde bilinmesi, buna ilâveten dil felsefesi ve diğer benzeri disiplinlerde de belli bir düzeyde bulunulması gerekir. Allah, hâşâ âcizlikten değil; bize kendisini bizim dilimizle anlatmak istediği için bu dili, müteşâbihleri kullanıyor. Biz bu konunun, problemin farkında olursak o zaman Kur’an’ın genel ilkeleri ışığında “Leyse kemislihî şey’un” (42/Şûrâ, 11) âyetinde olduğu gibi; O hiçbir şeye benzemeyeceği veya İhlâs Sûresinde olduğu gibi, O birdir, tektir, O doğmamıştır, baba da değildir, ihtiyacı yoktur, herhangi bir şeye benzemez. Bu genel çerçeve içinde değerlendirir, konunun dille ilgili olduğunu da bilirsek, problemi bir ölçüde atlatmış oluruz. “Allah’ın eşi, benzeri yoktur” genel ilkesinden hareketle müteşâbihleri bir anlamda dil felsefesi ve dille ilgili izahlarla anlayabiliriz. Ama kastedildiği te’vil’i, yani nihâî yorumu “gerçekten Allah’ın zâtı nasıl bir şeydir? gibi soruların cevabını bulmak, hiçbir zaman insan için, insan aklı için mümkün olmayacaktır. Çünkü ontolojik varlık düzeyleri farklı olduğu için, hiçbir zaman cevap bulabilmek mümkün olmayacaktır. (3)
Muhkem ve müteşâbih konusu, İslâm tarihi boyunca çeşitli disiplinlerin, özellikle de Kur’an ilimlerinin temel bir problemi olarak ortaya çıkmıştır. Konunun çeşitli meselelerle olan yakın irtibatı ve bu sebeple de birçok İslâmî disiplinle (tefsir, kelâm, fıkıh gibi) temas halinde bulunması, konuyla ilgili geniş bir literatürün de varlığını mümkün kılmış ve kılmaya da devam etmektedir. Bununla birlikte gerek metodik, gerekse düşünsel bir netlik ve arınmanın oluşturulamaması sonucu klasik dönemden itibaren devralınan mirasta konuyla ilgili geliştirilen açıklama ve tahliller diğer Kur’an ilimleri problemleri gibi, tam vuzûha kavuşturulamamış; bundan da öte barındırdığı tutarsızlıklarla birlikte Kur’an mesajının anlaşılması konusunda olumsuz bir etkiye de zemin hazırlamıştır. Bu nedenle gerek usûl konusunda ve gerekse o usûle dayanılarak geliştirilen “ilimler” ve “düşünceler” konusunda eleştirel bir tutum içerisinde; yalnızca vahyin dokunulmaz ve tek ölçü olduğu bilincinden hareketle problemi yeniden ele almak ve çözümüne çalışmak, muhkem ve müteşâbih konusuna getirilen yeni yaklaşımlara katkıda bulunmak gereği hâsıl olmaktadır.
Müteşâbih kelimesinin kökeninde “benzeme” ve “şüphelenme” anlamları vardır. Nitekim “şüphe”, “şibh” ve “şebih” bu anlamlara gelmektedir. Kelimenin asıl mânâsını “benzeme”ye indirgemek mümkün görülmektedir. Zira “şüphelenmek”, “kuşkuya düşmek”, “benzeme” olayının sonucunda ortaya çıkan bir hâdise olarak kendini belli etmektedir. Zaten “teşâbehe” fiilinin de biri, “iki şeyin birbirine benzemesi”, diğeri de “iki şeyin birbirine benzemesinden dolayı ayırt edilemeyip o iki şeyin birbirine karıştırılması” olmak üzere iki anlamı vardır. O halde müteşâbih “birbirine benzeyen/benzeşen” anlamına gelmektedir. Ama şunu da kaydetmek gerekir ki, bu benzeşmede benzeşenleri birbirine karıştırma ve bunun sonucunda bir kapalılığın ve şüphenin ortaya çıkması anlamı da kendini gösterebilmektedir (Râgıb el-İsfehânî, Müfredat, s. 443; İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, c. 13, s. 503 vd.).
Kur’an’da Muhkem ve Müteşâbih: Kur’ân-ı Kerim, 47/Muhammed, 20. âyette “muhkem bir sûre” deyimini kullanmakta ve bunun gerek lafzen ve gerekse mânâ olarak “verilmek istenenin” ve “amaçlananın” hilâfına olabilecek bir duruma “engel olunmuş” bir bildirim olduğuna dikkat çekilmektedir. Yani, ortaya konmuş, indirilmiş bir sûre, gerek lafız, gerekse mânâ yönünden öyle sağlam ve kesindir ki, sağa-sola çekilmesine, üzerine ekleme ve çıkarma yapılarak oynanmasına, başka taraflara yönlendirilmesine mâni olunmuştur. “İman edenler ‘(savaş hakkında) bir sûre indirilmeli değil miydi?’ derler. Fakat muhkem bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık bulunanların sana ölümden bayılıp düşen kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün. Onlara ölüm gerekir.” (47/Muhammed, 20). Bir başka yerde ise Allah Teâlâ, âyetlerini şeytanın atmalarına karşı muhkem kıldığını (şeytanın “atmalarıyla” İlâhî mesaja sızmasına, onları bulandırmasına engel olduğunu) bildirmekte (22/Hacc, 52); Hûd Sûresinde ise Kitab’ın tamamının muhkem olduğu ortaya konulmaktadır: Elif, Lâm, Râ. (Bu,) Bir Kitaptır ki, hikmet sahibi, herşeyden haberi olan (Allah) tarafından âyetleri muhkem kılınmış (uhkimet) ve güzelce açıklanmıştır.” (11/Hud, 1). O halde Kur’ân-ı Kerim’in tüm âyetleri muhkemdir. Bu demektir ki Kur’an âyetleri, gerek lafzen, gerekse anlam olarak onları yıkmaya çalışacak, aslını tahrif edip ortadan kaldıracak her türlü dış etkiye engel olucu bir yapı arzetmektedir. Bu, Kur’ân âyetlerini lafız ve mânâ yönünden “yerinden oynatmaya” teşebbüs edilemeyeceği anlamına gelmektedir. Bu denenebilir. Fakat bu deneme yalnızca bireysel planda kalacak ve Kur’an’ın aslına nüfuz edip onun kesinliğine ve sağlamlığına halel getiremeyecektir. Bu muhkem Kitab’ın nûrunu örtmeye çalışanlar olabilecek; ama, onun ışığını tâkip ederek kendisine ulaşan kimse onun ilk dönem parlaklığından hiçbir şey kaybetmediğini görecektir.
Müteşâbih kavramına gelince, bu kavram, muhkem kavramına göre daha sık kullanılmakla birlikte ve Kur’ân-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde “benzeşmek/benzer gelmek” ve “benzeşen/benzeyen” anlamlarında kullanılmaktadır. “Yâ Mûsâ! Rabbine duâ et de onun nasıl bir sığır olduğunu bize açıklasın, zira o, bizce karıştı (Başka ineklere benzer oldu, ‘teşâbehe’). Biz, inşâallah emredileni yapmaya yol buluruz’ dediler.” (2/Bakara, 70). Dikkat edilirse burada benzeşmeden kaynaklanan bir ayırt edememe zorluğu da kendisini hissettirmektedir. Ama, bu zorluğun temeli “benzeşme”dir. Dolayısıyla kelime “benzeşme/benzeme” anlamına sahiptir. Diğer bir âyette: “Bilmeyenler dediler ki: ‘Allah bizimle konuşmalı, ya da bize bir âyet (mûcize) gelmeli değil miydi? Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi demişlerdi. Kalpleri (akılları) birbirine benzedi (teşâbehet). Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri apaçık gösterdik.” (2/Bakara, 118)
Kur’an’ın bir yerinde ise Kitab’ın tamamının müteşâbih olduğu ifâde edilmektedir: "Allah, sözün en güzelini müteşâbih, ikişerli bir kitap halinde indirdi." (39/Zümer, 23). Burada da Allah Teâlâ’nın Kur’an’ın tamamının mâhiyet itibarıyla birbirine benzediğini; arada zıtlığın, ilişkisizliğin ve tutarsızlığın bulunmadığını; vahyin tamamının aynı kaynaktan geldiğini ifâde etmekte olduğu görülmektedir.
O halde, yukarıdaki âyetlerden anlaşıldığı gibi Kur’an’ın bütünü hem muhkem, hem de müteşâbih bir Kitaptır. Yani bir bütün olarak Kur’an’ın hem muhkem olma, hem de müteşâbih olma gibi iki vasfı bulunmaktadır. Fakat öte yandan 3/Âl-i İmrân, 7. âyeti Kitab’ın âyetlerini muhkem ve müteşâbih olmak üzere iki kısma ayırmaktadır.
Şimdi muhkem ve müteşâbih kavramlarını barındıran temel âyete geçebiliriz: “Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan Kitabın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşabihtir/benzeşenlerdir. Kalplerinde bir eğrilik/kayma olanlar fitne çıkarmak ve olmadık te’vilini/yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde râsih olanlar (derinleşenler) ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’ derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşün(e)mez.” (3/Âl-i İmrân, 7)
Anahtar Bir Kavram Olarak Te’vil: Buradaki muhkem ve müteşâbih kavramlarıyla ilgili klasik kaynaklarda pek çok yorum yapılmıştır. Buna rağmen, yer yer birbiriyle çelişen veya birbirinin tekrarı durumundaki bu yorumlar, konuya tam bir netlik kazandıramamıştır. Konunun netliğe kavuşturulmasının kanaatimizce “te’vil” kelimesinin aydınlatılması ve doğru anlaşılmasıyla yakın ilgisi vardır.
Te’vil kelimesi süreç içerisinde “anlamak/yorumlamak” ve “lafzı, başka bir mânâya delâlet ettiğine dâir bir delilden dolayı, asıl mânâsından, gerektirmediği bir mânâya hamletmektir” şeklinde de anlaşılmış olsa da, ilk dönem lügat kitaplarında bu kelimeye “âkıbet” mânâsı verilmektedir. Kur’ân-ı Kerim’deki kullanımında da te’vil kelimesinin bu çerçeveye oturmuş olduğu görülmektedir.
Kur’an’da te’vil kelimesi 17 yerde kullanılmaktadır ve “işlerin âkıbeti”, “varacağı yeri” mânâsına gelmektedir. Nitekim Yûsuf Sûresinde Yusuf’a rüyada görülenlerin te’vilinin (te’vîlu’l-ehâdîs) öğretildiğinden bahsedilmesi (12/Yûsuff, 6), ona rüyada görülen şeylerin “âkıbetinin ne olacağını” kestirmenin ve o görülen şeylerin “gelecekte yaşanacak vâkıa olarak” neye tekabül edeceğini bilmenin öğretilmesi demektir. Zaten yine aynı sûrede anlatılan kralın bir rüya görmesi ve bunu Yusuf’un te’vil etmesi olayı da bu görüşü açıkça ortaya koymaktadır. Kral bir rüya görmüştür (12/Yusuf, 43). Ve kimse bu rüyayı te’vil edememiş (12/44), dolayısıyla te’vil etme işi Yusuf’a bırakılmıştır (12/45). Yusuf da bu rüyayı te’vil etmiş, onun âkıbetini bildirmiş, yani o rüyada görülenlerin ileride nasıl gerçekleşeceğini ve bu gerçekleşecek olanın nasıl olacağını onlara bildirerek tedbir almalarını söylemiştir (12/46-48).
Kehf Sûresinde ise Mûsâ (a.s.) ile “Allah’ın katından rahmet verdiği ve bir ilim öğrettiği kullarından bir kul”un kıssası anlatılmaktadır. Bu kıssada o “kul”un birtakım olayları gerçekleştirdiği anlatılmakta ve Hz. Mûsâ’nın bu yapılan işleri anlamlandıramadığından, şaşkına döndüğünden bahsedilmektedir (18/Kehf, 65-77). Tüm yaşanan olaylardan sonra Hz. Mûsâ’nın sözel bir müdâhalede bulunmasının (18/77) ardından o “kul”un şöyle dediğine şâhit olunmaktadır: “İşte, dedi; bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana sabredemediğin şeylerin te’vilini haber vereceğim.” (18/Kehf, 78). Âyetlerin devamına bakıldığında o kulun te’vilini haber verdiği şeylerin gelecekte olacak olan hâdiselerle ilgili olduğu görülmektedir. Âyetler o kulun yaptığı işlerin ileride ne gibi bir sonuçla, âkıbetle bağlantılı olduğunu ortaya koyup anlattıktan sonra şöyle demektedir: “İşte senin sabredemediğin şeylerin te’vili (âkıbeti) budur.” (18/Kehf, 82). Görüldüğü gibi bu sûredeki te’vil kavramının da gelecekle ve gelecekteki âkıbet ve sonuçla yakın bir irtibâtı vardır.
4/Nisâ 59 ve 17/İsrâ, 35. âyetlerde de en güzel te’vilin (ahsenu te’vîlâ), yani en güzel âkıbet ve sonucun müslümanların olacağı kaydedilmektedir. 10/Yûnus 39. âyette ise inanmayanların “bilgisini kavrayamadıkları ve te’vili kendilerine gelmemiş olan şey”i yalanladıkları bildirilmektedir. Burada da inanmayanların Kur’an’ın bildirdiklerini (ilmi) yalanladıkları, bu bilgiyi kavramadıkları ve bundan da öte, bilgisi bildirilen şeylerin sonucu, gerçekleşmesi (te’vili) oluşmadığı halde, o kimselerin bunu yalanlamış olduğu ifâde edilmektedir ki, yine te’vili ile ileriye dönük, ileride sonuç bulacak şeyler arasındaki yakın alâka göze çarpmaktadır.
O halde, bu âyet-i kerimede iki olgudan söz edilmemektedir:
1. Bilgisi kavranılmayan şey, yani İlâhî bildirimler, âyetler,
2. Te’vili gelmeyen şey, yani İlâhî bildirimlerin âkıbeti, sonucu ile ilgili şeyler.
Gerek te’vil kavramına, gerekse te’vilin müteşâbih âyetlerle ilgisine doğrudan açıklık getirecek bir başka âyet ise şöyledir: “Gerçekten onlara bilgiye göre açıkladığımız, iman eden bir toplum için yol gösterici ve rahmet olan bir Kitap getirdik. İlle onun te’vilini mi gözetiyorlar? Onun te’vili geldiği gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: ‘Doğrusu Rabbimizin elçileri gerçeği getirmiş. Şimdi bizim şefaatçilerimiz var mı ki şefaat etsinler, yahut tekrar geri dönmemiz mümkün mü ki, yaptıklarımızdan başkasını yapalım?’ Onlar kendilerini ziyana soktular ve uydurdukları şeyler, kendilerinden saptı.” (7/A’râf, 52-53). Görüldüğü gibi âyette Kitap unsuru ile te’vil unsuru ayrı ayrı zikredilmektedir. Âyet, bir bütün olarak ele alındığında te’vil ile Kitap’ta bildirilenlerin ya da Kitap ile bildirilen bazı bilgilerin kıyâmet gününde açığa çıkması olayını kasdettiği açıkça anlaşılmaktadır. Demek ki burada da te’vil kelimesi, verilen bilgilerin ileride gerçekleşmesi, sonuçlanması ve ortaya çıkmasıdır ki, bu da ancak kıyâmetle vuku bulacaktır. Zâten âyette bahsedilen iman etmeyenlerin te’vil geldiğindeki pişmanlıkları Kur’an’da kıyâmetin kopmasıyla ilgili diğer âyetlerde de bildirilmektedir.
Te’vil kavramının Kur’an’da herşeyin âkıbeti ve sonucu, şu anda belirtilen şeylerin gelecekte neye tekabül edeceği ve dahası “Kitab’ın te’vilinin” şu anda muhâtap olunan bazı İlâhî gerçeklerin ileride kıyâmetle birlikte aynen ortaya çıkıp kesinleşeceği olduğu anlaşıldıktan sonra, Âl-i İmrân, 7. âyete dönülebilir.
Yukarıda Kur’an’ın tümünün hem muhkem, hem de müteşâbih olduğu zikredilmişti. Oysa Âl-i İmrân, 7. âyette Kitab’ın bir kısmının muhkem, bir kısmının ise müteşâbih olduğu zikredilmektedir. Bu durum nasıl izah edilecektir? Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, müteşâbih âyetlerin “anlaşılıp anlaşılmaması” sorunu ile hiçbir ilgisi sözkonusu değildir. Te’vil kelimesini “tefsir ve anlamın açıklanması” olarak anlayan kimi müfessirler Kur’an’daki müteşâbih âyetlerin anlaşılamayacağı üzerinde durmuşlardır ki, bu iki açıdan yanlış bir anlayıştır.
Birincisi, te’vil kavramına yanlış bir anlam verilmesi sebebiyle Kur’ânî bir kavramın yerinden edilmesi; ikincisi ise Kur’an’ın kendisini ısrarla “apaçık ve anlaşılır” (Bkz. 2/Bakara, 118; 6/En’âm, 52, 126; 16/Nahl, 89; 54/Necm, 17; 57/Hadîd, 9 vd.) diye ortaya koymasına rağmen, Kur’an’ın bir kısım âyetlerinin anlaşılamayacağı iddiâsında ve zannında bulunulması nedeniyledir. O halde Kur’an’ın tamamı açık ve anlaşılır; yani muhkem kavramıyla irtibatlı olarak, lafzen ve mânen çarpıtılmaya, tahrif edilmeye ve sağa sola kaydırılmaya nihâî anlamda müsâit olmayan ve buna asla izin vermeyen bir Kitaptır. Kur’an’ın tamamının muhkem olması demek, böylece Kitab’ın tüm âyetlerinin lafzen ve mânen sağlam bir biçimde, açık ve kesin olarak yerli yerinde durması demektir ki, bu da onun anlaşılırlığı ile yakından alâkalıdır. Peki, bu durumda Kur’an’ın bir kısım âyetlerinin muhkem, bir kısmının ise müteşâbih olduğu gerçeği nereye oturacaktır? Burada hemen şunu kaydetmek gerekir ki, Kur’an’ın tamamı muhkem/apaçık anlaşılır olmakla birlikte, bazı muhkem âyetlerin gaybî boyutla bir ilişkisi sözkonusudur.
İşte gayble ilgili “bazı” muhkem âyetler, anlaşıldığı kadarıyla müteşâbih olarak zikredilmektedir. Yani bir âyet, aynı zamanda hem muhkem, hem de müteşâbih olabilmektedir. Ama muhkem bir âyetin müteşâbih olması için gaybî bir boyutunun da olması gerekmektedir. Zira müteşâbih deyimi bir şey hakkında duyuların veri elde edememesi, yani gayb alanıyla ilgili olması sebebiyle ve o konuda kesin bir bilgiye sahip olamama sonucu o şey hakkındaki düşünce ve yorumların benzer olması ve neyin kesin doğru olduğunun bilinememesi dolayısıyladır. Başka bir ifâdeyle müteşâbih kelimesi, gaybî gerçeklere -kisin bilgimizin olmaması sonucu- zihnimizde bazı benzerlikler kurmamızı ifâde etmektedir. Bununla birlikte şunu da söylemek gereikir ki, muhkem âyetlerin gaybla ilgili olanların tümü müteşâbih kapsamına girmemektedir. Bunun böyle olması te'vil kavramının anlamıyla irtibatlıdır. Gerek Kur'an'ın diğer âyetlerinde, gerekse Âl-i İmrân, 7. âyetteki te'vil kavramının gelecekle ilgili bir içeriğinin olması, yani "gelecekte vâki olacak bir âkıbet ve sonuç"la ilişkilenmesi açıkça müteşâbihin gelecekle alâkalı olmasını gerekli kılmaktadır. Müteşâbih, muhkem âyetlerin gaybla ilgili boyutlarıdır ama, bu gaybî boyut da ileride sonuçlanacak ve gerçekleşecek bir yön taşımaktadır. Bu durumda, te'vil kavramından hareketle müteşâbihâtı, sonucu/âkıbeti ileride (kıyâmet gününde) açığa çıkacak ve gerçekleşecek olan âyetler olarak gerekecektir. Zâten Kur'ân-ı Kerim, "Kitab'ın te'vilinin gelmesini", Kitab'ın önceden bildirdiklerinin kıyâmet gününde açıkça ortaya çıkması şeklinde tanımlamaktadır (7/A'râf, 52-53). O halde müteşâbihât, Allah'ın kısmen bilgisini verdiği, ama tamamıyla kuşatamadığımız kıyâmet günü, cennet, cehennem ve bunların ahvâline dâir ileride vukuu gerçekleşip âkıbeti ortaya çıkacak âyetleri kapsamaktadır. Nitekim el-İsfehânî, müteşâbihâta giren konular arasında kıyâmet gününün niteliklerini zikretmiş, bunun nedeni olarak da "duyuların bu nitelikleri tasavvur etmedeki çâresizliği"ni kaydetmiştir (Râgıb el-İsfehânî, a. g. e. s. 44). Yine, birtakım eksiklikler ve bulanıklık taşısa da vaad ve vaid (cennet ve cehennem) ile kıyâmet âyetlerini müteşâbihât kapsamında değerlendiren görüşlere İslâm tarihinde rastlanılmaktadır (Reşid Rızâ, Tefsiru'l-Menâr, c. 3, s. 164, Beyrut, tarihsiz).
Durum böyle olunca Âl-i İmrân, 7. âyette niçin müteşâbihâtın te'vilinin peşine düşmenin kınandığı ve niçin bu tutumun "kalplerinde eğrilik olanlar"ın tutumu olarak zikredildiği de anlaşılmış olmaktadır. Çünkü müteşâbihâtın te'vilini insan, bu sınırlı idrâkiyle bilememektedir. Onun te'vilini (nasıl sonuçlanacağını ve âkıbetini) ancak Allah bilebilir. O halde mü'minlere düşecek olan, müteşâbih âyetlerde bildirilen hakikatlerin âkıbetini bilmeseler de, hepsine birden iman etmiş olmaktır. Zira gerçek mü'min, gelecekteki vuku bulacak olayları tümüyle görmese ve bilmese de sırf "Allah'tan indirildiği" için ona iman edendir. İşte bundan dolayı âyette "ilimde râsih olanlar ise, 'o kitaba inandık, onun tamamı Allah katındandır' derler" buyrulmaktadır.
Konuyla ilgili bir başka tartışma da Âl-i İmrân, 7. âyetteki "durak"ın "lafza-i celâl"de mi, yoksa "el-ılm"de mi olacağı tartışmasıdır. "Te'vil" kelimesinin "tefsir" ve "mânânın açıklanması" olarak anlaşılması sonucu ortaya çıktığını düşündüğümüz bu tartışmanın müteşâbihâtın anlaşılıp anlaşılamayacağı tartışmasıyla da yakın bir ilişkisi vardır. Selefin büyük çoğunluğu, durağın lafza-i celâl üzerinde olması gerektiği (yani te'vili yalnızca Allah bilir, başkası değil) ve âyetin sonrasının ayrı bir cümle olduğu görüşündedirler. İbn Abbas, Ubeyy ve İbn Mes'ud'dan rivâyet edilen kıraat budur. Durağın "ve'r-râsihûne fi'l-ılm"deki "ılm" üzerinde olacağını söyleyenler (yani te'vili Allah ve ilimde râsih olanlar bilir); Mücâhid'den nakledilen rivâyete dayanmaktadırlar. Mücâhid'den başka, seleften bazılarının da bu görüşte olduğunu nakledenler var ise de, büyük çoğunluğun aksi görüşte olduğunu kabul etmeyen yoktur (M. Said Şimşek, Kur'an'da İki Mesele, s. 43).
Te'vil kelimesinin sonraki dönemlerde tefsir ve mânânın açıklanması olarak anlaşılması Kur'an'da "anlaşılmaz" âyetlerin varlığı problemini ortaya çıkarmış ve bu nedenle buna karşı çıkan ulemâ, durağı "el-ılm" kelimesine alarak "müteşâbihin yorumunun ve anlaşılmasının" ilimde râsih olanlar tarafından gerçekleştirilebileceğini ortaya koymaya çalışmışlardır. Bizce bu bir zorlamadır. Zira te'vili, yani âkıbeti Allah'tan başka kimse bilmemektedir. Zâten te'vilin tefsir ve anlaşılmayla ilgili olmadığı bilindiğinde böyle bir zorlamaya da gerek kalmayacaktır. O halde mânâya uygun olarak durağın "Allah" lafzında olması gerekmektedir. Zira gaybı yalnız O bilebilir.
Sonuç olarak denilebilir ki, Kur'ân-ı Kerim bütün âyetleriyle muhkem bir kitaptır. Kitabın muhkem olması lafzen ve mânen nihâî anlamda kendisine karşı herhangi bir dahlin, çarpıtmanın, tahrifin olamayacağı ve bu yüzden de Kitab'ın tümünün açık ve anlaşılır olduğu, kesin bir hüküm taşıdığı anlamına gelmektedir. Bu böyle olmakla birlikte muhkem âyetlerin gelecekle ilgili gaybî boyut taşımaları (kıyâmet gününün zamanı ve nitelikleri, cennet-cehennem ve bunların tam olarak keyfiyetleri gibi) insan idrâkinin bunları kavrayamaması nedeniyle bu âyetleri müteşâbihât kapsamına sokmaktadır. Müteşâbihâtın konusuna Allah'ın zâtı ve sıfatları ile Allah'ın eli, yüzü, istivâ etmesi gibi ifâdeleri sokmak doğru bir yaklaşım olarak görülmemektedir. Zira Allah'ın bu tür ifâdelerle nitelendirilmesi tamamen mecâzî ifâdeler olup hakiki mânâyla bir ilgisi sözkonusu olamaz. O halde bunlar mecazlı ifâdeler olup müteşâbih değildirler. Müteşâbihâtın konusunu tâyin etmede te'vil kavramı anahtar bir rol üstlenmektedir. Te'vil bir şeyin âkıbeti, sonucu ileride/gelecekte nasıl gerçekleşeceği ve neye tekabül edeceği gibi mânâlara geldiğinden müteşâbihâtın ileride gerçekleşecek ve sonuçlanacak esaslı bir yönünün olması gerekmektedir. Bu da genel olarak bu dünya hayatından sonraki dönemle ilgili âyetlere karşılık gelmektedir. (4)
Müteşâbihler: Kur’ân’ın üslubu, önceki mukaddes kitaplarda olduğu gibi, teknik ve teknolojik bilgilendirmeden kesinlikle uzaktır. Kitabın, asıl amacı bazı belirlemeler yapmak olsa da, önce, toplumu gösterilen hedefe hazırlamak için bu uyaran sözleri kullanması gerekmektedir. Kur’ân, bunları; benzer, ayrıntılı, güzel ve benzeşen diye nitelemektedir;
“Bir âyetin yerine benzerini getirmeden...” (2/Bakara, 106)
“Sonra ayrıntılandırılmıştır.” (11/Hûd, 1)
“En güzeline uyun. (39/Zümer, 55)
‘Diğerleri benzeşenlerdir’ (3/Âl-i İmrân, 7)
Kur’ân’daki ikinci söz türü ise belirleyenlerdir (39/Zümer, 23). Belirleyen sözler, daha önce hakkında ayrıntı verilen konularda, son noktayı kor. Uyaran sözlerle eğitilen ruhlara, nihâî maksadı anlatır, asıl amacı belirler. İyi ya da kötü olduğu daha önce uyaran sözlerle anlatılan bir şeyin helâl mi, haram mı olduğu hükmünü verir. Bizce, Kur’ân-ı Kerimin, ikili anlatışlı (mesânî) sözler diye bahis açtığı durum budur. Mesânî teriminin kullanıldığı âyet Zümer sûresindedir; “... mesânî bir kitap halinde indirdi.” (39/Zümer, 23)
Meselâ içki hakkında inen ilk âyetler, onu kesin bir dille yasaklamaz. Çünkü bunlar uyaran sözlerdir. Fakat Kur’ân, içkinin zararlarını ayrıntılı olarak anlattıktan sonra, belirleyen sözünü söyler. O konuda son hükmünü verir. İşte, bir konudaki nihâî maksadı belirleyen bu söz türü, Kur’ân’ın kendi nitelemesiyle; en güzel, daha hayırlı ve ana diye adlandırılır; “Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun” (39/Zümer, 55). “Bir âyetin daha iyisini...” (2/Bakara, 106). “Ondandır muhkem âyetler -ki onlar kitabın anasıdır-” (3/Âl-i İmrân, 7)