Müteşâbih Âyetler

 

Klasik dönemdeki bilimsel tefsir yanlısı yorumcuların gizli (bâtınî) dedikleri bu ikinci anlama, bilimsel tefsir yanlısı çağdaş yorumcular, mecâzî, remzî, işârî veya lâzımî de demektedirler. Şeyh Tantâvî Cevherî, Muhammed b. Ahmed el-İskenderâni, Şeyh Abdurrahman el-Kevâkibî ve Mustafa Sadık er-Râfii bu hareketin öncüleridir.  Doktor Abdulaziz İsmail, Muhammed Ahmed el-Gamrâvî ve Haluk Nurbâki gibi, Tıb, Fizik ve Kimya alanlarında ihtisaslaşmış daha pek çoğu da vardır. Onlar, insanın ve kâinatın yaratılması ve mahiyeti hakkındaki ilmin en son buluş ve icatlarının, zaten Kur’ân’da mevcut olduğu, fakat gizli bir şekilde ifade edildiği inancındadırlar. İşte bu gizliliğin tefsir ve yorumlarla açıklanması gerektiğini öne sürerler (Fethullah Han, Kur’ân ve Kâinat Âyetleri, İstanbu1, 1998).

Bilimsel tefsir yanlısı çağdaş yorumcuların çok kullandığı, gizli, mecazî, remzî, işârî ve lâzımî kelimeleri  –yüklenilen bu anlamlarıyla- Kur’ân’da bulunmaz. Ancak kimi açık sözlü yorumcular, bilimsel anlam yüklenebilecek âyetlerin aslında, Kur’ânın müteşâbihler diye nitelediği sözler olduğunu açıkça belirtirler (Cemâleddin el-Kâsımî, Tefsir İlminin Temel Meseleleri, İz Y., İstanbul, 1990, S. 286. Dr. Muhammed Şehrur, el-Kitab ve’l-Kur’an -Kırâe Muâsıra-. (Türkçe Özeti: Mustafa Ünver, Lügavî Kuran Okumaları, Sidre Y., Samsun 2001). İşte bu son terim Kur’ân’da şöyle geçmektedir; “Ondandır muhkem âyetler -ki onlar kitabın anasıdır- ve diğerleri müteşâbihlerdir...” (3/Âl-i İmrân, 7)

Şimdi bu kelimenin Türkçeye nasıl çevrildiğine bakalım. Âyette geçen müteşâbih kelimesine bir çok mealde, anlam verilmez. Bazılarında ise yakın olduğu düşünülen bir mânâ parantez içine alınır. Bir kısmında da, metnin dışında uzunca açıklamalar yapılır. Müteşâbih kelimesi için yapılan bütün bu tercihleri, şu dört grupta mütâlaa edebiliriz:

Müteşâbih âyetler, lafız ve anlam yönünden bir başkasına benzediği için anlamları ortaya çıkarılmada zorluk çekilen âyetlerdir.

Müteşâbih âyetler, her biri murat olunabilecek gibi görünmekte birbirlerine benzediği için, çeşitli anlamlara ihtimalli olan, birkaç şekilde tefsir edilebilen âyetlerdir.

Müteşâbih âyetler, ince mecâzî mânâları olan istiâre yoluyla işaret edilen anlamı yansıtan âyetlerdir.

Müteşâbih âyetler, mânâsı tam olarak anlaşılması mümkün görülmeyen, hiçbir şey anlaşılmayan veya mânâsı akla aykırı olduğu için iradesi mümkün olmayan âyetlerdir.

“Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan Kitabın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşabihtir/benzeşenlerdir. Kalplerinde bir eğrilik/kayma olanlar fitne çıkarmak ve olmadık te’vilini/yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde râsih olanlar (derinleşenler) ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’ derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşün(e)mez.” (3/Âl-i İmrân, 7)

Şimdi bu âyet üzerinde biraz düşünelim. Burada kast edilen kitap Kur’ân mıdır? Eğer Kur’ân ise, Peygambere inişinden önceki, Allah katında korunan durumu mu, yoksa Mushaf haline gelişinden sonraki hali mi kast edilmiştir? İkinci durumda; sadece Kur’ân kast edilmiş olur. Birinci durumda ise levh-i mahfuz kast edilmiş olur ki bu anlam Kur’ân’la birlikte Tevrat ve İncil gibi diğer mukaddes kitapları da kapsamış olur. Ayrıca kitap terimi bu  âyette iki defa geçmektedir. Bunlar, iki ayrı kitap mıdır, yoksa tek kitap mıdır?

Bir başka soru da şudur. Kur’ân bir çok âyetten bahseder. Varlıkların olağan ve olağandışı seyirlerine âyet der. Bu durumda yer ve gökte ne varsa hepsi birer âyettir. Bir de Peygamberlere indirilen sözlere âyet der. Kur’ân, üçüncü tür âyetten daha söz eder. Bunun mâhiyetini ancak Allah ve peygamberler bilir. Hz. Peygambere, semâvî bir yerdeki el-Mescidu’l-Aksâ’da gösterilen âyetler böyledir. Acaba muhkem ve müteşâbihlik bu âyetlerin hangisindedir?

Tabii cevaplandırılması gereken en önemli soru da, Müteşâbih’in ne olduğudur? Muhkem ve müteşâbih zıt anlamlı mıdırlar? Yoksa bu ikisi, birbirini kısmen kapsayan kelimeler midir? Yani muhkem bir âyet aynı zamanda müteşâbih de olabilir mi? Yoksa muhkem olmayan her âyet ya da bazı âyetler mi müteşâbihtir? Kitabın ne kadarı müteşâbihtir? Kitabın bir kısmı mı  yaksa tamamı mı muhkem ve müteşâbih biçiminde iki kategori oluşturuyor? Başka bir ifade ile, kitapta bu ayrıma sokulamayacak âyetler var mıdır? Her iki durumda da Kur’ân’ın ne kadarı muhkem, ne kadarı müteşâbihtir?

Muhkem ve müteşâbihe bağlı olan bir başka soru daha cevap beklemektedir. Kur’ân-ı Kerîm kendisini ‘Hakîm’  bir kitap olarak tanıtır. Bu kelime muhkemle aynı köktendir. Yani Kurân, sadece âyetlerinin bir kısmına değil, bir anlamda tamamına muhkem demektedir. Kaldı ki Hûd sûresinde de âyetlerinin tamamı muhkem bir kitaptan bahis açılmaktadır. “İşte bu sana okuduğumuz, o âyetlerden ve o hakîm Zikirdendir.” (3/Âl-i İmrân, 58). Ayrıca bkz; 10/Yunus, 1; 36/Yâsin, 1-2. “Elif-lâm-râ, âyetleri muhkem kılınmış bir kitaptır.” (11/Hûd, 1). “Elif, Lâm, Râ. İşte bunlar, hikmetli (el-Hakîm) Kitabın âyetleridir.” (10/Yunus, 1)

Bununla birlikte Zümer Sûresinde Peygambere indirilen kitabın tümünün müteşâbih olduğu söylenmektedir: “Allah, sözün en güzelini müteşâbih ikişerli bir kitap halinde indirmiştir.” (39/Zümer, 23)          

Şimdi, tamamı muhkem olan kitap hangisidir? Eğer Kur’ân ise, tamamı müteşâbih olan kitap hangisidir? Kur’ân’ın tamamı muhkem midir, müteşâbih midir? Yoksa hem muhkem, hem de müteşâbih midir? Eğer tamamı muhkem ise müteşâbihten, şâyet tamamı müteşâbih ise muhkemden söz edilebilir mi?

Yukarıdaki âyette cevap isteyen bir soru da şudur. Alimler müteşâbihlerin tevilini bilir mi? Müteşâbihlerin tevilini Allah bilir. Fakat acaba ilimde derinleşenler de bilirler mi? Bu açık değildir. Eğer bilirlerse, bu âyetlerin anlam ve sayıları üzerinde ittifak edebiliyorlar mı? Böyle bir ittifak yoksa, o bilmenin sıhhati nasıl anlaşılacak? Doğruluğundan nasıl emin olacağız? Ayrıca, üzerinde derinleşme yapılan ilimdir. Kast edilen dinî (naklî) ilimler mi, yoksa fizîkî (aklî) bilimler midir?  Peygamberin yaşadığı asırda sözü edilen ilim ne olabilir? Buradaki ilimden maksat, vahye dayalı ilimler midir? Yoksa fizîkî bilimler midir? Yahut her ikisi de kast edilmiş olabilir mi?

Âyette, dikkat edilmesi gereken bir husus da; kalplerinde eğrilik bulunanların kimler olduğudur. Gerçekten inanmayanlar, münâfıklar veya kitap ehli midir bunlar? İlgili âyette, onların Hz. Muhammed’i izlemeyen kimselerden olduğu açık değildir. O zaman sahâbeden midir? Peygamber henüz hayatta iken onu izleyen kimseler arasında eğri kalpliler var mıdır? Ya da onlar ileride ashâbın arasından, yolundan ayrılacak kimselerden midirler? Yoksa bu sözün muhatabı bütün insanlar mıdır?

Âyetle ilgili olarak, akla gelebilecek muhtemel bir soru da şudur. Eğer müteşâbih âyetleri de Allah indirdi ise, onları izlemek neden fitne aramakla eşitlensin ki? Bu âyetler birkaç mânâya ihtimalli, yahut kapalı ve anlamak zor ise, kötülük aramayan kimseler de farkına varmadan fitneye düşmezler mi? Bu durum; insana gücünün yetmediği şeyin yüklenmiş olması anlamına gelmez mi? Şimdi, bu soruların cevaplarını ilgili âyete yakından bakarak arayalım.

Kitabın Anası: “Sana kitabı indiren O’dur.” Kur’ân, mâhiyetleri itibarıyla iki tür kitaptan söz eder. Bunlardan biri  indirilen kitaplar, diğeri korunan kitaptır. İndirilen kitaplar, her peygambere kendi diliyle indirilen kitaplardır; “Ondan önce önder ve rahmet olarak Mûsâ'nın kitabı vardır.” (46/Ahkaf, 12). “Bu da Arap diliyle indirilmiş doğrulayan kitaptır.” (43/Zuhruf, 3-4)

Korunan kitap ise, peygamberlere indirilen bütün kitapların anasıdır. Kur’ân da onda saklanmaktadır. O bir anlamda Allah’ın bilgisi ve takdiridir. Ona, ancak arındırılanlar dokunabilir, korunmaktadır, gizlidir ve ana bir kitaptır;

“O, katımızdaki ana Kitaptadır.” (85/Burûc, 21-22)

“Levh-i Mahfuzdadır.” (56/Vâkıa, 77-78)

“Titizlikle saklanan bir kitaptadır.” (10/Yûnus, 61)

“...Ondan daha küçüğü de daha büyüğü de Rabbından gizli kalmaz; tümü apaçık bir kitaptadır.” (10/Yûnus, 61)

Şimdi yedinci âyette anılan kitap bunların hangisidir? İndirilen midir korunan mıdır? Ayrıca, âyette iki kitaptan söz edilmektedir. Bunlar aynı mıdır, birbirinden farklı mıdır? Kur’ân yorumcularının hemen hepsine göre yedinci âyette anılan kitapların her ikisi de aynıdır. Bu da elbette Kur’ân-ı Kerîmdir. Dolayısıyla muhkem de müteşâbih de onda aranmalıdır.

Bir başka görüşe göre de; her ikisi ile kast edilen aynı kitaptır. Fakat, o Kur’ân değil, onunla aynı kaynaktan olan Tevrat ve İncil’in asıllarıdır. Fitne aramak için söz konusu müteşâbihlerin ardına düşenler de Peygamberin arkadaşları değil, Kitap ehlinden eğri kalpli kimselerdir. Dolayısıyla yanlış yorumdan kaçınanlar da yine onların âlimleridir. (Bkz; Süleyman Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsîri, İstanbul 1989, ilgili âyetin tefsîri.)

Kimi yorumculara göre ise; âyette ilk geçen kitap Kur’ân’dır. Fakat ikincisi, korunan kitaptır. Olay ve varlıkların  meydana gelmesini sağlayan özel kararnamelerin bulunduğu ana yerdir (M. Hamîdullah, Le Saint Coran, Amana Corporation, 1989, ilgili âyetin dipnotu).

Eğer Kur’ân’ın parça parça indirildiği, Hz. Peygamber hayatta iken bir Mushaf olarak değil de aksine ilâhî vahiy biçiminde algılandığı, ancak Peygamberin vefatından yıllar sonra iki kapak arasında bir ciltte toplandığı düşünülürse; âyetteki her iki kitap kelimesinin de ‘Vahiy’ biçiminde anlaşılması da yanlış olmayacaktır. (Bkz; Muhammed Esed, Kur’ân Mesajı, Önsöz)

Aslına bakılırsa Kur’ân-ı Kerim, bütün bu kitapların aralarında bir fark görmez. Bu nedenle de çoğu zaman onları bir birinden ayırmadan kitap der. Bu durumda yedinci âyette kast edilen sadece Kur’ân değil; Tevrat, İncil ve Kur’ân gibi, indirilmiş bütün kitaplar olur.

Onda Muhkem Âyetler Vardır: Âyet kelimesi doğduğu dilde; alâmet, işâret, nişan, ipucu, emâre, elçilik, topluluk, yüksek bina, delil ve ibret anlamlarında kullanılmıştır. Sözcüğün Türkçe’mizde yaygın kullanılan anlamı ise mukaddes kitaplardaki, özellikle de Kur’ân’daki cümlelerdir. Kur'ân’a baktığımızda kelimenin şu anlamlarda kullanıldığını görürüz: Evrende süregelen olağan ve olağan dışı vaka ve varlıklar. İnsanın kendisinde bulunan; aklî deliller. Korunan kitaptaki âyetler. Mukaddes kitaplarda, okunduğunda anlam ifâde eden her bir bölüm.

Muhkem ise H-K-M kök harflerindendir. Binici, atın muhalefet etmesini engellemek için ona gem vurması bu kök ile anlamlandırılır. Hâkim ve mahkeme de bu kökten gelir. Hâkim, zulme gem vuran kimse, mahkeme ise zulme gem vurulan yerdir. Adâlete uygun olmayanı engelleyen ahkâm ve bu işin felsefesi olan hikmet de aynı köktendir. Eğer muhkem şey bir bina ise o dayanıklı demektir. Şâyet bir söz ise; farklı bir hüküm çıkarmayı engelleyen nihâî bir hüküm bildiriyor demektir. Nitekim bu sebeple muhkem âyetler ana âyetler olarak nitelenmiştir; “Ki onlar kitabın anasıdır.”

Ana kelimesinin Kur’ân dilindeki karşılığı ümmdür. Ümm bir şeyin merkezidir. Ümmü’l-Kurâ (42/Şûrâ, 7), kentlerin bağlı olduğu anakent demektir. Bir şeyin büyük çoğunluğuna da ümm denir. Ümmü’t-Tarîk, yolun büyük bir kısmı demektir. Bir şeye kendisiyle başlanılana da ümm denir. Nitekim Kur’ân’a Fatiha sûresiyle başlanır. Ayrıca yirmi beş kelime ile Kur’ân’ın tamamını özetler. Bu nedenle Fâtiha Sûresine Kur’ân’ın anası  denmiştir. Bu isimlendirme; “el-Hamdü lillah’, Kur’ân’ın ve Kitabın anasıdır”, “Allah, İncil, Tevrat ve Zebur’da Kur’ân’ın anası (Fatiha kast ediliyor) gibi bir şey indirmedi...” gibi bazı hadislerle de teyit edilmektedir. (Hadisler için Bkz. Tirmizî, Fezailu’l-Kur’ân, Hadis no: 2800; Dârimî, Fezailu’l-Kur’ân, Hadis no: 3239. Bu adlandırma için ayrıca bkz. Ebu Davud, es-Salât, no: 702)

Şimdi bu detaydan sonra şunu anlamamız her halde yanlış olmayacaktır. Muhkem âyetler, ana diye nitelendirildiğine göre; bunlar Kur’ân’da gâyet az bulunur. Çok özlü ifadelidirler. Kitaptaki diğer âyetlerin anlam merkezi durumundadırlar. Bir hüküm için başlama noktası oluştururlar. Bir anlamda ilk örnektirler.

Diğerleri Müteşâbihlerdir:  Klasik dönemin en çok tartışılan konularından birisi müteşâbihtir. Tefsir kitaplarında, bu terim için yapılan şu tanımlarla karşılaşıyoruz.

Muhkemler; Yahudilerin uymakla yükümlü oldukları ve “On emir” diye bilinen hususlara işaret edilen Kur’ân’daki üç âyettir (6/En’âm, 151-153). Müteşâbihler ise, Yahûdîlerin tevil yaptığı bazı sûre başlarındaki mukattaa harfleridir. (Mukattaa harfleri, yirmi dokuz sûrenin başında yer alan on dört farklı harftir. İki, üç, dört ve beş harfli formlarla on üç tür oluştururlar. Çoğunluğu Mekkî sûrelerdedir. Yahudiler, ebced sistemiyle onlardan hesap yaparak İslâm mesajına ömür biçerlerdi). Bu durumda Kur’ân’ın büyük bir bölümü muhkem-müteşâbih kategorilerinin dışında kalmaktadır.

Muhkemler nâsih, müteşâbihler ise, mensuh âyetlerdir. Bu tanım esas itibariyle ihtilaflı olan başka bir konu üzerine oturmaktadır. Klasik anlamda nâsihler hüküm kaldıran, mensuhlar ise hükmü kaldırılan âyetlerdir. İşte kimi yorumcular, hüküm kaldıran âyetlere muhkem, hükmü kaldırılan âyetlere de müteşâbih demişlerdir. Bu durumda her âyet muhkem-müteşâbih katagorisine girmemektedir.

Muhkemler, açık olsun kapalı olsun, herhangi bir delile dayanılarak bilinebilecek hususlardır. Müteşâbihler ise, bilinmesi aslâ mümkün olmayacak, bilgisini Allah’ın kendisine sakladığı hususlardır. Bu görüş, Kur’ânın bir kısmının anlaşılamaz olduğunu kabul etme esasına dayanır. Kıyâmetin zamanı gibi, yalnız Allah’ın bileceği şeyler ise müteşâbih olarak gösterilemez. Çünkü zaten Kur’ân’ın kendisi bu gibi şeylerin bilinemeyeceğini tembih etmektedir.

Muhkemler, üzerinde tek bir yorum yapılabilen, müteşâbihler ise, birden çok yoruma müsait âyetlerdir. Bu yoruma göre, muhkemler tahrife uğratılamazlar. Fakat müteşâbihlerin anlamında ihtilaf olacağı için tahrif edilebilir. Böyle olması da İlâhî bir imtihan vesîlesi sayılır. Zamanın tümü kullanılmadan yapılan bu yorum da bizce tutarlı değildir. Çünkü bugüne kadar tek bir yorum üzerinde birlik sağlanan bir âyetin, bundan sonra birkaç yorumu daha yapılmayacağını kimse söyleyemez.

Muhkemler, detaylı olarak anlatılan kıssalar, müteşâbihler ise, tekrar edilen kıssaların lafızlarındaki muğlaklıktır. Yahut, anlamları bir lafızları farklı, veya anlamları farklı lafızları bir biçimde tekrar edilen kıssalar müteşâbih, diğer âyetler ise muhkemdir. Kur’ân kıssalarının müteşâbih sayılmasının birçok sebebi vardır. Kıssaların gaybî konularda olması, tarih ve mekân seyri gözetilmeden anlatılmış olması ve bu kıssalara farklı sûrelerde farklı kelimelerle temas edilmiş olması bunlardan bazılarıdır. Ancak yukarıdaki tanım da kıssalar dışındaki âyetleri kategori dışında bıraktığından yeterli görülmemektedir.

Muhkemler, delâleti açık olan, üzerinde düşünmeden, herhangi bir itiraza mahal bırakmadan, kolay anlaşılabilen âyetlerdir. Geçmiş toplumların kıssalarını nakleden âyetlerle Allah’ın yaratma kudretini ve birliğini dile getiren âyetler böyledir. Müteşâbihler ise, öldükten sonra dirilme, kıyâmet ve azap gibi, anlaşılması için derin düşünmeye  ve tefekküre gerek duyulan, mâhiyetlerinde kapalılık bulunan konulardan haber veren âyetlerdir. Bu tanım, ahkâm âyetlerini iki katagorinin de dışında bıraktığı gerekçesiyle eksik görülmektedir.

Hakîkate delâlet edenler muhkem, araştırmayı gerektirenler müteşâbihtir. Bu tanım bir öncekine çok benzemektedir.

Müteşâbihler, figü­ratif tarzda ifade edilen ve doğrudan birçok kelime ile anlatılma yerine mecâzî olarak işaret edilen bir anlam taşıyan Kur’ân pasajları, muhkemler ise "İlâhî kelâmın özü"dür. Çünkü bunlar, mesajın temelini teşkil eden ana prensipleri ve özel­likle ahlakî ve sosyal öğretileri kapsar. (Bkz. Muhammed Esed Kur’ân Mesajı, Âl-i İmrân 3/7. âyetin dipnotu)

Muhkemler bir eylemi konu edinen âyetler, müteşâbihler ise imanla ilgili âyetlerdir.

Müteşâbihler Allah’ın sıfatlarıyla ilgili âyetler, diğerleri de Muhkemlerdir.

Muhkemler herkesin bilebilecekleri, müteşâbihler ise ancak ilimde derinleşenlerin bilebilecekleridir.

Muhkemler, tevilinde ittifak edilenler; müteşâbihler ise, tevilinde ihtilaf edilenlerdir.

Muhkemler, Fâtiha sûresindeki âyetlerdir. Diğer sûrelerdeki âyetler müteşâbihtir.

Muhkem, İhlas sûresidir. Çünkü onda sadece tevhid vardır. Bu durumda diğer sûrelerdeki âyetler müteşâbihtir.

Bu yorumların bir kısmı, muhkem ve müteşabih kavramlarının tarifinden çok, bu iki grupta mütâlaa edilebilecek âyetlerin özelliklerini yansıtmaktadır. Yorumların bir kısmı ise, Âl-i İmrân sûresindekindeki teşâbehe formunu, diğerlerinden, ayrı tutmuştur. Hepsine benzeşme anlamı verildiği hâlde, Âl-i İmrân sûresindekine bu anlam verilmemiştir. Belki de benzeşmeden hareketle, kapalı ya da bilinemez anlamına ulaşılmıştır.

Farklı Bir Tanım: Müteşâbih kelimesi, benzeme anlamı veren ‘Ş-B-H’ kök harflerindendir. Benzetmek, yerine koymak anlamındaki teşbîh ve benzeşmek anlamındaki müşâbehet de bu köktendir. Eğer iki şey, biri diğerinden ayrılamayacak kadar birbirine benziyorsa onları tanımada bir kuşku oluşur. Bu kuşku, şübhe  kelimesi ile ifade edilir. Nitekim Hz. İsâ’nın mâhiyeti kuşkulu olan ölümü ile ilgili bir âyette bu kökten bir kelime kullanılmıştır. Yahûdîler onu öldürdüklerini kesin biçimde bilemedikleri halde; ‘Îsâ Mesîh’i biz öldürdük!’ derler. Hıristiyanlar da İsâ’nın ölümü hususunda tam bir kuşku içindedirler. “Oysa onu öldürmediler ve asmadılar; fakat kendilerine, benzer gösterildi (şbh).” (4/Nisâ, 157)

Kelimenin müteşâbih formu, ortaklık ifade etmektedir. Yani, birden fazla şeyler arasındaki birbirine benzeşmeyi anlamlandırır. Bunun için de benzeyen ve kendisine benzetilen en az iki şey gereklidir. Nitekim kelimenin bu formu, Kur’ân’da iki ve daha fazla şeyin birbirine benzeşmesi anlamında kullanılmıştır.

İnançsızların kalpleri, cehâlet ve taşkınlık açısından, kendilerinden önceki inançsızların kalpleri ile benzeşir; “Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi demişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi (teşâbehe).” (2/Bakara, 118)

Bu hayatta, birbirine benzer ve benzemez meyveler bulunmaktadır. İnananlara, ikinci hayatta verilecekler de buradakilerle benzeşir; “...zeytin ve narı birbirine benzer ve benzemez (teşâbehe) şekilde yaratan O'dur.” (6/En’âm, 141) “Birbirine benzeyen ve benzemeyen (teşâbehe) yığın yığın taneler...” (6/En’âm, 99). “Onlara benzer (teşâbehe) verilmiştir.” (2/Bakara, 25)

İnekler birbirleriyle benzeşirler; "Çünkü inekler birbirine benzer (teşâbehe).” (2/Bakara, 67-73)

Kitabın bazı bölümleri, diğer  bölümleri ile benzeşir. “Allah, sözün en güzelini, birbirine benzer (teşâbehe), ikişerli bir kitap halinde indirdi.” (39/Zümer, 23)

Kalpler kalplere, meyveler meyvelere, inekler ineklere benzer. Kitabın bölümleri de diğer bölümlerine benzer. Bunlar tamam. Peki, Üçüncü sûrenin yedinci âyetinde geçen müteşâbih kelimesinin yukarıdakilerle bir anlam ilişkisi var mı? Orada müteşâbih âyetlerden söz ediliyor. Acaba, kitabın bölümleri birbirine benzer demek, âyetlerin bir kısmı diğer kısmına benzer anlamına gelir mi? Yoksa üçüncü sûrenin yedinci âyetindeki müteşâbih kelimesi, daha farklı bir âyet grubuna mı işaret etmektedir?

Klasik döneme ait bir görüş, Âl-i İmrân sûresinin yedinci âyetindeki teşâbehe formuna verilen anlamı, bu formun kullanıldığı diğer âyetlerden ayırmaz. Bu görüş aynen şöyledir: “Helâl ve harama dair olanlar muhkem, bazısı bazısını tasdik eden diğer âyetler de müteşâbihlerdir.”  (Bkz; Buhârî, Kitabu’t-Tefsir)

Bu yorum, hicretin yüz ikinci yılında vefat eden tâbiîn neslinden Mücâhid bin Cübyr el-Mahzûmî’ye aittir. Bu görüş, gerçekten usûl âlimlerinin yukarıda naklettiğimiz izahlarının bir özeti gibidir. (Bkz, ez-Zebîdî, et-Tecrîdu’s-Sarîh, 1684. hadisin şerhi). Bizce isâbetli olan yorum budur. Buna göre; bir şeyin haramlığını belirleyen âyet muhkemdir. Fakat o şeyin haramlığını belirlemediği halde, kötülemede onu teyit ve tasdik eden başka âyetler vardır. Ki bunlar muhkemlerle ve kendi aralarında birbirleriyle benzeşirler. İşte Kur’ân bunlara da müteşâbihler demektedir. Kısaca, müteşâbihler, bazısı bazısını tasdik eden, bu yönüyle birbiriyle benzeşen âyetlerdir.

Meselâ içki konusundaki beyanlara bakalım. İçkiye temas eden ilk vahiy pasajında açık bir hüküm belirlenmez. Sadece, onun güzel bir içecek olmadığına işaret edilir. Daha sonra indirilen bir âyet helâl ve haramlık hususunda açık bir hüküm yine belirtmez. Ama içkinin zararlarının çokluğundan bahseder. İçkinin kötü olduğunu belirtmede yukarıdaki ile benzeşir. Daha sonra indirilen bir âyet ise, ne söylediğini bilemeyecek kadar içkili olan kimsenin namaza yaklaşmamasını tenbih eder. Belli ki bu âyet de yasaklık hususunda nihâî bir hüküm belirtmemektedir.

“Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden içki ve güzel rızk elde edersiniz.” (16/Nahl, 67). “Sana içki ve kumarı sorarlar, de ki; "İkisinde hem büyük günah ve hem insanlara bazı faydalar vardır. Günahları faydasından daha büyüktür.” (2/Bakara, 219). “Ey İnananlar! Sarhoşken, ne dediğinizi bilene kadar, cünüpken, yolcu olan müstesna gusledene kadar namaza yaklaşmayın.” (4/Nisâ, 43). Bu âyetler içkiyi kötülemede birbirleriyle benzeşirler. İçki konusunda Kur’ân’ın son uyarısı, onun şeytan işi pislik olduğu, inananların ondan uzak durması gerektiği biçimindedir

“Ey İnananlar! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir...” (5/Mâide, 90). İşte nihâî hüküm budur. Buradan Kur’ân açısından içkinin yasal olmadığını öğreniyoruz. İşte bu son âyet muhkemdir. Başka bir açıdan da, önceki âyetler içkiyi kötülemede birbirleriyle ve bu son âyetle benzeşmektedirler. O halde bu konudaki bütün âyetler müteşâbih sayılırlar.

Bu tanıma göre, müteşabihlik, anlamda müteşabih olan kelimelerin kullanıldığı âyetleri içine almaz. Meselâ, "Doğruların doğruluğunu sormak için..." (33/Ahzâb, 8) âyeti ile "Çünkü Allah, doğruları, doğrulukları yüzünden mükafatlandıracak..." (33/Ahzâb, 24) gibi âyetlerde müteşâbihlik kelimeler arasındadır. Oysa müteşabih âyette, kelimeler birbirine benzemese de âyetlerin hükmü birbirine benzer.

Şimdi bir de, Hz. Mûsâ ile toplumu arasında geçen şu konuşmaya dikkat edelim;

Hz. Mûsâ:  Allah bir inek kesmenizi emrediyor.

Toplumu:  Bizimle alay mı ediyorsun?

Hz. Mûsâ:  Câhillerden olmaktan Allah’a sığınırım.

Toplumu:  Duâ et Rabbına o ineğin ne olduğunu bize açıklasın.

Hz. Mûsâ:  Allah diyor ki; o ne yaşlı ne genç, ikisi ortası dinç bir inektir.

Toplumu:  Rabbına duâ et, rengi nasıl olacak bize açıklasın.

Hz Mûsâ:  Diyor ki; seyredenlere ferahlık verecek, sarı bir inektir.

Toplumu:  Rabbına duâ et, nedir o bize açıklasın. Çünkü inekler birbirine benzer.

Hz. Mûsâ:  Rabbım buyuruyor ki; o çifte koşulup tarla sürmemiş, ekin sulamamış, alacası olmayan, salma bir inektir.

Toplumu:  İşte şimdi gerçeği getirdin. (2/Bakara, 67-73)

Yahudiler, inek kesme emrinde bir gayrı muayyenlik olduğunu düşünüyorlar. Bu durum İlâhî buyruktan kaytarmalarına kapı açıyor. Bu nedenle Hz. Mûsâ’ya dört kere itiraz ediyorlar. Fakat toplumun her itirazına, gittikçe nihâî maksada yaklaştıran bir açıklama ile cevap veriliyor. Bu tafsilatlı sözler insanları İlâhî emre yöneltmede birbirine benzeşiyor. Sonunda itiraza mahal bırakmayacak, nihâî maksadı belirleyen muhkem söz gelince de itirazları bitiyor. Eğri kalpliler artık kaytaramıyorlar. İşte o zaman ineği boğazlıyorlar. Son açıklama olmasa, az kalsın yapmayacaklardır.

Yukarıdaki Kur’ân pasajında açıkça görüyoruz ki; kalbinde eğrilik olanların, işaret ettiği hükümden kaytarabildikleri bir söz, anlayamadıkları bir söz değildir. Onlar, özün açıklamasını değil de, son hükmün ne olduğunun açıklanma (beyan) sını istiyorlar. Zaten onlar yakarışlarında, bizzat açıklama kelimesini kullanmaktadırlar. Şöyle diyorlar; ‘Nedir o bize açıklasın?’

Üçüncü sûrenin yedinci âyetine göre, bir âyet okuyucuya ya muhkem görünür, ya da müteşâbih. Öyle ise, müteşâbihin ne olduğunu, muhkemin ne olduğuna bakarak da anlayabiliriz. Muhkem müteşâbihle karşılaştırmalı olarak Kur’ân’da başka bir yerde kullanılmaktadır. Ancak, muhkemin mukabili olarak müteşâbihin anlamı hissettirilmektedir. Hz. Peygamberin arkadaşları, savaş konusunda İlâhî muradı kesin olarak belirleyen, bir sûre inmesini isterler. Bu durumdan bahseden âyet şöyle devam eder; “Derken muhkem bir sûre indirilip...” (47/Muhammed, 20-21)

İnen sûre, savaşmanın nihâî hükmünü üstü kapalı bir biçimde değil de, doğrudan belirleyen bir sûredir. Bu, içinde savaş hükmünün bulunduğu, Muhammed, Enfal ve Berâe sûrelerinden birisi olmalıdır. Âyette geçen muhkem sûre formunun; ‘Nihâî hükmü belirleyen sûre’ anlamında olduğunu görüyoruz. Yukarıdaki âyet, bir başka açıdan da dikkat çekmektedir. Âyetin devamında münâfıkların tepkilerinden söz ediliyor. “Muhkem bir sûre indirilip onda kıtal zikredilince, kalplerinde hastalık bulunanları görüyorsun, sana öyle bir bakış bakıyorlar ki, tıpkı ölümden baygınlık gelmiş kimsenin bakışı...” (47/Muhammed, 20-21)

Kalplerinde hastalık bulunanlar savaş emrini belirleyen sûreden hoşlanmıyorlar. Demek ki onlar bu konuda hüküm belirlemeyen bir sûre bekliyorlardı. Yani sadece savaş iyidir ve yararlıdır gibi şeyler söyleyen ama kesin hükmü belirlemeyen müteşâbih bir sûre istiyorlardı. Ki onu tevil edip istedikleri gibi bir anlamın peşine düşebilsinler. Savaştan kaytarabilsinler.

Bunlardan üçüncü sûrenin yedinci âyetine geçersek şunu söyleyebiliriz. Muhkem âyet kuşkuyu ortadan kaldıran, nihâî hükmü açıklayan âyettir. Bu nedenle böyle bir âyet kalbinde hastalık olanların hoşuna gitmez. Onlar, kesin hüküm belirlemeyen, hüküm konusunda kuşkuya sebep olan âyetlerin ardına düşmek isterler. İşte onların ardına düştüğü böyle âyetler de müteşâbih âyetlerdir.