‘Nefs’, tek tek her varlığa işaret ettiği gibi, bu varlıklara yön kazandıran mânevî güce de verilen addır. Bu anlamda nefs, maddî hayatın kaynağıdır, yani isteklerin merkezidir.
İnsan şekil yani cisim ve mânevî cephe sayılan ruhtan meydana gelir. İnsanın rûhu onun nefsidir de denmiştir. Hayatın devamı için bedenin bazı şeylere ihtiyacı vardır. Nefs bu ihtiyaçların şekillendiği ve çıktığı yerdir. Nefsin istekleri hayatın devamı için gereklidir. Ancak nefis başıboş bırakıldığı zaman, aşırı istekler gündeme gelir ve insan o noktada hataya düşer. Kişinin yeme içme, soluk alıp verme, barınma, uyuma, sahip olma arzuları nefsin normal istekleridir. Ancak bu istekler başıboş bırakıldığında, kişi câhil, cimri, hasetçi, gözü doymaz, azgın,sapıtmış, gurura kapılmış bir varlık haline gelebilir. Çünkü nefsin yapısı buna uygundur.
İşte dünya hayatının anlamı nefsin bu istekleriyle mücâdele etmede şekilleniyor. İslâm, bir başka deyişle Allah’ın dâveti kişiye bu mücâdeleyi öğretmektedir. İslâm'ın getirdiği ölçüler nefsin isteklerini olumlu bir şekilde yönlendirmeyi sağlar. Nefs bazen şeytanın kandırmasıyla kendini büyük görmeye ve doyumsuz olmaya başlar. O noktada kendini ve işlevini unutur. Sahibini azgınlığa ve isyâna sürükler. Aslında nefse isyanı da takvâyı da, hata yapmayı, aşırı istekleri, doyumsuz iştahları ve Allah’a itaat etmeyi de öğreten Allah’tır (91/Şems, 7-8). Ancak insan bu noktada sınanmaktadır.
Nefsin istekleri kişinin hayatını sürdürmesini sağlar. Ama aşırı istekleri onu hataya ve çizilen sınırları aşmaya götürür. Sözgelimi, kişinin yemek isteği meşrûdur, bir ihtiyaçtır, ama başkasının yiyeceğini çalarak ihtiyacını gidermesi hatadır. Kişinin nefsi cinsel birleşmeye ihtiyaç duyar, ancak zina etmesi sınırı aşmasıdır. İnsanın dünya malına ve geçimliğine sahip olmak istemesi ve sahip olması normaldir. Çünkü insan böyle yaratılmıştır. Ancak kişi nefsinin aşırı arzularının peşine gider de, hangi yolla olursa olsun ve ahireti unutarak mal toplamaya çalışırsa hataya düşer. Kişilerin topluma yön vermesi, yönetmek istemesi doğaldır ve ihtiyaçtır. Ancak nefsinin gururuna kapılıp da zulmetmeye ve başkasının haklarına tecavüz etmeye kalkışanlar, sınırı aşanlardır.
İslâm, insan ile onun nefsinin isteklerinin arasına bir denge getiriyor. Meşrû istekler ile, gayrı meşrû arzular arasına sınır koyuyor. Kur’an diyor ki: “Elbette nefsini temizleyip parlatan kurtulmuştur. Onu (isyanla, günahla) örtüp saran da elbette ziyan etmiştir (yıkıma uğramıştır).” (91/Şems, 9-10)
Kur’an, kötülüğü emreden nefse dikkat çekiyor. “Ben nefsimi aklamam, çünkü nefis muhakkak kötülüğü emreder.” (12/Yusuf, 53). İtmi'nan bulmuş (tatmin olmuş, doymuş) nefisler, Allah onlardan râzı, onlar da Allah’tan râzı olarak kullarının arasına ve O’nun Cennetine girerler (89/Fecr, 27-30). Bu nefis, ya sağlam bir imana ermekle, ya korku ve üzüntüden güven içinde olarak, ya Allah’ı hakkıyla zikrederek, (Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olur (13/ Ra’d, 28), doyar ve kurtuluşa erer.
Kişinin müslümanlığının işareti, nefsinin isteklerinin Kur’an’a ve Peygamberimizin koyduğu ölçülere uygun olmasıdır. Nefislerin; iman, ibâdet, itaat, duâ ve Allah yolunda çalışma ile tezkiye edilmesi (temizlenmesi, korunması) gerekir.
Nefs kökünden türeyen ‘nefes’ solunan hava, sevinç ve rahatlık getiren rüzgâr demektir. Yine aynı kökten gelen ‘nifas’ kadının doğum yapması, ‘teneffüs’ ırmağın veya sabahın ortaya çıkması veya ferahlanma (rahatlama), ‘nefis’ çok hoş, kendisine tutkun olunan şey anlamında kullanılmaktadır.
Allah’ın sıfatlarından biri de ‘Kıyam bi-Nefsihi’dir, yani O kendi kendine vardır, hiç kimseye muhtaç değildir. (2)
İnsanın yapısı hakkında Kuran'da verilen bilgileri incelerken, "nefs" kavramına oldukça sık rastlarız. Nefs Arapçada "insanın kendisi", anlamına gelir ve Türkçede tam bir karşılığı olmasa da "benlik" kelimesiyle bir derece tercüme edilebilir.
Kuran'da haber verildiğine göre, "nefs" iki taraflıdır: İnsanın içinde kötülüğü emreden bir taraf ve o kötülükten sakınmayı emreden bir taraf bulunmaktadır. Şems Sûresi'nde bu durum şöyle anlatılır: "Nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene, Sonra ona fücûrunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp temizleyen gerçekten felâh bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır." (91/Şems, 7-10)
Âyetlerde nefisle ilgili olarak verilen bilgiler son derece önemlidir: Allah, insanı yaratırken nefsini düzenlemiş ve ona "fücur" ilham etmiştir. Fücur Arapçada, "doğruluk sınırlarının yırtılıp parçalanması" anlamına gelir. Dinî terim olarak fücurun anlamı ise şöyle verilir: "Günaha ve isyana girişmek, fâsık olmak, yalan söylemek, başkaldırmak, karşı gelmek, haktan yüz çevirmek, nizamı bozmak, zinâ, ahlâkî çöküntü..."
Şems Sûresi'ndeki âyetlerden öğrendiğimize göre Allah, bu kötülüklerin yanı sıra, insana nefsin fücurundan sakınmayı da ilham etmiştir. Ayrıca nefsini arındırıp temizleyen, yani nefsinin fücurunu kabul edip, Allah'ın ilhamına uyarak ondan sakınanlar kurtulacaklardır. Bu, ebedî ve gerçek kurtuluştur, yani Allah'ın rızâsını, rahmetini ve cennetini kazanmak... Buna karşılık, nefsini örten, yani onun fücurunu, pisliğini dışarı atıp temizlemeyen, içinde saklı tutan kişi ise yıkıma uğrayacaktır. Yıkım da Allah'ın lâneti ve cehennem azâbı demektir.
Bu noktada çok önemli bir sonuca varıyoruz: Herkesin nefsinde mutlaka kötülük vardır. Bir insanın, nefsindeki kötülükten temizlenmesinin tek yolu ise, bu kötülüğün varlığını kabul etmesi ve Allah'ın gösterdiği biçimde ondan sakınmasıdır.
İşte mü'minlerle inkarcılar arasındaki en önemli farklardan biri bu noktada ortaya çıkmaktadır. İnsan, ancak İslâm'ın verdiği bilgi ve terbiye sonucunda nefsinin içinde kötülük bulunduğunu ve ondan sakınması gerektiğini öğrenir ve kabul eder. Dinin ve dolayısıyla dini tebliğ eden peygamberlerin en büyük özelliklerinden biri, insanların nefislerindeki kötülüğü ortaya çıkarmaları ve onu temizlemeleridir. Bu nedenle Kuran'da, Bakara Sûresi'nin 87. âyetinde inkârcı yahûdilere seslenilirken "... size ne zaman bir elçi nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse, büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak, bir kısmınız da onu öldürecek misiniz?" denildiği bildirilmektedir.
Âyette bildirildiği gibi, inkârcılar nefislerindeki kötülüğe teslim olurlar ve bu nedenle de nefislerine aykırı gelen şeyleri kendilerine tavsiye eden hak dini ve o dini tebliğ edenleri yalanlarlar. Bu durumdaki bir insan, Şems Sûresi'ndeki âyetlerde bildirildiği gibi, nefsini örter ve onun fücuruna esir olur.
Buna karşılık mü'minler Allah'ın varlığının, birliğinin farkındadırlar; O'ndan korkar ve Rabbimizin hükümlerine karşı gelmekten sakınırlar. Bu nedenle de nefislerindeki fücura teslim olmaz, onu örtmez, açığa çıkarır ve Allah'ın ilham ettiği şekilde ondan sakınırlar.
Kuran'da haber verilen Hz. Yusuf'un, "Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefs -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, merhamet edendir" (12/Yusuf, 53) sözleri, mü'minlerin nasıl düşünmeleri gerektiğini göstermektedir. Mü'min, her ortamda nefsinin kendisini yanlış yola yöneltmek isteyeceğinin bilincinde ve uyanık olmalıdır.
Buraya kadar, ağırlıklı olarak nefsin iki zıt yönünden "fücur" kısmını inceledik. Aynı âyetin devamından nefse fücurunun yanı sıra bir de, bu fücurdan sakınmasını sağlayan bir kabiliyetin ilham edildiğini öğrenmekteyiz. İnsanı Allah'a ve dinin bildirdiği doğrulara, hayırlara yönelten, iyiyi ve kötüyü ayırt etmesini sağlayan nefsin bu yönü, halk arasında "vicdan" olarak tanımlanır.
İşte, nefsin içinde, insanı daima kötülüğe çağıran hevâya karşın, onu daima iyiliğe çağıran vicdanı da vardır. Dolayısıyla insan, içinde, kendisini sürekli olarak doğruya çağıran şaşmaz bir pusulaya sahiptir. Vicdan, bir anlamda doğruya yönelten Allah'ın sesidir. İnsan sürekli olarak bu sese kulak verdiği ve Kuran'da gösterilen temel prensipleri tam olarak kavradığı takdirde, sürekli olarak doğru yolda ilerleyecektir.
Kuran'ın tüm hükümleri, insanın içindeki vicdana uygun, o vicdanın ölçülerine göre belirlenmiş durumdadır. Ancak, Kuran'ın belirlediği vicdan ölçüleri, toplumda yerleşik olan "vicdan" ölçülerinden oldukça farklıdır. Toplumun vicdan anlayışı, yolda rastlanan bir fakire sadaka vermek ya da hayvanlara sevgi göstermek gibi son derece yüzeysel örneklerle sınırlıdır. Oysa mü'minin vicdanı, Kuran'ın tüm emirlerinin ve tavsiyelerinin yerine getirilmesini gerektirir. Hatta Kuran'da genel hatlarıyla belirtilen pek çok konunun ayrıntıları vicdan sayesinde belirlenir ve uygulanır.
Örneğin, Kuran'da iman edenlere ihtiyaçlarından arta kalanı infak etmeleri emredilir. Fakat ihtiyacının ne kadar olduğunu herkes kendi vicdanı ile belirler. Vicdanı yeterince güçlü olmayan bir insan ise, dinin hükümlerini Allah'ın rızâsına en uygun biçimde uygulayamaz. Mü'min günlük hayatta sürekli olarak birkaç seçenek arasında seçim yapmak durumunda kalır. Karşılaştığı seçenekler içinde, Allah'ın rızâsına en uygun olanını, dinin menfaatlerine en yararlı olanını seçmekle yükümlüdür. Bu seçimi yaparken muhâtap olduğu seçenekler karşısında vicdanı ilk olarak devreye girer ve hangi seçeneğin Allah'ın rızâsına daha uygun olacağını ona söyler. Ancak ikinci aşamada hevâsı da devreye girecek ve onu diğer alternatiflere yöneltmeye çalışacaktır. Bunun için de genellikle insana mâzeretler fısıldayacaktır. Kuran'da nefsin öne sürdüğü bu "mâzeret"lere sık sık dikkat çekilmektedir.
Mü'min, nefsin kendisine fısıldadığı tüm mâzeret ve bahanelere kulaklarını tıkamalı ve vicdanının kendisine gösterdiği doğruyu uygulamalıdır. Kuran'da mü'minlerin vicdanına dair verilen örnekler, insanı bu konuda düşünmeye yöneltmelidir. Âyetlerde mü'minlerin savaşa çıkma şevklerinden şöyle söz edilmektedir: "Allah'a ve elçisine karşı 'içten bağlı kalıp hayra çağıranlar' oldukları sürece, güçsüz zayıflara, hastalara ve infak etmek için bir şey bulamayanlara bir sorumluluk (günah) yoktur. İyilik edenlerin aleyhinde de bir yol yoktur. Allah, bağışlayandır, merhamet edendir. Bir de (savaşa katılabilecekleri bir bineğe) bindirmen için sana her gelişlerinde 'sizi bindirecek bir şey bulamıyorum' dediğin ve infak edecek bir şey bulamayıp hüzünlerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşana boşana geri dönenler üzerinde de (sorumluluk) yoktur." (9/Tevbe, 91-92)
Savaşa çıkmak görünüşte son derece tehlikelidir. Savaşmaya giden bir insan, ölüme ya da yaralanmaya gittiğini bilir. Ancak buna karşın Peygamberimiz döneminde mü'minler Allah yolunda savaşmak için büyük bir istek duymuşlar, savaşa çıkamadıkları için de üzülmüşlerdir. Bu, Kuran'da kastedilen vicdanın çarpıcı bir örneğidir.
Nefis mü'mini bir anda dinden döndüremez ama küçük tavizler koparmaya çalışır. Örneğin, mü'mini Allah yolunda yapması gereken bir işte tembelliğe yöneltmeye çalışır. Birtakım mâzeretler öne sürerek onu gevşekliğe sürüklemeyi dener. Eğer nefsin küçük isteklerine tâviz verilirse, nefsin insan üzerindeki etkisi gittikçe büyür ve sonuç, insanın imandan vazgeçmesi, yeniden nefsinin esiri olmasına kadar varabilir.
İman eden her insan, her ne durumda olursa olsun, nefsine değil, Allah'ın hükmüne göre hareket etmekle, bencil tutkularını dizginlemekle yükümlüdür. Bir âyette şöyle bildirilmektedir: "Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah'tan korkup sakının, dinleyin ve itaat edin. Kendi nefsinize hayır (en büyük yarar) olmak üzere infakta bulunun. Kim nefsinin bencil tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa; işte onlar, felâh (kurtuluş) bulanlardır." (64/Teğâbün, 16)
Âyette, mü'minlere Allah'tan korkmaları, O'na itaat etmeleri, O'nun hükümlerini dinlemeleri ve infakta bulunmaları, yani mallarını Allah'ın rızâsına uygun olarak harcamaları emredilmektedir. Çünkü bunlar, insanın "nefsinin bencil tutkularından" korunmasına ve sonuçta felâha (büyük kurtuluş ve mutluluk) ulaşmasına neden olur. Aynı gerçek başka âyetlerde de şöyle vurgulanır: "Kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi hevâ (istek ve tutkular)dan sakındırırsa, Artık şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir." (79/Nâziât, 40-41)
Nefsinin bencil tutkularından korunarak nefsini arındırıp temizlemiş, dolayısıyla Allah'ın hoşnutluğuna ve cennetine kavuşmuş olan kişinin nefsi ise Kuran'da mutmain olmuş, yani tatmin bulmuş nefis olarak tanımlanır. Âyetlerde şöyle buyrulmaktadır: "Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Artık kullarımın arasına gir. Cennetime gir." (89/Fecr, 27-30)
Nefsinin kötü isteklerine tâbi olup da onu temizleyip arındırmamış ve bu şekilde âhirete gitmiş bir kimsenin de pişmanlıktan başka bir nasibi yoktur. Gelmiş geçmiş milyarlarca inkârcının kıyâmet gününde yaşadıkları pişmanlık ve nefislerini kınamaları gerçekten çok dehşetli bir manzara oluşturur. Bu, kâfirleri bekleyen öyle büyük ve kaçınılmaz bir gerçektir ki, Allah âyetlerde kıyâmet gününün hemen ardından kendini kınayıp duran nefsin durumuna yemin etmektedir: "Hayır, kalkış (kıyâmet) gününe yemin ederim. Ve yine hayır; kendini kınayıp duran nefse de yemin ederim." (75/Kıyâmet, 1-2) (3)