Nefs Kavramının Yozlaştırılması ve “Nefsin Merhaleleri” Tâbiri

 

"Kur’ân’ı Kerim’de nefsin çeşitli merhalelerinden bahsedilir mi, yoksa bunu tasavvuf mu böyle anlamıştır?" Merhale, hedefe ulaşmak için ge­çilmesi gereken konak yerine denir. Kur’ân-ı Kerim nefsin merhalelerinden bahsetmez. Ama, tasavvufta nefsin yedi merhalesinden bahsedilir. Bunlar nefs-i emmâre, nefs-i levvâme, nefs-i mülheme, nefs-i mutmainne, nefs-i râdıye, nefs-i mardıye ve nefs-i kâmile’dir. Nefs-i kâmile dışındakilere Kur’an’dan delil getirilmeye çalışılır. Tasavvuf anlayışında bu konu şöyle değerlendirilir: “Nefsin mânevî yükselişteki mertebeleri değişik şekillerde tasnif edilmiştir. Bazıları üçlü, bazıları beşli, bazıları yedili tasnifler yapmıştır. Emmâre, levvâme, mülheme, mutmeinne, râdıye, mardıye ve kâmile gibi.” (Hasan Kâmil Yılmaz, Tasavvufla İlgili Sorular-Cevaplar, s 554-556)

Bunlar delili olmayan iddialardır. Nefsin mânevî yükselişini Allah’tan başka kim takip edebilir. Bu konuda kendini karar verme mevkiinde gören bir şeyh, bir münâfığı pek yüksek bir mertebede göremez mi? Nitekim Kur'ân-ı Kerim bize Hz. Peygamberin münâfıkları tanıyamadığını bildir­mektedir. Âyet şöyledir: “Çevrenizdeki kimi çöl Arapları münâfıktır. Medine halkından da münâfıklığa iyice alışmış olanlar vardır. Sen onları bilmezsin, onları Biz bili­riz. Onlara iki defa azap ede­ceğiz; sonra da onlar büyük bir azâba itileceklerdir.” (9/Tevbe, 101)

Bazı münâfıklar Hz. Peygamber'in hoşuna giderdi. Eğer münâfık olduklarını bilse onlardan hoşlanır mıydı? Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Münâfıkları gördüğün zaman kalıpları ho­şuna gider. Konuşurlarsa sözlerini dinler­sin. On­lar da­yalı odunlara ben­zerler. Her kopan gürül­tüyü kendilerine karşı sanırlar. İşte düşman on­lardır. Onlardan sa­kın. Allah onları kah­retsin, nasıl dön­dürülüyorlar.”  (63/Münâfikûn, 4)

Şimdi nefsin merhaleleri ile ilgili ifadelere ba­kalım: Nefs-i emmâre: Münker ve günah olan şey­leri işlemeyi teşvik ve emreden nefistir. Kur’an, Hz. Yusuf’un kendi nefsi ile ilgili sözlerini haber verir: “Ben nefsimi aklamam, çünkü nefis kötülüğü emreder durur. Ama Rabbimin esirgediği olursa o başka.  Benim Rabbim çok bağışlar ve çok merhamet eder.” (12/Yusuf, 53). Nefs-i emmâre her insanda olur. Âyete göre Hz. Yusuf gibi büyük bir peygamberin nefsi de nefs-i emmâredir. Zaten insanın canı günahı çekmese ondan kaçınmanın ne anlamı olur?

Âyetin metni de önemlidir. “Nefis kötülüğü emreder durur" diye tercüme edilen, "İnne’n-nefse le emmâretun bi’s-sû' " isim cümlesidir. Arapça’da isim cümlesi sübût ve devam ifâde eder. Yani isim cümlesi ile ifade edilen hüküm bir zamanla sınırlı olmaz. Başına inne ve haberine "te’kid lâmı"nın gelmesi de bu konuda doğabilecek şüpheleri ortadan kaldırmaya yöneliktir. Yani âyet, nefsin, kötülüğü emredip durma özelliğinin kalıcı ve sürekli olduğunu ifade eder. 

Tasavvuf, ikinci merhaleye nefs-i levvâmeyi koymuştur. "Nefs-i levvâme: Yaptığı kötülüklerin akabinde zaman zaman pişmanlık duyan, sahibini münkere mülâzemetten dolayı ayıplayan ve tevbeye temâ­yül gösteren nefstir. Adını Kur’an’daki: “Levvâme (pişmankâr) nefse and olsun.” (75/Kıyâmet, 2) âyetinden alır. İnsan zaman zaman nefsine uyar ve yanlış davranışlar yapar. Eğer bunlara üzülüyor ve sık sık pişmanlık duyuyorsa bu Allah’ın beğendiği bir durumdur.

Üçüncü merhaleye nefs-i mülheme konmuş­tur. Tasavvuf anlayışına göre; "Nefs-i mülheme: İlhâm ve keşfe mazhar ol­maya başlayan; neyin hayır, neyin şer olduğunu idrâk edebilme melekesine sahip, şehvet istekle­rine karşı kısmen direnme gücü bulunan nefstir." Adını “And olsun nefse isyânını ve itâatını ilhâm edene.” (91/Şems, 8) âyetinden alır.

Nefsin, bir noktadan sonra ilham ve keşfe mazhar olacağına inanmak insanı şeytanın oyuncağı yapar. Şeytanın vesvese ve saptırma­ları ilham ve keşif sanılmaya başlar. Büyüklerin ağzından çıkan her söz, Allah’ın ona ilhamı sayı­lır ve tartışmasız kabul edilir. Nitekim bu inanç, Allah ve Resulüne iftiralarla dolu nice kitapların kutsallaştırılmasına yol açmıştır.

İlham, Allah’ın, kulunun kalbine bir şey do­ğur­masıdır (Fahreddin Râzî, Tefsîru'l-Kebir, 7/583). Allah’ın ilhamı olmasa in­sanoğlu ilerle­yemez. Bütün ilmî gelişmeler ve ke­şifler Allah'ın ilhamıyla olur. Ama bu, Müs­lümanlara has değil­dir. Kâfirler de ilham alır. İlham, Kur'an'da yalnız bir yerde geçer. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “(Nefse) isyankâr­lı­ğını ve takvâsını ilham ede­nin hakkı için, onu  arındıran gerçekten um­du­ğuna kavuşmuş, kirle­tip karartan da kaybetmiş olur.” (91/Şems, 8-10)

İsyankârlık, kişinin Allah’a, in­sanlara veya kendine karşı yanlış davranışıdır. Böyle biri, hem isyandan önce hem de sonra huzursuzluk duyar. Buna iç sıkıntısı veya vic­dan azabı denir. Günah karşısında insan önce irkilir, sonra, ya vazgeçer ya da günaha dalar. İşte insanı irkilten, Al­lah Teâlâ’nın “(Nefse) is­yankârlığını il­ham et­me­si”dir. Merhameti sonsuz olan Rabbimiz gü­nah işleyecek olana son bir ih­tarda bulunarak “isyana giriyorsun, dikkat et.” demiş olur. İsyan­dan sonra da kendine bir iç sıkıntısı vererek onu tev­beye teşvik eder.

Yusuf'u (a.s.) Züleyha’dan uzaklaştı­ran burhan, Allah’ın “(Nefse) isyankârlığını il­ham  et­mesi” olmalıdır. Yusuf sûre­sinin 24. âyetinde şöyle buyruluyor: “And olsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin burha­nını gör­me­seydi o da kadına meylede­cekti...” Bu irkilme Müslüman olmayanlarda da olur. İşlediği bir cinâyetten sonra, vicdan azâbından kurtulmak için gidip teslim olan insan sayısı az değildir.

Müslümanlığa karşı olmak en büyük suçtur. Bu durumda olan herkes içten ra­hatsız olur ve sıkıntıya düşer. Bu yüzden  “Zaman olur kâ­firler, keşke müs­lüman olsalar, diye iç geçirirler.” (15/Hicr, 2). Günahtan sonra de­vam eden vic­dan ra­hatsız­lığı da ki­şiyi pişmanlığa ve tevbeye yö­nelten il­ham­dır. işte Allah’ın merha­metinin bü­yük­lüğü!

Takvâ, nefsi fenalıktan korumak demektir. Kişi, Allah’a karşı, in­san­lara karşı ve kendine karşı fe­nalık yapmamalıdır. Bu onu dün­yada töhmet altına girmek­ten, âhirette de cehen­nem azâbın­dan korur. İnsan, bu iyi davranışlarının neşe­sini içinde duyar. İşte bu neşe Allah’ın ilha­mıdır. İyi davrananlarda görü­len iç hu­zuru ve kararlılık bu ilha­mla olu­şur.

Vâbısa b. Mabed di­yor ki, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e git­tim buyurdu ki; “iyi­likten ve günahtan sormak için mi geldin? ” Evet, dedim. Parmaklarını bir araya getirerek göğsüne vurdu ve üç kere şöyle dedi: “Nefsine danış, kalbine danış Va­bısa! iyilik, nefsin yatıştığı, kalbin yatıştığı şeydir. Günah da içe dokunan ve göğüste te­reddüt do­ğuran şeydir. İsterse in­san­lar sana fetva vermiş, yaptığını uy­gun bul­muş ol­sunlar.” (Dârimî, Büyû' 2). Hz. Muhammed (s.a.s.) şöyle buyur­muştur: “Seni işkillendiren şeyi bı­rak işkillendirmeyene geç. Çünkü doğru­luk iç hu­zuru verir, yalan da şüphe ve te­reddüt doğu­rur.” (Tirmizî, Kıyâmet 60)

İçe doğan şey, şeytan ves­vesesi de olabilir. Çünkü o, “insana ves­vese veren, onların içini karıştıran” (114/Nâs, 5) varlıktır. Bazıları şeytan vesvesesini keşif ve ilham zanneder de sapıtır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah bazısını yola getirdi, bazısı da sapıklığı hak etti. Çünkü onlar Allah’tan önce o şeytanları evliyâ edindiler. Üstelik kendilerini doğru yolu tutmuş sanırlar." (7/A'râf, 30)

İlham ile vesveseyi ayırmak için içe gelen şeyi Allah’ın emir ve yasakları yönünden denet­lemek gerekir. İşte nefs-i mül­heme budur. Mü’min-kâfir, her­kesin nefsi nefs-i mülhe­medir. Allah ona, isyan­kârlığını ve takvâsını ilham ettiği gibi başka şey­leri de ilham eder.

Dördüncü merhaleye nefs-i mutmainne, be­şincisine nefs-i râdıye, altıncısına da nefs-i mardıye adı verilmiştir. Tasavvufla İlgili Sorular-Cevaplar adlı kitabın konu ile ilgili ifa­desi şöyledir: Nefs-i mutmainne: Kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulup güzel ahlâk ile hemhâl olan nefistir. Bu nefs, Cenâb-ı Hakk’ın tevfik ve inâyetiyle sekînet ve yakîne mazhar olarak ıstıraplardan kurtulur. Bu makamda beşeriyet fenâ bulup “Nûr-i Mu­hammedî” zuhur ettiğinden nefs, hitâb-ı İlâhîye mazhar olur: “Ey itmi’nâna ermiş itâatkâr nefs!” (89/Fecr, 27)

Nefs-i râdıye: Kendisi hakkında tecellî eden kazâ hükümlerine tereddütsüz teslim olup rızâ gösteren nefsin makamıdır. Bu makam, sâlikin esrâr-ı ilâhiyyeye muttali olduğu makamdır. Kur’an’daki: “Dön Rabbine, sen O’ndan râzı ola­rak.” (89/Fecr, 28) âyeti bu makama işarettir. Nefs-i mardıye: Allah ile kul arasında rızânın müşterek bir vasıf olduğu, kulun Allah’tan, Al­lah’ın kuldan râzı olduğu makamdır.

Fecr sûresinin bu son âyetleri, Kıyâmet günü Allah Teâlâ’nın müslüman kuluna yapacağı hitâbı bildirir. Bunla­rın öncesine bakan hiç kimse bu konuda şüphe edemez. (Bk.89/Fecr, 21-30). Yedinci ve son merhaleye nefs-i kâmile kon­muştur. Kitabın ifadesi şöyledir: Nefs-i kâmile:  Bu makamda sâlik, bütün ma­rifet makamlarını kazanarak irşâd mevkiine yük­selir. Bu makam vehbîdir."

Bu iddiaları iliştirecek bir âyet veya hadis bu­lunamaz. Allah'ın ve Rasulü’nün bildirmediği bu makamları kim nereden bilebilir?

Yukarıda belirtilen nefsin makamları ile ilgili tasavvufî açıklamalarda her bir makamla ilgili çok tehlikeli ifadeler vardır. Ama bir ifade geçti ki, hepsini gölgede bırakır. Deniyor ki: “Nefs-i mutmainne maka­mında beşeriyet fenâ bulup “Nûr-i Muhammedî” zuhur ettiğinden nefs, hitâb-ı İlâhî'ye mazhar olur.” Yani bu makamda kişinin etten kemikten oluşan beşer tarafı yok olur, Nur-i Muhammedî ortaya çıkar ve o Allah’ın muhâtabı olmaya, onunla ikili ilişkiye girmeye başlar. Bu ifadelerin ne kadar tehlikeli olduğunu izaha gerek yok.

Nur-i Muhammedî ile hakikat-i Muhammediye kastedilir. Ona insan-ı kâmil de denir. Bu, Muhyiddin-i Arabî’nin Hıristiyanlıktaki Allah’ın oğlu inancını Müslümanlığa uyarlamasıyla ortaya çıkmıştır. Konu ile ilgili tasavvufî bir yazıdan bazı alıntılar yapalım:

“İnsan-ı kâmil Allah’ın bütün isimlerini bilen tek varlıktır. İnsan-ı kâmil, maddî ve mânevî bü­tün kemâl mertebelerini kapsamaktadır.” “İnsan-ı kâmil Hz. Muhammed’dir. Ancak onun tarihî şahsiyeti değil, henüz Adem balçık halindeyken Peygamber olan Muhammed’dir. Yani Hakikat-i Muhammediyedir. İnsan-ı Kâmil, varlığın ve hilkatin gâyesidir. Zira İlâhî irâde an­cak onun vasıtasıyla tahakkuk edebilir. Eğer in­san-ı kâmil olmasa Allah bilinemezdi.....” “İnsan-ı kâmil, cihânı gösteren ayna, ölüyü di­rilten İsâ, kuşların dilini bilen Süleyman gibi tasarruf sahibi, âb-ı hayat içen Hızır gibidir. İnsan-ı kâmil âlemde daima vardır, birden fazla olmaz. Çünkü tüm mevcûdâtın bütünlüğü tek şahıstadır. İnsan-ı kâmil için mülkte, melekûtta ve ceberûtta hiçbir şey örtülü ve gizli değildir. O eşyayı ve eş­yanın hikmetini olduğu gibi bilir....” “... Ancak bu hakikat, her devirde zamana göre değişen isim ve sûretlerde peygamber ve veli olarak zâhir olur. Nitekim Aziz Mahmud Hudâyî’nin şu beyti bu düşüncenin ifadesidir: "Âyînedir bu âlem her şey Hakk ile kâim / Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim” “İnsân-ı kâmil, varlığın hakikatlarına tekabül eder. Meselâ onun kalbi Arş’a, benliği Kürsü’ye, makamı Sidre-i müntehâya, aklı Kalem-i a’lây’a, nefsi Levh-i mahfûz’a, tabiatı anâsır-ı erbaaya taalluk eder... ” (Hasan Kâmil Yılmaz, İnsan-ı Kâmil, Altınoluk Mecmuası, Temmuz 1996, sayı 125, s. 31)

Buradaki vahâmeti anlamak için âlim olmak gerekmez. Bu, Kur’an’a aykırılığı tartışılamaya­cak bir inançtır. (11)