Nefsin mertebeleri veya nefsi tan­rılaştırma süreci:

 

H. Kâmil Yılmaz diyor ki: “Nefs-i emmâre: Münker ve günah olan şey­leri işlemeyi teşvik ve emreden nefistir. Nefs-i levvâme: Yaptığı kötülüklerin arkasın­dan zaman zaman pişmanlık duyan, sahibini kö­tülüğe yapışmasından dolayı ayıplayan ve tevbeye eğilimi olan nefistir. Nefs-i mülheme: İlhâm ve keşfe mazhar ol­maya başlayan, neyin hayır, neyin şerr olduğunu idrak edebilme melekesine sahip, şehvet istekle­rine karşı kısmen direnme gücü bulunan nefstir.  Yani bu duruma gelmiş kişinin içine ilham gelir, perdelerin arkasındaki gerçekler görünmeye başlar, iyiyi kötüden ayırma özelliği kazanır ve kötü arzularına karşı az da olsa direnebilir.

Nefs-i mutmainne: Kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulup güzel ahlak ile donanmış olan nefistir. Bu nefs, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği başarı ve yar­dım ile huzura kavuşur ve tam bir kanaate vara­rak ıstıraplardan kurtulur. Bu makamda beşeriyet fenâ bulur, yani insan olma özelliği biter. “Nûr-i Muhammedî” ortaya çıkar ve nefis, hitâb-ı ilâhîye mazhar olur, yani Allah ile karşılıklı konuşabilir. Nefs-i râdıye: Kendisi hakkında gözüken ka­dere tereddütsüz teslim olup rızâ gösterir. Bu makam, sâlikin esrâr-ı ilâhiyyeye muttali olduğu makamdır. Nefs-i mardıye: Allah ile kul arasında rızânın müşterek bir vasıf olduğu, kulun Allah’tan, Al­lah’ın kuldan râzı olduğu makamdır.”

Demek ki, nefs-i mülheme mertebesine gelen kişinin içine ilham gelmeye ve perdeler açılmaya, gizli şeyler görünmeye başlıyor. Nefs-i mutmainne mertebesine gelince beşer olma, yani insan olma özelliği bitiyor, “Nûr-i Muhammedî” ortaya çıkıyor. Yani kişi insan-ı kâmil haline geli­yor ve Allah tarafından muhatap alınma yani Allah ile karşılıklı konuşma safhası başlıyor. İn­san-ı kâmil ile ne kastedildiği yukarıda geçmişti. Nefs-i râdıye mertebesinde ise kişi, esrâr-ı ilâhiyyeyi yani Allah’ın sırlarını öğreniyor. Nefs-i mardıye mertebesinde o, Allah’tan, Allah kuldan râzı oluyor, karşılıklı olarak birbirlerini memnun ediyorlar. Şimdi bunlar, nefsin ilahlaşma süreci değildir de ya nedir?

Burada M. Fuad Köprülü’ye hak vermemek elde değildir. O diyor ki; “Felsefe ile uğraşanlar, zındık ve mülhid (dinsiz) sayıldığından Kelâm üzerinde çalışanlar hâriç olmak üzere diğer fel­sefe ile meşgul olanlar, ya din, yahut daha fazla tasavvuf perdesi altında gizlenmeğe mecburiyet görüyorlardı.” (M. Fuad Köprülü, W. Barthold, İslâm Medeniyeti Tarihi, 3. Bs., Ankara, 1973, s. 150 -Köprülü'ye âit izah kısmı-). Birtakım tasavvufi kavramları din içinde göstermek için ilgisiz âyetlerin uluorta kullanılmasını başka şekilde izah mümkün gö­rülmüyor. (12)