Hevâ bir boşluktur. Kişinin herhangi bir iç dayanağa sahip olmamasıdır. Bu durum ise, kişinin her türlü etkiye açık olmasını, rüzgârın esişine göre vaziyet almasını doğurur. Kişiliksiz, hafif meşrep hale getirir. İşte bu tablo, dengesizliğe iten en müsait bir atmosferdir. Böylesine bir fert ve onlardan oluşmuş toplumlar, her türlü zulmü işleyebilir, haksızlık yapabilir. Nitekim Kabil'in, kardeşi Hâbil'i öldürmesi, "nefsinin kardeşini öldürmesini kendisine hoş göstermesi, onun da nefsine/hevâsına itaat etmesinin" (5/Mâide, 30) sonucudur. (30)
Takvâ giysisine bürünmeyen insan, çoğu zaman, nefsinin arzu ve irâdesini kendine rehber edinir. Arzu ettiğini elde etmek için nice zahmetlere katlanır, dolambaçlı yolları aşmaya çalışır. “Bu konuda İslâm’ın koyduğu hüküm nedir, bu arzum ve yaptığım Allah’ın rızâsına uygun mudur? Bunu Peygamberimiz’in huzurunda olsam yapabilir miyim? Yapmış olsam Efendimiz’in tavrı ne olurdu?...” gibi soruları ve cevaplarını hatırına bile getirmez. Hep kendi basit hesabını yapar ve planını kurar. Öbür âlemi unutur. Halbuki imanın insanı kurtaracak dereceye ulaşması için, insanın arzu ve irâdesini Hz. Peygamber’in getirdiği ahkâmın peşine takması gerekir. (31)
İnsanoğlu, ibâdet için yaratılmıştır (51/Zâriyât, 56). Fıtrat, nübüvvet ve Kitab gibi ilâhî yardımlara rağmen Allah’ı tanıyıp ibâdet/tapınma ihtiyacını O’na yönlendiremeyen hevâî tipler, her şeyden önce kendi arzularını, zanna dayanan bilgisizce görüşlerini, yanlış kanaatlerini, sapkın düşüncelerini, yani tek kelimeyle “hevâ”larını tanrılaştıracaklardır. Başka bütün putlar, hevâ putunun gölgesinde ortaya çıkacaktır. Hevâ putunu devirdiğinizde diğer putlar kendiliğinden devrilecektir.
Allah’a teslim olmayan kimsenin, bilinçsiz de olsa kendini (hevâsını) tanrılaştırdığı gibi; sadece Allah’ı en büyük kabul edip O’nu tekbir etmeyen kişi de kendini (nefsini, görüşünü, aklını...) en büyük görür. Her nimeti Allah’tan bilip sayısız nimetler için Allah’a şükür ve hamd etmeyen insan, bu fıtrî ihtiyacı, kendini övmekle, kendini methetmekle gidermeye çalışır.
Yine, hevâî şahıs, yaptığı sayısız hatayı kendi üzerine almaz da, nefsini yanlışlardan, kusurlardan, yanılgılardan uzak göstermek ister. Bunun da sebebi, ruhun Allah’ı tesbih etme ihtiyacını, gerçek hedefi olan Allah’a, O’nu tüm noksan sıfatlardan tenzih etmeye, tesbih etmeye yanaşmayan insanın hem kul hem tanrı olması gibi çelişkisidir bu. Hevâsı, yani kendisi bir taraftan tanrı rolünü üstlenirken, bir yandan da hevâ sahibi insan kulluk rolü oynar, arzusu neyi emrediyorsa ona teslim olup kendisi onun pespâye bir kulu ve kölesi olur. Bu iki zıt özelliğin (tanrılık-kulluk) aynı kişide bulunması ise tam bir anarşidir, kaostur, fitnedir, fesaddır, zulümdür, çelişkidir, karakter bozukluğu, şizofreni ve çifte standartlılıktır. Çünkü zıtlar birleşmediği halde, bu iki taban tabana zıt şeyi birleştirmeye kalkışmak, sadece küstahlık değil; sünnetullahın (Allah’ın yeryüzündeki yasalarının) çiğnenmek istenmesidir. Bu zulmün fecî cezasını, başta kendisi çekecek olan hevâî kişi, sonra ilişkide bulunduğu canlı cansız tüm çevresine hastalık bulaştırdığından cezasını topluma da çektirecektir. “Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesâda (bozulmaya) uğrardı…” (23/Mü’minûn, 71)
Yaratılış gayesini unutan insan, doymak bilmeyen canavar olan hevâsını tatmin etmek için hayat boyu çalışır, koşturur durur. Tüm enerjisini hevâsını doyurmak için harcayan, yine de onu tümüyle tatmin edemeyen zavallı, olumlu tüm cihazlarını, yani zihnini, bilgisini, sevgisini... tanrılaştırdığı bu canavarın hizmetine verdiğinden hakkı anlayamayacak, doğruları göremeyecek, işitemeyecek hale gelir. “Andolsun Biz cin ve insandan birçoğunu (sanki) cehennem için yaratmışız. Zira onların kalpleri vardır, ama onlarla gerçeği kavramazlar; gözleri vardır, lâkin onlarla görmezler; kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da sapıktırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir.” (7/A’râf, 179). Hevâlarının emrine, denetim ve kulluğuna giren insanların; hakkı, Kur’an’ı ve Peygamber’in tebliğini anlayıp kavrayamadıklarını Rabbımız şu ifadelerle anlatır: “Onlardan kimi gelip seni dinler. Fakat senin yanından çıkıp gittikleri zaman, kendilerine bilgi verilenlere derler ki: ‘az önce ne demişti? (anlayamadık).’ Bunlar, Allah’ın kalplerini mühürlediği hevâlarına uyan kimselerdir.” (47/Muhammed, 16)
Hevâdan kurtulmak veya onun etkisine hiç girmemek için, hevânın zıddı hüdâya yönelmek gerekmektedir. Bunun için de hevânın, hedefini tersine çevirdiği, yozlaştırdığı tekbir, tesbih ve hamde sarılmak gerekiyor. Hevânın hoşlanmadığı gerçek tekbire, hamde, tesbihe ve bütün bunların en güzel şekilde içine serpildiği tevhid eylemi namaza sarılmak, hevâ zehrine panzehir olacaktır. Bütün bunlar, Allah'ın yardımıyla ve onun hüdâsı/hidâyetiyle olacaktır. Allah'ın hüdâsı ise, başta Kur'an olmak üzere, nübüvvet, yani Peygamber rehberliği/sünnet ve bu iki kaynağa bağlı olan selim akıl ve fıtrattır.
Hevâyı tanımak, hüdâya giden yolu açar. Çünkü, inkârı inkâr etmek ispata götürür. Kötüyü kötüleyen iyiye ve iyiliğe ulaşır. Yanlışın yanlışlığını ortaya koymak kişiyi doğruya erdirir. Ters yönün tersine gitmek, insanı düze çıkarır. Kur’an, kötü tipleri (Nemrud, Firavun, Hâmân, Karun, Bel’am, İblis vb.) onların kötülükleri anlaşılıp onlar gibi olunmasın diye, o kötülerden yola çıkılıp iyiliğe yol açılsın diye anlatır. Kötü ahlâklı kimse, itici davranışlarıyla kendine ve kendi çirkin ahlâkına düşmanları çoğaltırken, farkında olmadan iyi ahlâkın güzelliklerini tebliğ etmiş olur.
Hevâ; şehvetin, hırs ve şeytanın emrine insanı teslim etmekle, ruhu aşağılara düşürmeye ve bayağılıkların hizmetine sokmaya çalışan İblis oyuncağıdır. Hevâsına kul olan kimse, kötülüğe âşık, harama düşkün, sefâhete hayran, nâhoş zevklerle sarhoş olur. Pislerden ve pisliklerden hoşlanan zavallı biridir o. Hayırlı işlerde tembel ve ürkek, şerde cesur ve atılgan, bozuk bir karakter, tağyîr edilen bir fıtrat, tahrif edilen ölçü... Bunlar hep hevânın eseri ve hevâî insanın renksiz veya çok renkli, yüzsüz veya çok yüzlü yapısı, kişiliksiz veya çok değişken şahsiyetidir.
Hevâî tip, Allah’ın hükmüne ve hakemliğine başvuracağına, kendi hevâsının yargısına mürâcaat eder. Doğru ve yanlışın, güzel ve çirkinin ölçüsü kendi hevâsı (arzusu, menfaati, görüşü, beşerî ideolojisi) dır. Bu, şehvet denilen şiddetli ve çirkin eğilimlerin kıble edinilmesidir. Hevâlîler, yaratılış amaçlarını akıllarıyla düşünmezler. İnsan ülkesinde ins ve cin şeytanlarının yardım ve hileleriyle, kalp adlı kralın da gafletinden yararlanarak yönetimi ele geçiren hevâ, egemenliğini pekiştirmek için, kendine karşı devrim yapabilecek düşman olan kalbi, selim aklı, fıtratı, vicdanı, haram-helâl, ayıp-günah duygusunu zincirlere bağlar, prangalara vurur. Artık ilâhlaşan ego, insan ülkesindeki fıtrî düzeni sarsmakta, dengeyi bozmakta, her şeyi altüst etmektedir. Kalp yerine nefsin tek egemen olduğu hevâî insan, sadece gözüyle düşünmekte, doymak bilmeyen midesine/aç gözüne hizmet etmekte, gücünün ve imkânının yettiği her istediğini yapmayı özgürlük saymaktadır.
Hevâsının gösterdiği istikamette imkân ve gücünden başka hiçbir hudut/sınır tanımayan insandır hevâsını tanrı edinen. Hiçbir dâvânın adamı olamayan, günü birlik yaşayan, tek dünyalı, tek gözlü, aç gözlü, at gözlüklü, dolayısıyla hakka karşı kör gözlü biridir o. Nefsinin zaafları, yani hevâsı doğrultusunda hareket eden, hoppa, hafifmeşrep, hayvanî zevkler peşinde koşan, heves ve arzularına düşkün ve düşük kişilere halk arasında “havâî” denir ki, aslı “hevâî”dir; hevâî, yani hevâsına uyan. Boşvermiş bir tiptir hevâî insan; top kafalı, top gibi içi boş (yani hava/hevâ ile dolu) kafa, top gibi boş şeyleri endâd edinerek, hevâ putuna ortak tanrılar arayan Hak’tan gâfil insancık... Allah’a ibâdete zamanı yoktur bu hevâî kişinin; ama faydasız bilgilere, magazin denilen âdî dedikodulara, muzır uğraşlara, geyik muhabbetlerine ve de çeşit çeşit haramlara hem vakit, hem fırsat, hem para ayırabilir. Eğlencede “ayıp”, hele hele “haram” diye bir engel tanımaz. Müzik tutkunu, tv. tutsağı, ilim yerine filmi tercih eden, haram-helâl diye bir ölçüyü unutan, nefsinin kulu kölesi bir tiptir hevâî. Ve bunların oluşturduğu insanat bahçesidir hevâ düzeninin oluşturduğu hevâî toplum.
Haram modayı mubaha, kumarı helâl ticarete, dünya rahatını âhiret saâdetine bilinçsizce tercih eden hevâî kimseler, nefis ve hevâlarına kulluk yapmayı Allah'a kulluğa, O'na teslim olmaya yeğlemiş insanlardır. “Özgürlüğüme kimseyi karıştırmam, memlekette demokrasi var, ben istediğimi yaparım” diyen, buna rağmen nefsinin kulu, kölesi olup arzuları tarafından yönlendirilen ve onun için de hevâsına tapınan, kendini tanrılaştıran azgın bir karakter, dejenere olmuş bir kişilik, menfaatperest bir tip... Yararlı-zararlı, helâl-haram demeden imkânının elverdiği her türlü gıda ile midesini doldurur, hatta bunu yaşama gayesi edinirken; ruhunun hemen hiçbir ihtiyacını giderip tatmin etmeye çalışmayan, süflî arzularının elinde oyuncak bir zavallı...
Bütün bunlar, kızılmaktan ziyade acınacak, çevre ve düzen kurbanlarıdır. Bizim yitik çocuklarımızdır bunlar. Kendilerine gelmeleri, benliklerini bulmaları, bayağı esâretten kurtulmaları için bize çok şey düştüğünü değerlendirmek içindir bu ifadeler. Yoksa, bu tiplerin özelliklerini anlatıp kendimizi onlarla mukayese ederek temize çıkarmak için anlaşılmamalı. Ve daha önemlisi, farkında olmayarak da olsa bu özelliklerin en küçüğü bizde, sorumluluğunu yüklendiğimiz yakınlarımızda var mıdır? Akrabalarımızda, komşularımızda, iş yerlerimizde, çevremizde, kısaca bizim ulaşabileceğimiz yerlerde hiç bulunmadığını iddia edebilir miyiz bu tiplerin? Bu konuda bize neler düşüyor? Bu sorulara, boş verirsek, ya da bu hastalıkları tedâvi için doktor rolünü üstlenmez, yakın çevremize kadar gelen bu hevâî ateşin tutuşturduğu yangını, havayı kaplayan ateşleri söndürmek için itfaiyecilik yapmaya çalışmazsak, bu tipler, dünyada değilse bile âhirette yakamıza yapışabilirler, bulduğumuz güzellikleri niye kendilerine ulaştırmadığımızın hesabını sorabilirler.
Hevâî tipin nasıl oluştuğu, sebepleri iyi değerlendirilmeli, sivrisinekle mücâdele için bataklığın kurutulmasının şart olduğu unutulmamalıdır. Hevâî düzen ve onun kurumları, düzenin oluşturduğu toplum yapısı ve çevre şartları değişmeden, ürünlerin değişmesini beklemek doğru olmaz. Düzen, müslüman gencin oluşmasını her taraftan engellerken, kurum ve kurallarıyla hevâî insanın ihtiyacı olacak, nefse hoş gelen her çeşit fitne ve fesadı, fuhuş ve kumarı... desteklemekte, hevâî insan, bu sistemin mücâdele ettiği değil; oluşturmayı hedeflediği tip olmaktadır. Darbe ile ele geçirdiği İspanya’yı kırk sene yöneten Franco, "nasıl halk ayaklanmadan bu kadar uzun süre iktidarda kaldın?” diye soranlara şöyle diyordu: “Futbol, müzik, kumar ve uyuşturucu sâyesinde!” İnsanları bunlarla meşgul edince, başka şeylere ayıracak zamanları kalmayacaktır. Bir de buna hayat pahalılığı, işsizlik, particilik, tv. hastalığı, kahvehane hayatını da eklerseniz, hevâî düzeninizi değil kırk, yüz kırk sene de sürdürürsünüz. Ama, unutmamalı ki, onların hevâî düzenlerini sürdürmeleri için hesabı varsa, Allah’ın da; sadece Allah’a kulluk yapan mü’minlerin de bir hesabı vardır: “Zâlimler, hangi inkılâbla devrileceklerini, nasıl bir dönüşe (âkıbete) döndürüleceklerini yakında bilecekler (ve görecekler).” (26/Şuarâ, 277)
İfrat ve tefrit; Kur’an referanslı düşünüp yaşamayanların en temel problemi... Kimi boşvermişlik, kimi de takvâ adına aşırılıklar sırât-ı müstakîmin önünde engel olmaktadır. Nefis konusunda da, nefsin oyununa gelip aşırılıklardan birini seçme durumunda kalıyor insanlar. Nefsin emmâre özelliğini, kötü arzularını, yani Kur’an’ın tâbiriyle hevâyı alabildiğine tatmin etme arzusuyla yanıp tutuşan halk yığınlarının bu tavrına Kur’an hevâyı putlaştırma diyor (25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 23). Buna tepki de, nefsi öldürülesi bir canavar görme şeklinde tarihten bu yana ortaya çıkmış. Kur’ân-ı Kerim’de Yüce Allah; “...Nefislerinizi öldürmeyin.” (4/Nisâ, 29) diye emrettiği halde.
Allah, nefsi insana zulüm olsun diye yaratmamış. Tam tersine insanın olgunlaşması ve derecesinin yükselme için bir araç olarak ihsan etmiş. Zâten nefis olmadan, insanın imtihana tâbi tutulması, yaratıkların en güzeli ve en hayırlısı olmasına da imkân yoktur. Kur’an, insana kendi kusurlarını ve nefsin problemlerini sayarak nasıl tedbir alınması gerektiğini belirtir. Nefsin isteklerine mubah istikametler çizmesi ve arzularına sınır koyması gerektiği halde, nefisten şikâyet edip onu yok etmeye (ki, bu mümkün de değildir) çalışıp olmayacak işlerle uğraşır nice insan.
Kur’an’ın beyanlarına göre “nefsine zulmetmek”, günahkârların ve daha çok da kâfirlerin özelliğidir. Peygamberimiz’in ifâde ettiği gibi, cesedinin/nefsinin senin üzerinde hakkı vardır (Müslim, Sıyâm 193). Hadis-i şeriflerde nefsini müdâfaa için öldürülenin şehid olduğu vurgulanır (bak. S. Müslim Tercüme ve Şerhi, A. Davudoğlu, Sönmez Y. c. 2, s. 7). Kur’an’da “...Nefislerinizi ayıplamayın...” (49/Hucurât, 11) diye emredildiği halde, nefisler suçlanır hep. Halbuki nefis, insanın kendisidir. Suç ve günah varsa, insan kendisi işlemiştir onu. Ve suçu yükleyecek bir yer arayacağına kendi hatasını kabul ve itiraf edip hemen tevbeye sarılmalı, Allah’ın affına mürâcaat etmelidir. Şeytanın bir oyunu da, kişinin yaptığı suçu kabullenmesini engelleyip bir günah keçisi aratmasıdır. Bir günah veya bir dinî görevi ihmal varsa, suçlu “ya yahûdidir, ya düzendir, veya çevre, ya da nefis.” Böyle düşünen kimse tevbe kapısına yaklaşamayacak ve temiz bir sayfa açıp olgunlaşamayacaktır; kısır döngü içinde suçu bir yerlere yamayıp rahat edecektir... Ve kolaycılık bu konuda da kendini gösterecektir: “Nefis merhale merhaledir, sınıf sistemi gibi basamak basamaktır. En alttaki nefis, emmâre olan nefistir...” Bazı yaptırımlarla (ki, bunların en kolayı bir şeyhe bağlanıp, her şeyi ona havâle etmektir) insan, nefsine sınıf atlattıracak, râdıye, mardıye, kâmile gibi zirvelere tırmandıracaktır. O durumdaki nefis de kötülüğü artık hiç emretmeyeceğinden iş otomatiğe bağlanmış, kendiliğinden kurtulma yolu sonuna kadar açılmış olacaktır.
Halbuki nefsin ilk ve en alttaki basamağı sayılan emmâre vasfı, Hz. Yusuf tarafından dillendirilmiştir (12/Yusuf, 53). Bu mantığa göre Yusuf (a.s.), hem de först leydinin isteğine olumsuz cevap verdiği halde, insan duygularının, yani nefsin kötülüğü şiddetle emrettiğini, günahlardan hevânın zevk alacağını vurgular. Âyetin başında da nefsin tümüyle tebrie edilip temize çıkartılmasının yanlış olduğunu vurgulama ihtiyacı duymuştur. Çünkü nefsin doğasında kötülüğü emretme vardır. Bu, tevhid şuuru ve Kur’an ahlâkıyla hayat boyu terbiye edilecek, ama buna rağmen, ölüme kadar insanda bulunan nefis, fırsat buldukça kötülüğü emretmeye çalışacaktır. Böylece müslüman da son nefesini verinceye kadar olgunlaşmaya ve derecelerini arttırmaya devam etmiş olacaktır.
Nefis altı-yedi tane değil; bir tanedir. İnsan nefsi, zaman zaman uysallaşır, kendisine ilham edilen takvâ ağır basar; zaman zaman azgınlaşır, kendine ilham edilmiş fücur isteği ile dolar. “Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de fücûru (kötülükleri) ve takvâyı (iyilikleri) ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (91/Şems, 7-10). Nefis, devamlı terbiye ve ıslah edilmeye ihtiyaç hissettirir. İnsan hangi yaşta ve hangi seviyede bulunursa bulunsun, yine insandır, beşerdir. Hata yapma ihtimali ve meyli hâlâ olacaktır. Hevâsının bazı kötülük ve günahlardan zevk alması devam edecektir. Kur’an talebesi müslümana düşen görev, ibâdet ve ihsan çizgisini sürekli yaşayarak, takvâya da meyilli olan nefsini ölünceye kadar ıslah etmeye ve onun isteklerine karşı uyanık ve dikkatli olmaya gayret etmektir. Nefsini, hevâsını aklının ve imanının kontrolünde tutmaktır. Bu dikkat gösterilmezse, hangi yaş ve hangi seviyede olursa olsun hevâ insanı mahvedebilecek, hatta insanın tanrısı olabilecektir. Nefsine hâkim olan, kimseye mahkûm olmaz. İnsan gâlibiyeti içinde kazanır veya mağlûbiyet, onu kendi içinde yakalar.
Tasavvufun etkisiyle insanlarımıza hâkim olan yanlış nefis anlayışının Kur’an’daki nefis kavramıyla sağlaması yapılmalı, ifrat ve tefritten kaçınılarak hayat boyu bize kötülüğü emredecek olan nefsin oyununa gelmeden ona hâkim olmaya gayret edilmelidir. Hevânın hâkim olduğu kalp, her türlü bireysel ahlâksızlığın, toplumsal fesâdın, her çeşit pislik, kötülük ve zulmün kaynağı olan şirkin bulaşıcı mikroplarının toplandığı yerdir. Bunun yanında, nefse karşı da âdil olmak, nefsimizin de bizim üzerimizde hakkının olduğunu unutmamak gerekmektedir. Müslümana yakışan, nefis kaynaklı hevâya değil; İlâhî kaynaklı hüdâya, tâbi olmaktır. Başkalarının hevâsına değil; ilme/vahye sarılmaktır. Nefsin kötülüğü emreden özelliğine iman ve takvânın imkânlarıyla cevap verebilmektir. Esselâmu alâ men ittebea'l-hüdâ. Hevâya değil; hüdâya tâbi olanlara selâm olsun!
"Rabbinizden size indirilene uyun. O'ndan başka evliyânın ardına düşmeyin. Siz ne kadar az hatırınıza getiriyorsunuz?" (7/A'râf, 3) “Tuğyân edene/azana ve dünya hayatını âhirete tercih edene, şüphesiz cehennem tek barınaktır. Rabbının makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştıran için ise şüphesiz cennet yegâne barınaktır." (79/Nâziât, 40-41) “Ey huzura kavuşmuş nefs/ruh! Sen O’ndan hoşnut, O da senden râzı olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl. Gir Cennetime!” (89/Fecr, 27-30)
Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 5, s. 72-74
Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 492-494
Harun Yahya, Kur’an’da Temel Kavramlar, Vural Y. s. 30-35
Ömer Tellioğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 5, s. 74
Ö. Tellioğlu, A.g.e. c. 5, s. 74-75
Nureddin Turgay, A.g.e. c. 5, s. 75
Muhiddin Bağçeci, A.g.e. c. 5, s. 75-76
Ahmet Ögke, Kur’an’da Nefs Kavramı, s. 23-37
M. Said Çekmegil, Tetkiklerde Metod ve Tenkid, Sanih Y. s. 104-112
Fevzi Zülaloğlu, “Nefs” Kavramı Çerçevesinde Kur’an’da Kişiliğin Tekâmül Aşamaları, Hak Söz, 69
Abdülaziz Bayındır, Duâda Evliyayı Aracı Koyma ve Şirk, s. 91-103
A.g.e., s. 187-189
Cavit Yalçın, Kur’an’da Temel Kavramlar, Vural Y. İst. 1997, s. 36-48(50)
Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 166-167
Ömer Tellioğlu, Şamil İslâm Ans. C. 5, s. 120-121
Ramazan Özcankaya, Ruh, s. 87 vd.
A.g.e., s. 90 vd.
A.g.e., s. 131 vd.
Cavit Yalçın, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 47-48
Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi, s. 227-228
Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 264-265
Suad Yıldırım., Kur’an’da Ulûhiyet, Kayıhan Y. s. 289-290
Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, Hikmet Y. c. 10, s. 533
Mevdûdi, Tefhîmu’l-Kur’an, İnsan Y. c. 5, s. 308-309
Fahreddin Râzi, Mefâtuhu’l Gayb, c. 12, s. 63
Halil Atalay, Fikrî Tevhide Doğru, Ribat Neşriyat, s. 19-23
Yaşar Düzenli, Kur'an Işığında Evrensel Dengeler ve İnsan, İFAV Y., s. 265
Şâtıbî, el-İ'tisâm, 1/46
Kur'an'da Hevâ Kavramı, Muhammed Emin, Misak s. 31-32
Yaşar Düzenli, a.g.e., s. 267
Halil Atalay, a.g.e. s. 17