Bilindiği üzere İslam, terör ve şiddete yer vermemiş, fitne ve anarşiyi yasaklamıştır. Bu nedenle “Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, âhiret gününe ve kadere inanmak” şeklinde özetlenebilen İslam'ın temel ilkeleri arasında şiddete inanmayı prensip olarak öngören bir maddeye rastlamak mümkün değildir. Bu da gösteriyor ki İslam tamamen barışçıl yollarla kendini sunmakta ve böylece de sunulmak istemektedir. Bu gerçeğin en büyük ve canlı bir kanıtı da şudur: İslam, egemen bir düzen olarak hayata geçirildiği çağlarda, müslüman kişiye olduğu kadar kâfir insana da özgürce yaşama hakkını tanımış, ona karşı zor kullanmayı kesinlikle yasaklamıştır.
Buna karşın, sadece mesaj veren müslümanlar özellikle tarihte iki defa müşrikler tarafından şiddetli baskılar altına alınmış, işkence ve katliama uğramışlardır. Bu her iki dönemde de müslümanlar son derece zayıf ve müşriklere oranla küçük birer azınlık durumunda bulunmuşlardır. Bunlardan birincisi, Mekke'deki İlk İslam Dönemi, ikincisi ise yaşadığımız günlerdir.
İlk İslam Dönemi'ne baktığımızda müslümanların, müşriklere karşı hiç takiyye yapmadıklarını görüyoruz. İlk müslümanlar her türlü tehlikeyi göze alarak büyük bir cesaretle İslam'ın mesajını her yere taşıyor, herkese yöneltiyorlardı. Bu nedenle de dayanılmaz işkencelere uğruyor, bazen de şehid ediliyorlardı.
Şu varki İlk Müslümanların, mesaj verdikleri insanlar sırf müşrik idiler. Bilindiği üzere alenî müşrik, münafık gibi değil, kimliği çok açık, tavrı nettir. Münafık ise onun tam tersine gizli bir kimliğe sahiptir, sinsidir; İçinden kâfir ya da müşrik olmakla beraber, dışından çok samimi bir mümin rolündedir.
Dolayısıyla günümüzde müslümanın mesaj verdiği ortam ve şartlar ilk müslümanlarınkinden çok farklıdır. Bu farkı şu şekilde açıklamak mümkündür:
İlk müslümanların karşısında, kimlikleri, inanç ve düşünceleri her bakımdan meydanda olan müşrik bir topluluk vardı. Dolayısıyla müslümanlar, çarpık ve sapık inanca bağlı bu topluluğa İslamın mesajını iletirken Kur'an'ın gerekçelerine dayanıyor ve dâvâlarını savunuyorlardı. Ayrıca müslümanlar, müşriklerle yakın akraba olmakla beraber, onları son derece yabancı bir kitle olarak görüyorlardı. Öyle ki ilk müslümanlar arasında hiç bir insan, günün birinde müşriklerle herhangi bir ortak noktaya sahip bulunduklarını aklının ucundan bile geçirmiyordu.
Halbuki bugün müslümanların karşısında son derece sinsi bir kimliğe sahip olan, ancak İslamı açık şekilde reddetmeyen münafık bir kitle vardır. Aynı zamanda ezici bir egemenliğe sahip olan bu topluluk karşısında müslümanlar, varlıklarını koruyabilmek ve Kur'ân'ın mesajını iletme sorumluluğunu yerine getirebilmek için elbetteki uygun bazı çarelere baş vuracaklardır. Ancak İslam âlimlerinin görüşü alınarak baş vurulacak bu çarelerden eğer biri de kimliğin yerine göre farklı gösterilebileceği şeklinde olursa hiç kuşkusuz takiyye meşruluk kazanacak ve şartlı bir strateji olacaktır.
Şu gerçeği vurgulamak gerekir ki mümin, çok değerli ve nadir bir varlıktır, Çünkü Allah'ın yeryüzündeki muhatabıdır. Öyle ise bu olağanüstü öneme sahip noktayı göz önünde bulundurarak mümin kişi, tehlikeli ortamlarda her şeyden önce yaşayabilmeyi, ondan sonra da evrensel sorumluluğunu yerine getirmeyi mümkün kılacak sistemlere inanmak zorundadır. Bu ise “Antinifak” la ancak sağlanabilir. Hiç kuşku yok ki her zehirin bir panzehiri vardır; Her ayrı düşmana karşı farklı bir tavır, her saldırıya karşı değişik bir savunma sistemi ile ancak ayakta durmak mümkündür. Mademki İslam terör ve anarşiyi yasaklamıştır, öyle ise adı ister takiyye, ister başka bir şey olsun, elbetteki İslam'ın yüce iman kurumu, müslümanı bu yolda perişan etmeyecek isabetli birçok çözüm yollarına sahiptir. [1]