Yılmaz: “... Kitapta, bir önceki soruda ‘râbıtanın, Allah ile murâkabeye varmak için yapıldığını ve murâkabe noktasına gelen bir sâlikten râbıtanın düştüğünü, böyle bir kişinin râbıtasının şirk sayılacağını’ söylemişiz...”
Bayındır: İşte Sayın Yılmaz’a göre râbıta şirktir. Murâkabe noktasına gelenin râbıtası şirk ise, başkalarının râbıtası da şirk olur. Çünkü iman ve şirk konuları kişiye göre değişmez. Gerek burada alıntısını yaptığımız yazılara ve gerekse tasavvuf kitaplarına göre müridin tek görevi, kayıtsız şartsız şeyhe teslim olmak yani ona kul olmaktır. Mürit şeyhe, şeyh Allah’a kul olur. Râbıtayı, murâkabe noktasına ulaşmış büyükler için şirk sayıp mürit için bir görev bilme, bu anlayışın sonucudur. Aşağıdaki ifade de bu anlayıştan kaynaklanmıştır:
“Mürit, aracısız olarak, Allah Teâlâ’dan feyiz alabiliyorsa râbıtayı terk etmesi vaciptir. Bu durumda râbıta ile uğraşmak, perdeli basamağı, yüzyüze olma basamağına tercih etmek olur. Bu ise Allah Teâlâ’dan yüz çevirmek sayılır. Ancak râbıtayı bırakmasına rağmen şeyhinin sevgisini kalbinden çıkarmaz, ona bağlılığını terk etmez. Çünkü bu, yüz yüze olma halini artırır.”
Bazı şeyhlerin resimleri müritlere dağıtılır ve râbıta yaparken ona bakmaları söylenir. Eğer mürit heykeli yasak bilmese, evine şeyhinin heykelini koyar, râbıta yaparken onun karşısına geçer, kendini alçaltır, son derece tevazu ile yalvarır ve rûhâniyetinden yardım isterdi. Ona karşı kendini yok sayıp, bütün hücrelerini şeyhiyle doldururdu. Heykel yerine şeyhin hayalini koymak neyi değiştirir? Puta tapanlar da zaten taştan veya ağaçtan değil, onun temsil ettiği varlığın rûhâniyetinden yardım beklerler.
Çünkü râbıta yapan mürit, şeyhinin dışında her şeyden ilgisini kesmek ve kalbinde yalnız ona yer vermek zorundadır[1] O, şeyhin sûretini alnının ortasında hayal eder, sonra onu kalbinin ortasına indirir, kendini yok, şeyhini var bilir[2]
Sonra onun rûhâniyetine yönelir, kendisinde cezbe ve gaybet ortaya çıkıncaya kadar râbıtaya devam eder. Cezbe kendinden geçmesi[3] gaybet ise kendini ve sahip olduğu özellikleri bırakıp şeyhin sûretinde kaybolmasıdır. Bu noktaya gelince şeyhin rûhâniyetini, olgunluklarıyla birebir sûretinde gözlemler, şeyhin sıfatlarıyla, kendine has halleri ile hallenir[4] Biri doğuda, biri batıda da olsa, şeyhin rûhâniyeti müridi râbıta ile terbiye eder ve onu, Allah’a ulaştırır[5]
Şu âyet buraya ne kadar da uygun düşmektedir: “İyi bil ki, o saf din Allah için olan dinidir. Onun yakınından veliler edinenler; ‘Biz onlara başka değil sadece bizi Allah’a tam yaklaştırsınlar diye kulluk ederiz’ derler. işte Allah, onların aralarında tartışıp durdukları şeyde hükmünü verecektir. Allah, yalancı ve gerçekleri örtüp duran kimseleri doğru yola sokmaz.” (39/Zümer, 3)
Tarikata göre şeyh bir çeşme gibidir. Engin denizinden, râbıtasını yapan müridin kalbine feyiz aktarır[6] Râbıta yapan müritte, şeyhin rûhâniyeti tasarrufa başlar. Üzerine ilahi kemâlâtı ve rabbani tecellîler feyzini yağdırır. Böylece onu yüksek makamlara ulaştırır. Feyiz veren şeyh, ister ölü, ister diri olsun, ister yaptığını anlasın, ister anlamasın[7] fark etmez. Hakiki şeyh, müritle Rabbı arasında vâsıtadır. Ondan yüz çevirmek Allah’tan yüz çevirmektir[8]
Râbıta edilen mürşid-i kâmil, fenafillah makamına ulaştıktan sonra, bekâbillah makamı da kendisi için hasıl olmalıdır[9] Fenâ fillâh, onun beşerî vasıflardan ve aşağı arzulardan sıyrılıp ilahi vasıflarla donanmasıdır. Beka billâh da kendi sıfatlarının yerine Allah’ın sıfatlarının geçmesidir[10] Yani Allah ile bütünleşmesidir. Durum böyle olunca, mürit inanır ki, şeyhini nerede düşünse, rûhâniyeti orada hazır olur. Yine inanır ki, şeyhin ruhani tasarrufları Hak Teâlâ’nın tasarruflarıdır[11]
Mâdem şeyhten yüz çevirmek Allah’tan yüz çevirmektir[12] öyleyse mürit şeyhin sevgisini daima içinde beslemeli, her durumda ona bağlılığını korumalıdır. Bütün vakitlerde râbıtaya devam etmeli, hiçbir şekilde ondan ayrılmamalıdır[13]
Eğer bu şirk değilse, şirk diye bir şey olmaması gerekir. Burada şeyh, tam bir ilâh konumundadır. Çünkü ilah, kendine kulluk edilen her şeye verilen isimdir. İlah kelimesinin, hayran kalma anlamı da vardır. Çünkü kul, kulluk ettiği şeyin özelliklerini düşününce hayranlık duyar[14] Allah’ın dışında, kendine kulluk edinilen her şey onu öyle kabul edene göre ilahtır. Putlara ilah derlerdi, çünkü onların kulluğu hak ettiklerine inanırlardı. Onlara verilen isimler bunların inançları sebebiyledir, yoksa onlarda bir şey olduğundan dolayı değildir[15]
[1] Sadık Dana, Altınoluk Sohbetleri I, s. 39-40.
[2] Muhammed b. Abdullah Hânî, Adâb, s. 239-242.
[3] Yılmaz, Tasavvufla İlgili Sorular, s. 520
[4] Muhammed b. Abdullah Hânî, Adâb, s. 237.
[5] A.g.e., s. 239-242.
[6] A.g.e., s. 237.
[7] A.g.e., s. 239-242
[8] A.g.e., s. 244.
[9] A.g.e., s. 243.
[10] Yılmaz, Tasavvufla İlgili Sorular, s. 524.
[11] M. A. Hânî, Adâb, s. 239-242.
[12] A.g.e., s. 244
[13] M. A. Hânî, Adâb, s. 239-242.
[14] Râgıb el-Isfehânî, el-Müfredât, “ilh” maddesi.
[15] İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, “ilh” maddesi
Abdülaziz Bayındır, Duâda Evliyayı Aracı Koyma ve Şirk, s. 134-147