Müzik Ruhun mu Gıdasıdır?

 

Sabah-akşam müzikle iç içe yaşayanların kendilerini savunmak için dört elle sarıldıkları bir söz vardır: “Müzik ruhun gıdasıdır.” Konfüçyüs’e ait olan bu söz bir nass gibi; tartışılmaz, kesin doğru kabul edilir. Rejimler okullarda müzik dersi verir. Her yıl Eurovizyon müzik yarışmalarına iddialarla, devlet bütçesinden yardımla ve aylarca süren telaş sonrası katılınır. Bazı tv.ler ve radyolar, günde yirmi beş saat müzik yayını sunar. Kasetçalarlar, olmadı volkmenler, o da yetmedi müzik setleri, plaklar demode olduysa gelsin CD.ler, daha neler neler. Dolmuşlarda ha bire çalınan kasetler, konserler, FM radyolar... Hepsinin tek amacı vardır: Ruhlara gıda vermek! Evler bile meyhaneye, sinemaya, gazinoya dönüştü; mescide hiç benzemiyor.

Bunca uğraşa rağmen, ruhların tatmin olmadığını görüyoruz. Rûhî özellikler yok olmuş, sevgiler tükenmiş, gönüller harâbeye dönmüş, mânevî özellikler gıdasızlıktan ölümcülleşmiş. Öyleyse bir yanlışlık var. Ruha bu kadar gıda verilecek, ama rûhî özellikler gittikçe kaybolacak. Kur’an’ın ve sahih hadisin dışında her söz eleştirilir. Doğru da olabilir, yanlış da. Konfüçyüs’ün sözünü incelerken ruh ve nefsi tanımak gerekir.

İnsanın iç dünyası çok zengin. Böyle olduğu halde, bir elini okyanusların dibine, diğerini de uzayın esrârengizliğine uzatan insanoğlu, kendini tanımaya uğraşmıyor. Onun için de mutluluğu yakalayamıyor. Zaten kendini tanısa, yeri ve göğü daha iyi bilecek, aralarındaki irtibatı görecek. Kendini tanısa Rabbını tanımış olacak... İnsanın iç benliğinde yerleştirilmiş iyi vasıfların, iyi ahlâkın ve güzelliklerin merkezi ruh; kötü vasıfların yeri de nefis olarak bilinir. Sanat, rûha hitabettiği, gönlü coşturabildiği oranda sanat olur. Nefse hitabettiği müddetçe de şeytanî vesvese ve oltanın ucundaki yem.

Rûhî yönümüzle yükseklere kanatlanabilir, melekleri geçebiliriz. Nefsi ön plana aldığımızda ise dört ayaklıların tabanlarını seyrederiz. İnsan irâdesi (nefsi), istekte sınır tanımamaktadır. İnsan, sonsuz oranda istekten ibarettir. İnsan, nefisle, hoşuna giden herşeyi kendine maletmek, zevklenmek ister. İçimizde devamlı fışkırıp duran bu istek kaynağının arzuları mutlak surette verildikçe, o, sırnaşık insan gibi daha da arsızlaşır. Verdikçe azar, daha da ister. Nefsin midesi yoktur, doymak bilmez. Doysa bile az sonra yine acıkır. Sahibini de yemeye ve yenmeye başlar. Nefsi taşkınlıktan (tuğyan) korumak için hudûdullah’a riâyet şarttır. Nefsi, aklın ve ruhun, daha doğrusu imanın emrine vermeden insanın mutlu, başkalarının ondan memnun ve Rabbının râzı olması mümkün değildir.

Kur’ân-ı Kerim, ruhun gıdasının müziğin dışında başka şeyler olduğunu söylüyor, ama müziksever, Konfüçyüs’ün sözü kadar itibar etmiyor, doğruluğunu kabul etmiyorsa din tercihini yapmış demektir. Artık müziksever değil; müzikperesttir. Ruha, gönle “zikir” gıdası verilmediği, gıda yerine “zehir” verildiği için şikâyet, sıkıntı, bunalım, stres, intihar gibi problemler gittikçe artıyor. Tatmin olmayan ruh sıkılıyor. Nefsin de doyacağı yok. Yedikçe azıyor, azdıkça gıdalanıyor. Daha değişik zevk ve gıdalar arıyor, sahibini felâkete ve helâke sürüklüyor.

İnsanlar zevk almak için eğlenceye, müziğe çokça yer ayırırlar. Halbuki maddî zevk, hiçbir zaman hakiki zevkin yerini tutmaz. Hakiki zevk kısa süreli değildir, maddî zevk ise saman alevidir; bir varmış bir yokmuş gibidir. Aynı zamanda zevkten kısa bir müddet sonra hazzın yerini yorgunluk, acı, maddî-mânevî kayıp, rahatsızlık gibi problemler alır. Meşrû olmayan maddî zevklerin peşinden gelecek gam ve kederler bir yana, yine vicdanı rahatsız etmesi ve Allah katındaki sorumluluk. Bütün bunlara değecek bir getirisinin olmadığından zevk bile sayılmaz maddî zevkler.

Rûhî zevklerinse sonunda böyle problemler yoktur. Rûhî zevklerle ruh, sağlığını korur, gıdasını almış olur. Stres gibi çağdaş problemler, çağdaş insanın çağdaş zevkleri ve tercihleriyle ilgilidir. Gerçek zevk (rûhî zevk) en çok üç şeyde bulunur:

Her çeşit ibâdette, özellikle namaz ve Kur’an okumada; yani zikirde.

İlim tahsil etmekte, öğrendiklerini yaymakta; yani tebliğ ve cihadda.

Âciz ve sayıflara yardımda; yani ihsanda.

Bunların dışındaki zevkler geçicidir. Devamı olmayan bir kuruntu ve aldanmadan ibarettir. Altın kadeh içindeki zehirdir.

Bugün tûbâ ile zakkum farkedilmez olmuş, sanatla sahtesi birbirine karıştırılmış. Nefis ruhun yerini almış. Rûhî özellikler yok gibi; yaşayan ölüler, yani ruhsuzlar topluluğu halinde cahilî toplumlar. Müzik ilâhları ve tanrıçaları, kullarının müzikhollerde, gazinolarda âyin ve ibâdetleriyle yetinmiyor; stadyumlar, açıkalanlar gibi daha büyük mâbedlere toplanmalarını istiyor artık. Nefis, bu tapınma ve kendinden geçerek mest olmayla da tatmin olmuyor. Günlük ve saatlik âyinler de emrediyor: Radyolar, müzik setleri, tv.ler kalabalıkların neredeyse her dakikasını ibâdet vecdi içinde kaplıyor. İşyerinde müzik, arabada müzik, evde müzik, okulda derste müzik, filmde müzik.

Hz. İsa, ruha önem verilmeyen bir topluma rûhî özellikleri yeniden ihyâ etme yönüyle çeşitli mûcizelerle geldi: Ölüleri diriltme, hastaları iyileştirme, körlerin gözlerini açma, dilsizi konuşturma gibi. İşte günümüz toplumunda da bu rûhî özellikleri ihyâ eden İsa nefesli insanlara ihtiyaç var. Böylece yahûdilerin katı kapitalist etkileriyle ruhları, rûhî özellikleri bombardıman edilen insanların ölümcül kalpleri ve ruhları dirilsin, ruh maddenin önüne çıksın, böylece tatmin olsun. Hasta kalpler ve ruh hastalıkları iyileşsin. Hakkı göremeyen gözler açılsın, basîret ve ferâset sahibi olan insanlar eşyaya Allah’ın nuruyla bakabilsin. Sadece görünenleri değil; perdenin arkasındakileri de görebilsin. Hakka kilitli dilleri açılsın, bülbül gibi şakısın. Bunların yerine gelmesi için Hz. İsa’nın gökten inmesini beklemeye lüzum yok. Hz. İsa’nın nefesine, Hz. Mûsâ’nın asasına, Hz. Muhammed’in Haktan getirdiği mesaja mirasçı sensin. Kurtuluş istiyorsan kurtarıcı beklemekten vazgeç; vazifeni yap. Hem sen kurtul, hem toplum kurtulsun ey İsa nefesli müslüman![1]

 


 

[1] Ahmed Kalkan, Sanat Bilinci: 50-54.