“Ve onların üzerlerine bir azap yağmuru yağdırdık, artık bak günahkarların akıbeti nasıl oldu? ”[1]
Milattan sonra 241-251 seneleri arası...
Bir ibadet günü...
Herkes mabede gitmek için hazırlık yapıyor, en güzel elbiselerini giyiyordu. Şehrin sokakları çeşitli renklerde elbiseli insanlarla dolu ve her köşede bir kitle, bir kalabalık göze çarpıyordu. Şehrin en güzel ve en işlek yolu ise İmparator Dekyanus gelecek diye onu görmeye gelmiş insanlarla hıncahınç dolmuştu. Halk âdeta birbirini eziyor, İmparator’u görmek için can atıyordu.
İmparator, altın ve gümüşlerle süslenmiş atların çektiği saltanat arabasına binmiş, debdebeli ve göz kamaştırıcı bir merasimle, etrafını saran memleketin en asil, en yüksek ailelerine mensup gençlerle, ağır ağır mabede doğru yol alıyordu.
Bütün yol boyunca İmparator’u teşci eden insanlar, ona saygı ile eğiliyorlar, bir tanrıya taparcasına rükuya varıyorlardı. Tabi İmparator da kendinin anlayamadığı bu yalancı tebessüm ve saygılardan zevk alıyor, kendi kendine gururu bir kat daha artıyordu. Yanında bulunan beş kumandanına tenezzüllü bir bakışla şöyle söylüyordu:
- Bir yığın köle, binlerce kul ve benim müsaademle ölen, yine benim müsaademle dirilmeye muktedir cahil halk...
Ve böylece İmparator, sahte tebessüm ve riya dolu bakışlar arasında ilerleyerek nihayet mabede ulaştı. İmparator ve maiyeti burada atlardan, arabalardan inerek mabede girdiler.
Mabedin içerisi insan, hayvan ve daha başka şekillerde taştan yapılmış birtakım put ve heykellerle dolu idi. İmparator ve maiyetinden her biri bir putun önünde durarak, bu inandıkları ve güvendikleri tanrıların karşısında vecd içinde saygıyla yerlere kapanıyor, secdeye varıyorlardı. Ancak bu şaşkın ve taşkın halk arasından bir kişinin, İmparator’un maiyetinde gelen gençlerden birinin, onlarla beraber secde etmediği görüldü. Onun putlara karşı hürmetkâr bir hareketi yoktu. Sadece kendi düşüncesi ile baş başa, ayakta dimdik durmaktaydı. İmparator daha önlerde bulunduğu için onun bu hareketini fark edemiyordu, eğer görmüş olsaydı, ne yapmazdı? Marazî bir zevk aldığı aslanlara insanların parçalattırılması olayı bile yapacağının yanında hiç kalırdı. Evet, İmparator görmemişti; ama İmparator’un maiyetinde ile gelen diğer gençler onun bu düşünceli hâlinin farkına varmışlardı. Kendileri ile beraber putların önünde secdeye varmadığını görmüşlerdi. İmparator hâlâ bu durumun farkında değildi. Çünkü o, etrafına bakmadan büyük bir vecd içinde putlara tapmakla meşguldü.
İmparator tapınmasını bitirdikten sonra maiyet erkanıyla birlikte tekrar arabasına döndü. Saltanat arabası, yolun her iki tarafına birikmiş ve İmparator’un korkusundan yerlere kapanmış olan insan topluluğunun içinden geçerek saraya vâsıl oldu. Saray kapısından içeri girdikten sonra kapılar kapandı. Ondan sonra İmparator ile beraber ayine iştiraklerine müsaade edilmeyen halka, mabedin kapıları açık bırakıldı. Putlara tapmalarına izin verildi. O gece hükümdarın maiyetinde törene iştirak eden gençler evlerine dönmek üzere saraydan ayrıldılar. Yalnız evlerine dağılmadan önce o gün mabette putlara tapmayan gence arkadaşları yaptığı bu hareketin manasını sormaya karar verdiler ve yanına yaklaşarak sordular:
- Bu gece seninle konuşacaklarımız var. Gel, gizli bir yere gidelim de seninle sakin ve rahatça konuşalım, dediler.
Genç adam:
- Haydi öyle ise, buyurun bizim eve gidelim, dedi.
Toplu hâlde onun evine gittiler. Biraz oturduktan sonra ilk olarak içlerinden biri söze başladı:
- Bugün sen neden bir başka hâldeydin? Hem atalarımızdan kalan ulu tanrılarımıza da saygı göstermedin. Bizimle beraber ilahlarımıza secde etmedin!
- Evet, hakkınız var. Bugün ben sizden başka hâldeydim. “Tanrı” diye tapılan bu şeyler hakkında uzun uzun düşündüm, dedi.
Ve sonra onları alarak, evlerinin ön tarafına terasa çıkardı. Gece başlamıştı... İlk yıldızlar ışıklarını çoğalta çoğalta dünyayı aydınlatmaktaydılar. Gökyüzünü pırıl pırıl aydınlatan bu yıldızları göstererek onlara şöyle dedi:
- Çok dikkatli bakın şu ilahî nizama. Bunu ancak bu kâinatın yaratıcısı yani benim Rabbim yapabilir.
Sonra devam etti:
- İnsanlara hiçbir faydası ve zararı olmayan, kendi ellerimizle yaptığımız bu putlara ibadet etmeyi manasız buluyorum. Onun için bugün ben sizin tapmanıza iştirak etmedim.
- Peki ne düşündün, ne yapmak, neye inanmak istiyorsun?
O sadece güldü ve şu cevabı verdi:
- Ben şunu düşünüyor ve inanıyorum ki: Şimdiye kadar ne büyük bir dalalet içindeymişim de sizinle beraber bu manasız, bu kuvvetsiz taş parçalarına tapmışım. Yerleri, gökleri ve içindekileri yaratan ve onlara hayat veren o tek varlığı, o yüce kudreti akıl edememişim. Ama artık benim mabudum O’dur. Ben O’na inanıyorum.
- Peki, sen, putların gazabından korkmuyor musun?
- Korkmuyorum, çünkü putları biz kendi ellerimizle ağaçtan, taştan yaptık. Onlar cansız ve acizdirler. Hiç kimseye zararları dokunmaz.
Arkadaşları şaşırmışlardı. Telâşla birbirlerine bakındılar, söyleyecek söz bulamıyorlardı.
Genç sözlerine devam etti:
- Şimdi size bir sual soracağım. Bizi birbirimize bağlayan, yaklaştıran kimdir dersiniz?
- Kim olacak, olaylar, tesadüfler.
- Bu tesadüfleri, olayları hazırlayan kimdir?
- Talihimiz, kaderimizdir.
- Peki, ya bunları kim hazırlıyor?
- Tabi ki ilahlarımız.
- Yani birtakım sûretlerle şekillendirmeye, gözlerimizde canlandırmaya çalıştığımız birçok tanrılar öyle mi?
- Elbette onlar.
- Onlar bu kadar çok olsalardı ihtilâfa düşmezler miydi? Halbuki çevremizdeki her şey büyük bir intizam içerisinde ve değişen, aksayan hiçbir şey yok. Biz ise en küçük bir işte birbirimize düşüyoruz. Bir de dünyadaki hâdiseleri düşünün. Eğer, bunları birçok ilahlar idare etmiş olsalardı, ihtilâfa düşmeyecekler midir? Elbette düşeceklerdir. Birinin kötülük istemesine karşılık diğeri iyilik isteyecek, biri yağmur yağdıralım derken diğeri buna muhalefet edecek ve yeryüzünün nizamı bozulacaktı. O zaman da şu gördüğünüz nizam olmayacak, yeryüzü fesada uğrayacaktı. İşte benim inandığım, dünyamıza bu nizamı veren, bütün canlıları bir intizam içinde yaşatan o tek kudrettir. O, ibadet edilmeye lâyık en büyük varlıktır.
- Bu senin tek kudret dediğin nasıl bir varlık?
- O, benim tasavvurumun tamamen dışındadır. O’nu bir şeye benzetmeye kalkıştığım an O’nun o şeyin dışında olduğunu fark ediyorum. Hatırıma getirdiğim her varlıktan başka bir şey, O’nu tarif etmekten acizim. O’nun hiçbir varlığa benzemediğine ve her şeyden münezzeh olduğuna inanıyor, gönlümde öylece yaşatıyorum. Bunun için bazen şehrin dışına çıkıyor, kendi kendime tefekküre dalıyorum. Böylece o gerçek mabudu daha iyi tanıma fırsatına sahip oluyorum.
Evet, artık bu sağır ve cansız taşları tanımıyorum. Onları birer tanrı olarak kabul etmiyorum. Geçenlerde tek başıma kırlara çıktım, derelerin şırıldadığını, karıncaların ve arıların bir nizam içinde çalıştıklarını gördüm. Gözlerimi semaya diktim, orada bulutların lime lime yarıldıklarını, güneşin ışıl ışıl titrediğini ve yaratıcının emri üzere devridâim ettiğini düşündüm. Fark ettim ki, gök kubbede noktalaşan yıldızlar, yeryüzündekilere göz kırpıyorlar. Sonra kendi kendime sordum: Bu gök kubbeyi üzerimize seren, güneşini, ayını yaratan kimdir? Onu her biri dünya kadar güzel olan bu yıldızlarla kim süsledi? Sonra tekrar etrafıma, yeryüzüne baktım ve kendi kendime demin gördüklerimi tekrarladım. Yeryüzünü, bu âlemi böylesine intizamlı ve düzgün kim yaptı? Onda biten ağaçları, ekinleri, meyveleri ve bunca bitkileri kim yetiştirdi? Nehri akıtan, dağları, ovaları süsleyen, denizleri uçsuz bucaksız bir âleme yayan kim? Evet, kim? Size soruyorum, haydi söyleyin, sizin tanrıcıklarınız bunları yapabilir mi? Elbette yapamaz, çünkü onları siz yapıyorsunuz, onlar kendi kendilerini idare etmekten acizdirler.
Arkadaşlarının şaşkınlığı ve donukluğu devam ediyordu. Onları harekete geçirmek için “Gelin benimle!” dedi. Gittiler. İçeride kayadan yapılmış bir putu kucaklayarak ortaya getirdi ve sordu.
- Bu nedir?
- Bu tanrı, dediler.
- Öyle mi? O hâlde dinleyin:
Madem ki bu âlemde gördüklerimizin hepsini bunlar yarattı, öyle ise yere düştükleri vakit neden kalkmıyorlar? Birisi onlara hakaret edince neden cezalandırmıyorlar?
Sonra ortaya koymuş olduğu putu ayaklarıyla tekmelemeye ve parçalamaya başladı. Putperest arkadaşlarının hepsi bir köşeye çekilmişler, endişe ve korkunun verdiği şaşkınlıkla ne yapacaklarını bilemezken o gayet sakin ve kararlı bir gülümsemeyle:
- Neden ilahlarınız gazaba gelerek beni ve sizi cezalandırmıyorlar? Ben hepsini parçaladım, eğer onlar sizin dediğiniz gibi ilahlar olsalardı şimdi sizi cezalandırırlardı.
Halbuki onlar birer taş parçasından başka bir şey değiller. Cansız varlıkların bizim gibi canlılara ne zararı dokunabilir? Benim düşündüğüm ve inandığım Allah ise, her şeye kadir, bizi, dünyayı ve bütün bu canlıları hep O yarattı. Göğü O donattı. Yıldızlar, ay, güneş hep O’nun eseri. Ölüden diri, diriden ölü çıkaran O’dur. Yeryüzündeki bu nizam, bu ahenk hep O’nun eseridir.
Gelin, siz de hiç vakit kaybetmeden benim inandığım bir tek Allah’a inanın; zira kurtuluş bundadır, dedi ve ellerini karanlıklara doğru kaldırarak:
- Allah'ım, sana nasıl ibadet edeceğimi bilmiyorum. Eğer bilseydim öyle ederdim, beni affet, diyerek yerlere kapandı.
Bunu yapan “Telmiha” idi.
Arkadaşları hâlâ tereddütte ve düşünceli idiler, Telmiha ayağa kalkarak sözlerine devam etti:
- Bildiğiniz ve düşündüğünüz gibi inanmakta serbestsiniz. Bendeki akıl sizde de var.
Putperestler bir şey söylemeden çekip gittiler. Sanki sihirli bir kuvvetin etkisi altında imişler gibi donuk donuk yürüyorlar, gözler tek bir noktadan ayrılmıyordu. Telmiha’nın putları parçaladığını gözleriyle görmüşler, bir şey yapmadıklarına şahit olmuşlar ve buna inanmak istememişlerdi. Ama gerçekti, mabutları hareketsiz kalmışlar, Telmiha’yı cezalandıramamışlardı. Yoksa Telmiha’nın bütün anlattıkları doğru muydu? Tekrar buluşacakları için bu düşünce ile evlerine dağıldılar. Telmiha düşünceli idi, azimli idi, imanını kuvvetlendirmek, bu âlemi ve bu varlıkları yaratanı daha çok tanımak maksadıyla tekrar evden ayrılarak şehrin dışına çıktı, taşlı yollarda, dikenli vadilerde dolaşmaya başladı. Yolunun üstünde dağlar, çıplak kayalar, vadiler, uçurumlar vardı. Arada bir elini gökyüzüne kaldırıyor ve “Ey arzı ile, seması ile, yıldızları ile bütün kâinatı yaratan! Bu vazifeyi canı gönülden yapacağım.” diye sesleniyordu. Önünde yüzlerce tapınağa boyun eğen, dalalet ve günah ile yoğrulan koskoca bir âlem vardı.
Bu böyle devam etmemeli, onlara, o sapıklara, dinsizlere haykırmalı idi: “Benim inandığım Allah’a tapın, O’na koşun, kurtuluş yolu bundadır. O eşsiz ve tektir, evveli ve sonu yoktur. İnanılacak, korkulacak yegâne varlık O’dur.”
Sonra kendi kendine mırıldanmaya başladı:
“Şehre dönme sakın, o alçak putperest şehirde, saadet denen şeyi kimse bulamamıştır.
Macera aşkına tutulup, gidecek olursan şunu bil ki, kurtlar ve böcekler tarafından kemirilen dal ve budaklar misali sende hayatiyet namına bir şey kalmayacaktır.”
Onun bu mırıldanışı âlemi şu mısra ile etkilemekte idi:
“Gecenin ortasında bir dalda, bir güvercin ah edip inledi, halbuki ben uyuyordum.
Kabe’nin Rabbine andolsun ki, ben aşkımda samimi değilim, yalan söylüyorum.
Zira gerçekten aşık olsaydım, güvercinler ağlamakta beni geçemezdi.
Kendimi Rabbime aşık zannediyordum.
Halbuki ben ağlamıyorum da hayvanlar ağlıyor.”
Telmiha’nın bu hâlde düşünceli, bitkin dolaşması sabaha kadar sürdü. Yorgun, solgun bir yüzle eve döndü. Artık aradığını iyice bulmuş, imanını kuvvetlendirmişti.
O gece arkadaşları hiç uyumamışlar, Telmiha’nın sözlerini düşünerek, yataklarında kıvranıp durmuşlardı. Kendi inanç ve düşünceleri ile Telmiha’nınkini karşılaştırmışlar, her defasında Telmiha galip çıkmıştı. Gece sabah olur olmaz Telmiha’ya koşarak onun sözlerini doğru bulduklarını, onun Allah’ına inandıklarını itiraf ederek, Telmiha ile kucaklaşmışlardı. O da sevinç gözyaşlarını dökerek, Allah’a şükretmişti.
Bir müddet sonra gençlerden biri ileri atılarak şunları söyledi:
- Beni yaratanın büyük bir kuvvet sahibi olduğunu anlamış, eşsiz ve tek bir varlık olduğuna inanmış bulunuyorum.
Bundan sonra hepsi hemfikir olarak:
- Bizim Rabbimiz bütün göklerin ve yerin Rabbidir. Biz O’ndan başka bir ilah tanımıyor ve O’ndan başkasına ibadet etmiyoruz. Andolsun ki, bunun aksini söylersek hakikatten uzaklaşmış oluruz, dediler.
Bu gençler artık o günden sonra her gün birinin evinde toplanmaya başladılar. Allah’a dua ve ibadet ediyorlardı. Onların bu hâlleri yavaş yavaş duyulmaya başladı. Bilhassa Telmiha’yı halk arasında tarif ile tanıyamamak mümkün değildi. “Acizdi, aklını kaybetmişti, bir ruh hastası idi.” Halk artık onu bu şekilde anmaya başlamıştı. Eve de pek gitmiyordu, onlar da inanmıyorlardı. Tek teselliyi kırlarda, bayırlarda dolaşmakta buluyordu.
Yine böyle bir gün idi. Şehirden oldukça uzaklaşmıştı ki, bir çobana rast geldi. Selâm verdi, gitti yanına oturdu. Bir zaman sessiz oturdular. Sonra sessizliği bozan çoban oldu. Telmiha’ya:
- Sana şehirde iyi sözler söylemiyorlar, dedi.
O zaman Telmiha şehrin dışında gecelediği bir günü hatırladı:
Sabah oluyordu, günahkarlar vadisi ışıklarla aydınlanmaya başlamıştı. Kainat uyanıyordu. Gökte hilâl kaybolmuş, yıldızlar sönmüş, karanlığın sonsuz âlemi kaybolmuş, canlılar kıpırdanmaya başlamıştı. Işıklarla beraber sesler artıyor, tüm yaşayanlar uyanıyordu. Güneşin karanlık ufukları yırtarak doğuşu sadece yeryüzünü aydınlatıyordu.
İnsanlar yine ruhî karanlıkta idiler. Vicdan kapıları kapanmış, günah kapıları ardına kadar açılmıştı; insanlar kötü yola sapmışlardı. Putperest Dekyanus şehrinin (Tarsus) dağlarında güneş ışıl ışıl ışımıştı. Yemyeşil ovalarda çobanlar sürülerini yaymaya başlamışlardı.
Güneş bir mızrak boyu yükselmişti. O hâlâ elleri semada ve gözleri sonsuzluğa çevrilmiş bir heykel gibi ayakta dimdik ve hareketsizdi. Toprağa diz çöktüğü zaman güneş gurup etmek üzereydi. Şimdi ise, doğuyordu. Bir uzun gündüz ve gece nasıl çabucacık geçivermişti. O her zaman böyleydi, ellerini semaya kaldırıp Yaratan’a yalvarmaya başladı mı saatler birbirini kovalar, günler ve geceler bir dakika kadar kısalırdı. O, “Allah'ım! Bana hakikî varlığını bildir.” diye yalvarmaya başladı mı zamanın ve mekanın dışına taşardı sanki.
Güneş gözlerine doldu, fakat gözlerini kamaştırmadı.
“Şükürler olsun sana Allah'ım! Bizi bir yeni güne daha kavuşturdun. Senin nimetlerini bugün de görüyorum. Çimenin yeşilinde, ağacın çiçeğinde, dalın meyvesinde, meyvenin kokusunda, lezzetinde senin nimetlerinden olmanın hazzı ve lezzeti var. Eminim o taş parçalarından hiçbiri bunları var edemez, beni affet, seni geç duyabildim, yemin olsun sana inanıyorum.”
Sonra yine çobanın dediklerini duymaya başladı.
- Deli, sapık ve daha neler demiyorlar ki, sen hakikaten böyle misin? Benim böyle şeylere aklım ermez. Fakat sen hiç o vasıfta bir kimseye benzemiyorsun, neden bu duruma meydan veriyorsun? Sonra ilahlarımıza küfrediyormuşsun, bunlar doğru mu? Bana gizlemeden söyle açıkça inanacağım; çünkü sen daha önce İmparator’un en güvendiği gençlerden biri idin. Senin yalan söz söylediğini duymadım. Bugün ise İmparator Dekyanus’un can düşmanı imişsin.
Gençler arasında seni örnek göstermeyen bir asil aileye rastlanmıyordu. Halbuki şimdi sana hep gazap ediyorlar. Bunun sebebi nedir? Tanrılarımızdan başkasına mı inanıyorsun? Eğer bir şey varsa, bana da anlat, inandığın tanrını bana tarif et. Eğer bizim ilahımızdan daha kuvvetli ve daha kudretli ise ben de senin inandığına tapacağım. Yok eğer yalancı isen, iftira ediyorsan, putlarımız seni müthiş bir felâkete uğratırlar, gazap ve intikamlarından kurtulamazsın.
- Hayır, hayır. Sen yalancısın, sen sapıksın, sen delisin. Bir taş ve toprak parçasından medet umuyorsun. Halbuki benim Allah’ım birdir, dâim ve bâkidir, doğmamıştır, doğurulmamıştır ve hiçbir kimse onun dengi olamaz.
Sen benim Allah’ımdan hâlâ korkmuyorsun da putların gazabından, intikamından bahsediyorsun!
Halbuki şu âlemi, arzı, semayı halk eden senin ilahın değil, benim Rabbimdir. Sen ve senin gibi sayısız insan toplulukları, yüz yıllar boyunca şu âlemde ölüp göç ettiler.
Şimdi bana dön ve iyi dinle:
Kardeşlerimi en büyük sevgilerden,
Allah’larından ayırdın,
Gündüzlerden aldın,
Tükenmez gecelere bıraktın.
Yaşarlarken bir mezar hayatı,
Hazırladın onlara...
Ama günü gelince,
Uyanacaklar,
Üzerlerine yığdığın günahı tekmeleyecekler,
Silkinip kalkacaklar.
Bu muhakkak.
Ancak sana nelerin hazırlandığını
Düşünemiyorum... Bilmiyorum.
O kadar yedi kat yerin dibindesin ki...
Çoban ürperdi. Kara, tipiye tutulmuşçasına titredi. Sessizlik ve gece onu büsbütün perişan ediyordu, yalvarırcasına:
- Konuş, daha konuş, ey kardeşim, dedi.
Sonra daha fazla dayanamayarak Telmiha’nın boynuna atıldı ve kucaklaşarak öpüştüler. Böylece hakikat-i ilahî ona da tecelli etmişti. Bu Keşeftatayyuş idi. Sonra endişe ile:
- Korkuyorum ey Telmiha, dedi.
Kaçalım bu melun şehirden ve halkından. İmparator bizi sağ koymaz, muhakkak öldürür. Evet, Dekyanus kötü ve zalimdir, intikamı feci olur.
- Ey kardeşim, sen kendini rahat tut, bize kimse bir şey yapamaz. Bizi yaratan Allah'ımız muhakkak bizi koruyacaktır. Bugün arkadaşlarımla görüşelim. Sen de gel aramıza, orada karar kılarız.
Akşam yine arkadaşlarından birinin evinde toplandılar. O gece İmparator’un yakınlarından biri onların toplandıkları yere çıkageldi ve onları ibadet ederken gördü, bütün hiddetiyle:
- Bu yaptığınız nedir? diye sordu.
- Milletimiz, İmparator Dekyanus ve hepiniz taşlara ibadet ediyorsunuz. Muhakkak ki sizler büyük bir sapıklık üzere bulunmaktasınız. Biz artık bu dalaletten, bu putperestlikten sarfınazar ettik. Artık hak üzereyiz. Gördüğün gibi biz, yeri, göğü ve her ikisi arasında mevcut bütün her şeyi yoktan var eden Allah’a ibadet etmekteyiz. Senin de bize katılmanı ve kurtuluşa kavuşmanı istiyoruz, dediler.
Adam:
- Ben ecdâdımın dinini terk edip de başka bir din kabul edemem, ben onları bu şekilde buldum. Onların izinde gideceğim, dedi.
Gençler bu adamı, yeni inandıkları dine sokmak için hayli uğraştılar. Fakat adam kabul etmedi. Onlardan ayrılır ayrılmaz, soluk soluğa hemen İmparator’un karşısına çıktı. Orada gördüklerini hiç eksiksiz hepsini anlattı. İmparator’un etrafında toplanan bu gençlerin, İmparator’un dinini terk edip yeni bir dine girdiklerini haber verdi. İmparator fena gazaba gelmişti, kendi mensup oldukları dini terk ettiklerinden dolayı onları şiddetli bir azap ile cezalandıracağına and içti.
Gençler bu adamın doğruca İmparator’a gideceğini, kendilerinden şikayette bulunacağını ve İmparator’un da kendilerine kızıp öfkeleneceğini, yakalatıp derhal öldürmek isteyeceğini anlamışlardı. Hemen vakit geçirmeden durumu aralarında istişare ettiler. Düşündüler, taşındılar, nihayet onlar İmparator’dan evvel davranıp, şehri terk edeceklerini kararlaştırarak ayrıldılar. [2]