İmparator Dekyanus’un İntikamı

 

“İntikam duygusu insanların içinde zaman zaman baş gösteren bir hastalık gibi­dir. Vası­tası mukatele olan bu hâlin izalesi, sebepleri­nin izalesine bağlıdır. Halbuki se­bepler ise, kandaki kürecikler gibidir, da­marlarımızda dolaşır durur.” (İbn Haldun)

 

Onlar mağarada uykuya daldıkları sırada hüküm­dar da boş durmuyordu. Kaçtıklarını duyarak, ateş püskür­meye, etrafına zulüm yağdırmaya başlamıştı. Nasıl olur da üç-beş kişi, kendisi gibi büyük bir İmpa­rator’a karşı gelebilirlerdi. Muhakkak onları yakalatıp, sorguya dahi çekmeden çarmıha germeli idi. Yoksa aynı hareketi diğer asiller de yapar ve sonra bütün halk baş kaldırırdı. Yılanın başını küçükken ezmeli, diye düşündü. Halbuki adamı ile onlara haber göndermişti. Eğer kendi dinini tekrar kabul ettikleri takdirde, onları affedecekti. Gönderdiği adam da gelmemişti. Yoksa gönderdiği adam da mı onlardandı; bu düşünce de aklına gelince, büsbütün hiddetlendi. Hemen harekete geçme kararı aldı. İlk önce onların yakınlarından baş­ladı. Fakat hiçbir şey bilmiyorlardı. Bu yoldan hiçbir netice alamadı. Karar verdi, peşlerinden izlerini süre­cekti. Öyle de yaptı.

İmparator, askerleriyle, muhafızlarıyla ve hatta ko­mutanlarıyla beraber, kendi dinini terk edip de başka dini kabul eden gençleri aramaya koyuldu. Uzun bir arama­dan sonra onların sığındıkları mağarayı bul­dular. Bu ma­ğara, güneş görmez ve karanlıklar için­deydi. Girişin önünde durdular, şaşırır gibi oldular. Korku ile ürperdiler. Adamlarına içeri girmelerini em­retti, ama içeriye girmeye kimse cesaret edemiyordu. Kimin had­dine, hepsi de korku içindeydiler. İçlerinden bir tanesi:

- İmparatorum! Siz bunları öldürmek istiyor musu­nuz?

- Evet, istiyorum.

- Öyle ise bırakın, mağaranın kapısını kapatalım, içeri de onları açlık ve susuzluktan ölüme mahkum edelim ve böylece siz de intikamınızı almış olursunuz, dedi.

Bu fikir İmparator’un hoşuna gitti. Hemen mağa­ranın kapısını örmelerini emretti. Sonra alaylı bir tavır ile:

- Eğer onların iman ettikleri tanrılarının kuvveti varsa, gelsin bu mağaradan onları kurtarsın, dedi.

Kur’an-ı Kerim bu kıssayı şu şekilde nakleder:

Biz sana onların haberlerini doğru olarak hikaye ediyoruz. Onlar genç bir zümre idiler. Rablerine iman etmişlerdi ve biz de onların hidayetini arttırmış idik.

Ve onların kalplerini kuvvetlendirdik, o vakit ki, kı­yam ettiler de dediler ki: «Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir, O’ndan başkasına ilah diye tapmayız (başkasını ilah edinirsek) elbetteki haktan uzak bir söz söylemiş oluruz.

Şunlar, şu bizim kavmimiz, O’ndan başkasını ilah edindiler. Onların üzerine bir apaçık hüccet getirmeli de­ğil mi idiler? Artık, bir yalanı Allah’a karşı iftira edenden daha zalim kim vardır?»

(İçlerinden biri şöyle demişti:) «Madem ki, onlar­dan ve Allah’tan başka tapındıkları şeylerden siz içti­nap etti­niz. Artık mağaraya çekiliniz. Sizin için Rabbiniz rahme­tinden neşreder ve sizin için işlerinizde bir kolaylık ha­zırlar

Ve güneşi görürdün ki, doğduğu zaman onların ma­ğaralarının sağ tarafına meyleder ve gurup ettiği vakitte onların sol tarafına dönüverir ve onlar ondan bir geniş orta yerdedirler. Bu Allah’ın ayetlerindendir. Allah kime hidayet ederse, o, hidayet bulmuş olur. Kimi de sapıklık içinde bırakırsa artık onun için bir irşad edici, yardımcı bulamazsın.

Ve onları uyanıklar sanırsın, halbuki onlar uyku­da­dırlar ve onları sağ taraflarına ve sol taraflarına çevi­ririz ve köpekleri de iki kolunu kapı tarafına uzatmış bir hâl­dedir. Eğer onların bu hâllerine muttali olsa idin elbette onlardan döner, kaçardın ve onlardan korku ile dolar­dın.”[1]

Gençler uykularından uyandılar. Devamlı uyuma­la­rından mıdır yoksa başka bir sebepten mi, uyandıkla­rında her birisi bir yerinin ağrımakta olduğundan şika­yetçi idi. Ve işte böylece uyandılar. İçlerinden birisi sordu:

- Acaba ne kadar uyuduk dersiniz?

Diğeri cevap verdi:

- Bir gün veya bir günden daha az.

Diğerleri de onu tasdik ettiler. Hepsi bir anda acıkmış olduklarını hissederek:

- Çok acıkmışız, dediler.

Aralarından birinin şehre giderek bir şeyler alma­sına karar verdiler. Fakat bu işi kim yapacaktı? Şehre giden derhal tanınırsa hepsinin hayatı tehlikeye gire­cekti.

Ve onları böylece uyandırdık ki, aralarında so­ruştu­ruversinler. Onlardan bir sözcü dedi ki: «Ne kadar kaldı­nız?» Dediler ki: «Bir gün veya bir günün birazı kadar.» Dediler ki: «Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha ziyade bilendir. Şimdi birinizi şu gümüş akçeniz ile şehre gönde­riniz, yemek olarak hangisi daha temiz ise ondan size biraz azık getirsin ve çok dikkatli hareket etsin ve sizi sa­kın kimseye haber vermesin. Şüphe yok ki, onlar eğer  size galebe ederlerse, sizi ya taşlayarak öldürürler veya sizi kendi dinlerine döndürürler ve o takdirde artık ebe­diyen felah bulamazsınız.”[2]

İçlerinden biri:

- Şehre ben gideyim, çarşıdan bir şeyler alır, hemen dönerim, dedi.

- Olmaz, dediler. İmparator’un adamları seni ta­nırlar, sonra peşine düşerek yerimizi bulurlar, bizi de yakalarlar.

Telmiha:

- Ben hiç kimseye görünmeden gider gelirim, dedi.

Razı oldular. Telmiha yanına biraz gümüş akçe ala­rak yerinden kalktı, mağaranın kapısına varınca oranın kapalı olduğunu gördü. Elleriyle yokladı, sonra bir ki­şinin sığa­cağı kadar bir delik açarak dışarı çıktı. İmpa­rator’un adamlarından birine rastlarım da beni yaka­larlar diye tenha yollardan gidiyor, kimseye rastlama­maya çalışı­yordu. Korka korka yürürken sağa sola ba­kıyor ve yoluna devam ediyordu. Fakat yürüdükçe hayretten hayrete dü­şüyordu, çünkü yürüdüğü yollar önceki yollara hiç benzemiyordu. Öyle yerlerden geçi­yordu ki, sanki daha önce buraları hiç görmemişti, yol­lar başka, taşlar, ağaçlar başkaydı. Ama nasıl olurdu? Daha dün geçmişti buralar­dan, hafızasını yokladı, kendi kendine «Rüya mı görüyo­rum yoksa?» dedi. Tekrar sağına soluna bakındı, «Evet, evet, rüya görüyo­rum!» dedi. Henüz tanıdığı, gördüğü bir ize rastlama­mıştı. Her yer yabancı gelmişti.

Nihayet şehre vardı. Fakat varmasıyla ayakta sallan­ması bir oldu. Şehrin kapısı bile başkaydı. Gözlerin ovuş­turdu, hafızasını tekrar yokladı. Sonra «Yoksa ben haki­katen rüya mı görüyo­rum?» dedi. Lakin imkansızdı. Hay­retler içeri­sinde şehre daldı, caddeler, sokaklar aştı. Dük­kanların önünden geçti, ama onlar da değişmişti. Bir sürü ya­bancı insanla karşı­laştı. Hiçbir tanıdığı kimseye rastla­mamıştı. Rast geldiği herkesin yüzüne bakıyor, hiç kim­seyi ne kendisi tanıyor, ne de onlar kendini tanıyordu. Hayret! Bir hoş olmuş, şaşkına dönmüştü. Kıyafetleri de başkaydı. Olup bitenleri kafasından bir bir geçirdi. Geç­mişi hatırlamaya çalıştı, ama nafile. İşin içinden bir türlü çıkamıyordu.

Cebinden bir gümüş akçe çıkararak bir ekmekçi dük­kanına girdi. Parayı uzatarak kendisine bir ekmek verme­sini söyledi.

 Ekmekçi parayı eline aldı, evirdi, çevirdi, yü­züne baktı.

Genç adam:

- Ne var, ne oldu? dedi.

- Bu, bir gümüş parçası!

- Evet, ne olmuş? Hiç görmedin mi? Baksana üze­rinde imparatorun resmi var, yoksa sahte mi zannettin?

Ekmekçi:

- Hangi imparatordan bahsediyorsun sen? dedi.

- Hangi imparator olacak, bu memleketin impara­toru olan Dekyanus’tan bahsediyorum tabi ki.

Ekmekçi bir kahkaha atarak:

- Sen benimle alay ediyor, yalan söylüyorsun. Hem bizim imparatorumuz Dekyanus değil Tendüvis’tir.

- Hayır, yalan söylemiyorum, ben daha dün bura­dan ekmek ve bazı başka yiyecekler alarak ayrıldım.

- Hayır, hayır, sen bir hazine bulmuşa benziyorsun, bu çok eski tarihlere ait bir akçe. Bu, bu zamanın akçesi değil.

- Ben bu memleketten daha dün ayrıldım.

- Benimle alay etme! Seni katiyen bırakmam. İmpa­rator’a teslim etmek için seni muhafıza vereceğim.

- Sakın ha, imparator beni yakalarsa, muhakkak öl­dü­rür. Çünkü ben onun dinini terk ettim. Putlara tap­madım, şeriki ve benzeri olmayan bir Allah’a inandım ve O’na ibadet ediyorum.

- Boşuna beni kandırmaya çalışma, aldatamazsın. Biz putlara tapmadığımız gibi imparatorumuz da başka din­lere tapanları öldürmez.

Sonra onu yaka paça bir hâlde imparatorun muha­fı­zına teslim etti. Muhafız, bu şüpheli gence bakarak:

- Haydi yürü bakalım! Seni imparatora götürece­ğim. Çünkü bu para geçmez, çok eski. Seni her hâlde impara­tora teslim etmem lazım! dedi.[3]

 


 

[1] Kehf, 18/13-18

[2] Kehf, 18/19-20

[3] Fatma Keskin, Sabır, Misyon Yayınları.