Şehidin Hakkı:

 

Beşeriyete, amelî hikmet, ahlâk, keşif, buluş, sanat, düşünce, fikir/düşünce ve ilim yollarıyla hizmet eden herkesin, muhakkak ki insanlık üzerinde bazı hakları olur. Ancak, hiçbir kimsenin insanlık üzerindeki hakkı, bir şehidin hakkı kadar asla olamaz. Bu nedenle, insanların hissiyâtından doğan minnettarlık ve şehidler hakkında onların hâlisâne değer vermeleri, diğerler sayılanlardan çok daha fazladır. Niçin ve ne gibi delillerle şühedânın hakkı diğer yardımda bulunanlardan daha fazla ve yücedir? Elbette ki bunun da bir isbâtı vardır. Zira diğer topluma hizmette bulunanların hepsi şehidlere borçludurlar; fakat, şühedâ onlara medyûn değildir. Âlim, kendi ilminde, mûcit kendi buluşunda, muallim kendi ahlâkî öğretiminde müsâit bir çevreyi bulur ve böylece görevini yürütür. Oysa ki şehid, büyük fedâkârlıkla kendi can ve varlığını hiçe sayıp, görünüşte yok olup topraklaşarak, çevreyi diğer yaşayanlar için müsâit bir duruma sokar.

Şehid, aynen bir muma benzer; yanar, yanar; etrafına nurlar saçar ve yokluğuna mal olacak bu yanışla çevresini huzura kavuşturup işlerini görmeğe yardımcı olur; fakat sonunda kendini bitirip sönüp gider. Evet, şühedâ insanlık âleminin mumudur; bunlar kendilerini yakarlar, yakarlar ama beşeriyetin ufkunu da aydınlatırlar. Eğer insanlık âlemi karanlıkta kalsaydı, yukarıda sayılan topluma hizmet veren hiçbir başarılı insan göreceği işe başlayamaz veya onu devam ettiremezdi.

Gündüz güneşin aydınlığında şuraya buraya koşan, geceleyin bir mum veya lambanın ışığıyla işini gören insan, her şeye bu ışık sâyesinde sahip olur; onunla görür, onunla yolunu bulur. Şöyle bir düşünsek, eğer o ışık olmasaydı, bütün o hareketler ve kaynaşmalar bir anda durur, âdeta bütün yönler kaybolurdu. Şühedâ ise aynı şekilde toplumun parlayan, nurlar saçan mumlarıdır. Küfrün, istibdât ve köleliğin zulmeti onların nurlu ışıklarıyla görünmezliklerini kaybetmeseydi, beşer asla yolunu bulup tâyin edemezdi. 

Kur’ân-ı Kerim, Rasûl-i Ekrem hakkında “sirâc-ı münîr” (nur saçan lamba/mum)[1] gibi gâyet latîf bir tâbir kullanmıştır. Bu tâbir ile, Hz. Peygamber’in Allah’a dâvet ile, O’nun izniyle küfür karanlıklarını aydınlattığı vurgulanmıştır:

“Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şâhid, bir müjdeci ve bir nezîr/uyarıcı olarak gönderdik. Allah’ın izniyle, bir dâvetçi ve nur saçan bir lamba olarak (gönderdik).” (Ahzâb: 33/45-46).

Bu âyetlerin açıklaması sadedinde bir şâir şöyle diyor: “Bu yüzdendir ki, Ey korkan kişi! Allah, Hz. Peygamber’e: “Ey elbisesine bürünmüş!” (Müzzemmil: 73/1) buyurdu; yani, “örtündüğün şeyleri at, onlardan sıyrıl. “Haydi geceleyin kalk (kıyâma dur/ibâdete yönel)!” (Müzzemmil: 73/2). Çünkü, ey gerçek er, Sen mumsun; mumsa geceleyin dâima kıyamda bulunur. Senin nûrun olmadıkça aydın gün bile gecedir. Senin himâyen olmadıkça aslan bile tilkiye esirdir. Sen demedin mi (ey Peygamber!) “â’mâyı yola götüren, ona kılavuzluk eden kişi, Allah’tan yüzlerce sevâba ve ecre nâil olur. Kim bir körü tutar, kırk adım götürürse hidâyete erer ve bağışlanır” buyurmadın mı? Haydi, tut, katar katar körler topluluklarının elinden tut da, şu bir karara durmayan dünyadan çek!”

Evet, İslâmî kelime ve kavramlar arasında ve bilgileri İslâm ilimleriyle dolu olan kişilerin zihinlerinde, “şehidlik”, bütün diğer benzer kelimelerden üstün mukaddes ve nurlu bir kelime ve kavramdır. [2]

 


 

[1] Ahzâb: 33/46.

[2] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri.