Allah Sevgisi İçin "Aşk" Kavramının Kullanılması Doğru mudur?

 

Arapça aslı ışk olan "aşk", sözlükte "şiddetli ve aşırı sevgi" anlamındadır. Aşk, bir kimsenin kendisini tamamen sevdiğine vermesi, sevgilisinden başka güzel görmeyecek kadar ona düşması" demektir. Lügat kitaplarında aşk kelimesinin sözlük anlamının, aynı kökten olup "sarmaşık" anlamına gelen "aşeka" ile yakından ilgili olduğu belirtilir. Buna göre sarmaşığın kuşattığı ağacın suyunu emmesi, onu soldurup zayıflatması ve bazen kurutması gibi aşırı sevgi de sevenin sevdiğinden başkasıyla ilgisini kestiği, onu sarartıp soldurduğu için bu duyguya aşk denilmiştir. Ayrıca hem tatlı hem de ekşi olan bir meyve çeşidine de "uşuk" denilir.

Müslümanların literatüründe aşk, İlâhî ve beşerî olmak üzere başlıca iki anlamda kullanılmış, İlâhî aşka genelllikle "hakiki aşk", beşerî aşka da "mecâzî aşk" denilmiştir. İlâhî aşk, geniş ölçüde tasavvufta işlenmiştir. Kelâma dair bazı kaynaklarda, tasavvuftaki aşk anlayışı tenkit edilmiştir.

Kur'an ve sahih hadislerde "aşk" kelimesi geçmez. Sevgi, Kur'an ve Sünnette çoğunlukla "hubb" ve "muhabbet", bazen de "meveddet" kelimeleriyle ifade edilir. Allah sevgisiyle ilgili olarak Peygamberimiz gibi. Sahâbe ve ilk zâhidler de "aşk"tan kesinlikle söz etmemişler, bu kelimeyi İlâhî sevgi anlamında hiç kullanmamışlardır. İlk defa hicrî II. (milâdî VIII.) y.y.da Allah ile kul arasındaki sevgiyi anlatmak üzere nâdiren de olsa "aşk" kelimesinin kullanılmaya başlandığını gösteren rivâyetler vardır. Baklî'nin naklettiğine göre mutasavvıflardan Ebu'l-Hüseyin en-Nûrî, "Ben Allah'a âşığım, O da bana âşıktır" dediği için kâfir olduğuna hükmedilerek memleketinden kovulmuş, daha sonra idam edilmek üzere cellâdın önüne çıkarılmış ve son anda asılmaktan kurtulabilmiştir (Baklî, Şerh-i Şathiyyât, s. 165). Bu rivâyetten de anlaşılacağı üzere âlimler, hatta ilk dönemlerde mutasavvıfların büyük çoğunluğu, Allah sevgisini ifade etmek üzere Kur'an ve Sünnette yer alan hub ve muhabbet yerine "aşk" kelimesinin kullanılmasına karşı çıkmımşlar; Râbia el-Adeviyye, Bâyezîd-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî, Hallâc-ı Mansur gibi sevgi temasını işleyen ilk sûfiler, aşk yerine, "hubb" kelimesi ve türevlerini kullanmayı tercih etmişlerdir.

Hâris el-Muhâsibî, es-Sülemî, Ebû Tâlib el-Mekkî, Hakîm et-Tirmizî, Ebû Nasr es-Serrâc, el-Kelebâzî, Ebû Nuaym, el-Kuşeyrî, Hücvirî, Gazzâlî gibi mutasavvıf yazarlar da eserlerinde aşk kelimesine ya hiç yer vermemişler veya nâdiren kullanmışlar, bunun yerine Allah sevgisi konusunu hubb ve muhabbet terimleriyle anlatmayı tercih etmişlerdir. Bunlardan Kuşeyrî'nin naklettiğine göre Allah ile kul arasındaki sevginin aşk kavramıyla ifade edilmesine karşı olan şeyhi Ebû Ali ed-Dekkâk bu görüşünü şöyle açıklamıştı: Aşk aşırı sevgi, yani sevgide ölçüyü aşma anlamına gelir. Allah için böyle bir aşırılık düşünülemeyeceğinden O'nun kuluna olan sevgisine aşk denemez. Öte yandan kulun Allah'a duyduğu sevgi ne kadar güçlü olursa olsun yine de O'nu yeterince ve lâyık olduğu ölçüde sevemeyeceğinden kulun Allah sevgisi de aşk diye adlandırılamaz (Kuşeyrî, Risâle, s. 615).

Hücvirî, tasavvuf şeyhlerinin aşk konusunda farklı görüşler taşıdıklarını belirterek başlıca görüşleri şöyle açıklar: Bir zümreye göre aşk, sevgilisinden ayrı düşenin bir nitelidir. Kul da Allah'tan ayrı kaldığına göre onun Allah sevgisine aşk demek câizdir. Buna karşılık Allah hiçbir şeyden ayrı ve uzak bulunmadığına göre O'nun sevgisi aşk kelimesiyle ifade edilemez. Başka bir görüşe göre aşk sınırı aşma demek olduğu, Allah da sınırsız varlık olduğu için O'na duyulan sevgi hiçbir şekilde aşırı olamaz; dolayısıyla aşk diye adlandırılamaz. Hücvirî, dayandıkları çeşitli gerekçeleri de sıralayarak müteahhirînin, Allah'a duyulan sevginin muhabbet terimiyle ifade edilmesi gerektiği, bunun yerine aşk kelimesini kullanmanın câiz olmadığı görüşünü benimsediklerini belirtir (Keşfü'l-Mahcûb, s. 401).

Muhyiddin İbü'l-Arabî, ibâdetin aslının da sevgi olduğunu söyler. Onun içindir ki sevgisiz ibâdet makbul olmaz. Çünkü sevgi en yüce ibâdettir. Aşk makamı mâbud olma makamıdır. Bir "sevgi dini"nden de bahseden İbnü'l-Arabî, dinin de kıblesinin de sevgi olduğunu ifade etmiştir. Mevlânâ Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, açıkça "aşk dini"nden bahsederek aşktan başka din ve mezhep tanımadığını ifade etmiştir. (O yüzden Mevlânâ'nın bağlıları, Mevlânâ için "aşk peyamberi" -ki, bu ifade, Mevlâna müzesinin kapısında da yazılıdır-, mezarı için de "aşk kâbesi", "âşıkların kıblegâhı" derler.) İbnü'l-Arabî'den önce de başta "Sultânu'l-Âşıkîn" (Âşıklar Sultanı) diye meşhur olan İbnü'l-Fârız ve Ebû Saîd-i Ebu'l-Hayr olmak üzere birçok büyük mutasavvıf, peygamberlerinin ve kıblelerinin aşk olduğunu açıkça ifade etmişlerdir. Bu inanç, Yunus Emre ve Niyazi-i Mısrî gibi mutasavvış Türk şâirleri tarafından da dile getirilmiştir. İnanç farkı gözetmeden yetmiş iki millete bir gözle bakmayı, herkesi aşk dergâhına dâvet etmeyi sağlayan mânâdaki sevgi anlayışıdır.

Ahmed el-Gazzâlî, Aynülkudât el-Hemedânî, Senâî, Attâr, Rûzbihân-ı Baklî, İbnü'l-Fârız ve Celâleddin-i Rûmî gibi mutasavvıflarda aşk çok ağırlıklı konudur. Hatta bunlar nazarında her şey aşktan ibârettir. Varlık hakkındaki açıklamaları tamamıyla aşka dayanır. Bunlar bir çeşit aşk metafiziği kurmuşlardır.

Mutasavvıflar, baştan beri akılla Allah'a varılamayacağını, O'na ermenin ancak sevgiyle olacağını savunmuşlardır. Onlara göre; Mirac'da sözkonusu edilen Cebrâil aklı, Refref aşkı temsil eder. Cebrâil Hz. Peygamber'i bir noktaya kadar götürebilmiş, daha ileri götürmesi için onu Refref'e teslim etmişti. Demek ki Allah'a giden yolda akıl, belli bir yerde durmak zorundadır; bu noktadan itibaren insanı Allah'a götüren aşktır. Mutasavvıflar, aşk ile mânevî miraç yapılabileceğini söyler, kendilerinin böyle miraçları bulunduğunu ileri sürerek buna "mi'râc-ı aşk" adını verirler. Mecnun ve Leylâ gibi aşk hikâyelerini İlâhî aşkın değişik bir biçimi olarak gören, bu âşıkları bir bakıma örnek alan Allah âşığı mutasavvıflara göre bütün âlem, aşk esasına göre kurulduğuna ve çalıştığına göre bu esasla uyuşmayan İblis'in ve cehennem telâkkîlerinin değişik bir yorumu olması gerekir. Hallâc ile başlayan ve Ahmed el-Gazzâlî, Aynülkudât el-Hemedânî, Senâî ve Attâr gibi mutasavvıflar tarafından geliştirilen bu yeni yaklaşımda İblis'in bütün hal ve hareketleri onun Allah'a olan aşkıyla izah edilmiştir. Buna göreeğer mâşuku uğrunda en büyük azaba katlanmak aşk ise, bunu en iyi şekilde İblis yapmıştır (bkz. Abdülhüseyin Zerrînkûb, s. 106-109). Peşinden cebirciliği (Cebriyyeciliği, kaderin elinde oyuncak olunduğu anlayışı) de getiren bu aşk çerçevesinde İblis'in Allah'a âşık olduğunu iddiâ etmek, mutasavvıflar için fazla zor olmamıştır. (Zaten daha önceden, Hallâc-ı Mansûr gibi nice mutasavvıflar tarafından İblis en büyük tevhid eri kabul ve ilân edilmişti. Çünkü o, Âdem'e secde etmeyi Allah'ın emrine rağmen reddetmiş, cennetten kovulma pahasına Allah'tan başkasına secde etmeyi kabullenmemişti.)

Tasavvufta Allah aşkını herkesin anlayacağı bir tarzda anlatmak için birtakım benzetmeler yapılmış ve duyular âleminden misaller verilmiştir. Bunlardan en önemlileri kadın, pervane-mum-ateş, gül-bülbül ve bâde misalleridir. Baştan beri mutasavvıflar ya konusu kadın ve beşerî aşk olan şarkı ve gazelleri İlâhî aşka uygulamışlar veya Attâr, Abdurrahmân-ı Câmî ve Mevlânâ'da olduğu gibi İlâhî aşkı doğrudan beşerî aşk şeklinde tasvir etmişlerdir. Fuzûlî'nin Leylâ vü Mecnûn'u bunun en güzel örneklerinden biridir. Bu sebeple konusu Allah aşkı olan gazel, kaside ve mesnevîlerde dilberlerin yüz, göz, kaş, yanak, zülüf, gamze, boş, işve ve cilve gibi hoşa giden yanları, hal ve hareketleri sembolik ve mecâzî anlatım unsurları olarak bol bol kullanılmıştır. Gül ve bülbül de mutasavvıfların en çok kullandığı misallerden biridir. Bülbül âşık, gül mâşuktur. Güldeki diken aştaki ıstırabı, bülbülün yanık nağmeleri âşığın feryat ve figânıdır. Pervane ve mum misali de önemlidir. Mum ışığına âşık olan pervane bunun etrafında durmadan döner, en sonunda kendisini ateşe atar, yanar ve böylece ateşte fâni olur. Âşık da aşk ateşinde pervane gibi yanar ve sevglisi uğrunda kendini fedâ ederek fenâ mertebesine ulaşır. İnsanı kendinden geçiren ve aklı baştan alan özelliğiyle şarap (mey, bâde) da aşk bahçesinde mutasavvıflar tarafından çok kullanılmış, kadeh, sâkî ve meyhane gibi şarapla ilgili kelimelere geniş yer verilmiştir.

Mutasavvıflar, İlâhî aşkla ilgili duygu ve düşüncelerini daha çok teşbih ve temsillerle anlattıklarından tasavvuf edebiyatı bir mecazlar ve rumuzlar edebiyatı haline gelmiştir. Bazı hallerde bir manzûmenin İlâhî aşka mı, yoksa beşerî aşka mı dâir olduğunu anlamak çok zordur.