"Kelimelerin en güzeli dört tanedir: 'Sübhânallah, ve el-hamdü lillâh ve lâ ilâhe illâllah ve Allahu ekber" (Buhârî, Eymân 19) Bu şiarlara, hadisteki sırasıyla; tesbih, tahmîd, tehlîl ve tekbir denilir. Tekbir, namaz kılan bir mü’minin günlük hayatında en fazla tekrar ettiği “mesânî” (şiar/slogan)dir. Bütünüyle dinin özü, bu kısa ifâdede toplanmıştır. Er fazla tekrar ettirilen bu şiar olduğuna göre İslâm’ın dünya görüşü, bu ifâdenin zâviyesinden olmalı değil midir?
Tekbir'in Anlamı: ‘Tekbir’ sözlükte, yüceltmek, büyük tanımak, ululamak demektir.
“Ve de ki: ‘Hamd (övgü), çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan ve düşkünlükten dolayı yardımcıya da (ihtiyacı) bulunmayan Allah’a aittir.’ Ve O’nu tekbir edebildikçe tekbir et (büyük tanı)” (17/İsrâ, 111)
Allah’ın “ekber” oluşu, “a’lâ” ve “a’zam” oluşunu da içine almaktadır. Son ikisi, âdeta ilkinin açıklaması gibidir. İslâm’ın insanlık tarihi boyunca söylediği kadîm şiarı, ne kadar özlü, ne kadar mânâlıdır. Kısaca “en büyüklük” ilânı olan özlü mesaj iliklerimize kadar işlemeli iken başka gündemler, başka mesajlar bizleri oyalayıp duruyor. Bu dinin Şâri’ tarafından tâyin ve tesbit edilmiş tekrarlanan âyetler, bizim gündemimizin birinci maddesini teşkil etmeli iken, biz bu vurguları görmezlikten gelebiliyoruz.
K-b-r kökünden büyüklük ifade eden kelimeler geliyor. “Ekber”, en büyük olan, “ekâbir” onun çoğulu, “mütekebbir” büyüklenen, “müstekbir” kendini büyük gören, büyüklük taslayan, “tekebbür” kibirlenmek, “kebâir”, büyük günahlar. Namazlarda söylenen diğer büyüklük ifâde edici tekrarlar da bu ifâde ile söylenmiş olmaktadır. Şimdi Kur’an’ın büyüklük ve büyüklenme ile ilgili âyetlerine bakalım:
1- Allah’ın Büyüklüğü:
“Muhakkak ki Allah Aliyyu’l Kebîrdir.” (22/Hacc, 62).
“Gayb ve şuhûd âlemini bilen Kebîru’l Müteâldir.” (13/Ra’d, 19).
“Hukm, Aliyyu’l Kebîr olan Allah’ındır.” (40/Mü’min, 12).
“Allah, her mütekebbir cebbarın kalbini mühürler.” (40/Mü’min, 15).
“Rabbini büyükle!” (74/Müddessir, 3)
“Rabbinin ismini an.” (96/Alak, 3)
2- Şeytanın Büyüklenmesi:
“İblis secdeye yanaşmadı, büyüklendi ve kâfir oldu.” (2/Bakara, 34)
3- Yeryüzünde Kâfirlerin Büyüklenmesi:
“Âyetlerimizi yalanlayarak büyüklenenler ateşe atılacaklardır.” (4/Nisâ, 5).
“Firavun ve melei (ileri gelenleri), âyetlerimize karşı büyüklendiler.” (23/Mü’minûn, 46).
“Firavun yeryüzünde büyüklendi ve halkını gruplara ayırdı.” (28/Kasas, 4).
“Ben sizin en yüce rabbinizim dedi.” (79/Nâziât, 24)
4- Rasûl’e Karşı Büyüklenme:
“Bu Kur’an iki şehirden birindeki bir büyük adama indirilmeli değil miydi dediler.” (43/Zuhruf, 31).
“Kabul ettikleri halde haksızlık ve büyüklenmelerinden ötürü inkâr ettiler.” (27/Neml, 14).
“O’dur ümmî bir rasûlü içlerinden gönderen.” (62/Cum’a, 2)
5- İnsanların Birbirine Karşı Büyüklenmesi:
“(İblis:) ‘Ben onlardan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu topraktan’ dedi.” (38/Sâd, 56)
Tüm hastalıkların kaynağı “büyüklenme”dir. Büyüklenenlerin ilki şeytandır, ilk günah, büyüklenme günahıdır. Şeytanın yolundan gidenler de onun işini meslek edinerek büyüklenirler. Bu nedenledir ki, her namazda Allah’ın “en büyük” olduğunu tekrarlarız. Demek ki gün boyunca büyüklenme eğilimleri ve tavırları ile yüz yüzeyiz. Namaz kılan bir müslüman da yüzlerce defa Allah’ın en büyüklüğünü ikrar ettiği halde, bu sözleri söylerken bel büküp (rükû), yere burnunu sürttüğü (secde) halde, hâlâ büyüklenme eğilimleri varsa, ne söylediğini ve ne yaptığını bilmiyor demektir.
Yeryüzündeki fesâdın kökünde büyüklenme vardır. Fesadı çıkaran kâfirlerdir. Müslümanlar arasında anlaşmazlık sebebi de çoğunlukla büyüklenme (benlik/egoizm)dir. Tüm istenmeyen durumların kaynağında “benlik” vardır. Benlik, büyüklenmeyle oluşur. Kâfir benliğini ortaya kor, büyüklenir, küfrüne sebep olur. Müslüman da din kardeşine karşı benlik yapar, büyüklenir, ayrılığa neden olur. Her ikisinin kaynağı da büyüklenmedir. Mü’min bu hastalıkları “Allahu ekber” kılıcı ile keser atar. En büyüğün Allah olduğunu ilân eder. Alnını her gün 80 defa yerlere eğip secde ederek bunu gösterir. Bununla şunları ilân etmiş olur:
1- “Ene rabbukümu’l-a’lâ” diyen Firavunlara meydan okur.
2- “Sellimû teslîmâ” (tam bir teslimiyetle) rûhuyla Allah’a kendini adar.
3- Gününün her ânında “lâ”yı yaşamış, şimdi “illâ”nın en yakınına ulaşmıştır.
4- Kibirliliğin göstergesi olan “burnu havada olma”yı, “burnunu yere sürterek” kırmış olur.
Yahûdiler de Rasûlullah’a karşı büyüklendiler. Aslında rasûl olduğunu bildikleri halde “senden de peygamber mi olurmuş?!” diyerek bunu kibirlerine yediremediler. Oysa Allah onların “ümmî” diye hor gördükleri insanlar içinden bir rasûl göndermişti. O ümmî idi; ancak, ona itaat edilmeliydi. Çünkü Allah böyle istemişti. Kalbinde hastalık bulunanlar hemen kendini gösteriverdi. Büyüklük hastalıklarını açığa vuruverdiler.
İmam Gazzâli, kibirliliğin sebepleri olarak kendini beğenme (ucup), kin (hıkd), çekememezlik (haset) ve gösteriş (riyâ)i sayar. Kibrin sebeplerinin ilim, amel, ibâdet, asâlet, güzellik, servet, kuvvet, çevre edinme gibi nedenler olduğunu anlatır. Bunlardan kurtulmak ve tedâvi olmak için “Allahu Ekber” sözü ne güzel bir ilâç, rukû ve secde ne güzel bir tedâvidir.
Görüldüğü gibi, her şey Allah’ın “en büyüklüğü” etrafında dönmektedir. Bu nedenle İslâmî bir devrimin dünyaya ilân edeceği temel çağrı bu büyüklüğün tanınması ve O’na teslim olunmasıdır.[1]
Biz müslümanlar, sevindiğimizde, üzüldüğümüzde, şaşırdığımızda, şok olduğumuzda, hayran olduğumuzda hep tekbir getiririz: Allahu ekber! Çünkü “Allah en büyüktür” mânâsına gelen tekbirin işlevi de, anlamı kadar büyüktür. Seviniyorsak sevincimizi Allah’ın büyüklüğüne bağlarız. Üzülüyorsak, kendimizi Allah’ın en büyük oluşuyla teselli ederiz. O’ndan bağımsız bir saâdet ve felâket tasavvur etmediğimiz için safâ halinde de, cefâ halinde de “Allahu ekber” deriz. Şaşırdığımızda, Allah’ın en büyük oluşunu hatırlar ve bizi şaşırtan şeyin Allah için çok basit, sıradan bir şey olduğunu bir kez daha hatırlarız. Şok olduğumuzda, bizi şok eden olayın Allah katında daha büyüklerinin olduğunu dile getirmek için tekbir getiririz. Hayran olduğumuzda, hayretimizi esere değil; o eserin sahici müessirine, sanata değil; asıl sanatkâra yönelttiğimizi tekbirle ifâde ederiz.
Namaza “Allahu ekber”le başlar ve her rekâtta beş kez bunu tekrarlarız. Namaz ki; o, Allah karşısında kulun esas duruşunu temsil eden ibâdetler mecmuasıdır. Allah’ın en büyük olduğunu itiraf ederek başlamayan bir ibâdet, insanı kula kulluktan nasıl kurtarabilir? “Allahu ekber!” demekle, kula ve eşyaya kulluğu reddettiğimizi ifâde etmiş olur ve O’na kulluğumuzu secdeyle zirvesine taşırız. İşte tekbirin insanı getirdiği son nokta bir aşk hareketi olan secdedir.[2]
Şüphesiz âlemlerin Rabbi Allah (cc) her şeyden yücedir ve büyüktür. ‘Kibriyâ’ yani her türlü yücelik ve büyüklük O’nun Rabliğinin gereğidir. Mü’minler, iman ederek bu büyüklüğü tasdik ederler. Onlar Allah’ın büyüklüğü (kibriyâsı) karşısında istikbar edip büyüklük taslamazlar, kibir göstermezler. Mü’minler, Allah Teâlâ’nın kendilerine hidâyet lutfetmesinden dolayı Allah’ı ‘tekbir’ ederler, ‘Sen en büyüksün’ derler. Büyüklük (kibriyâ) kelimesi neyi ifade ediyorsa, büyüklükten ne kast ediliyorsa hepsinin Allah’a ait olduğunu ilân ederler. İşte ‘tekbir’, Allah’ın her şeyden üstün, ulu, azamet sahibi ve büyük olduğunu söylemenin adıdır.
‘Tekbir’le ifâde edilen Allah’ın en büyük oluşu, sıradan bir cümle değildir. Farklı ilâhlara inanan kimseler, tapındıkları tanrıları büyük bilirler. Birtakım zorbaların, diktatörlerin, tâğutların önünde secde edenler, ya da onlara itaat edenler; onları çok büyük, en büyük tanırlar. Kimileri kendilerine hükmeden güç odaklarını, iktidar seçkinlerini, devlet erkini en güçlü ve büyük zanneder. Kimileri de süper güç olarak adlandırdıkları A.B.D. gibi zâlim ve emperyalist devletleri, her şeyi gören, her şeye gücü yeten kaadir-i mutlak kabul eder.
Rabbimiz mü’minlere ‘Allahü ekber’i öğreterek, bütün bu hatalı "büyük" anlayışından, "büyüklük" ve "büyüklenmek" yanlışlığından onları kurtarmıştır. En yüce olan; eşi ve benzeri olmayan, her şeyi yoktan var eden, sonsuz güç sahibi, her an diri ve canlı olan, ezelî ve ebedî olan Allah’tır.
‘Allahü ekber’ bir iman ifadesidir. Bir din seçiminin sözle dile getirilmesi, bir kulluk bildirimidir. İman eden insan, bu cümleyi söyleyerek kimi büyük tanıdığını, kime ibâdet edeceğini ilân eder. Mekke’de ilk inen âyetlerde şöyle bir ifadeyi görüyoruz: “Ey bürünüp örtünen; Kalk (ve) bundan böyle uyarıp korkut; Rabbini ‘tekbir’ et (yücelt); Elbiseni de temizle…” (74/Müddessir, 1-4)
İslâm bu ilk mesajla, insanlara kimin ‘büyük’ tanınması gerektiğini haber veriyordu. Ya çıkarları olduğu için, ya korktukları, ya da baba mirası olduğu için yalancı ilâhları 'ekber' tanıyan insanlara bundan daha güzel bir mesaj olamazdı. Bu ilân/duyuru karşısında, ‘büyüklüğü’ başka şeye veren insanların sarsılmaması mümkün değildi. ‘Allahü ekber’ yüce bir gerçeği haykırıyordu ve işitenleri ürpertiyordu.
Bilindiği gibi, müslümanların şiarı (özel sembolü) sayılan 'ezan'ın ilk sözleri ‘Allahü ekber’dir. Mü’minler, her ezan okuyuşta, bu gerçeği işiten kulaklara, hisseden yüreklere, bütün canlılara ve ufka kadar bütün yeryüzüne ulaştırırlar, haber verirler. İnsan dışındaki bütün yaratıklar Allah’ın büyüklüğünü zaten bilirler, O’na itaat ederler, teslimiyet gösterir ve O’nu devamlı tesbih edip zikrederler. Ancak, hevâsını ve başka yalancı güçleri tanrı edinen bazı insan taslakları, bu gerçeğe yüreklerini kapatırlar. Okunan ezanlar bu kapalı yürekleri ölümsüz gerçeğe açma çağrısıdır, çabasıdır.
Mü’minler namaza da ‘tekbir’ ile, ‘Allahü ekber’ diyerek başlarlar. Böylece, insanın gönlüne girebilecek bütün sevgileri, bütün yücelikleri, bütün değerli sanılan şeyleri bir tarafa atar, hepsini elinin tersiyle arkaya fırlatır ve öylece, büyük olan, en büyük olan Rabbinin huzuruna kul olmanın bilinciyle ve teslimiyetiyle dururlar. ‘Allahü ekber’ sözü, kulun Allah’ı tasdik etmesinin, O’na teslim olmasının, O’na karşı kul olduğunun bilincine varmasının açıkça gösterilmesidir. Başkalarının inandığı bütün büyüklük (istikbar/kibriyâ) anlayışlarının reddedilmesidir.
Namazın rükünlerinin her birinin arasında da Allahü ekber denilir. Böylece bu muazzam gerçek, sık sık vurgulanır. Bu vurgu, mü’min tarafından öncelikli olarak kendi nefsine karşı yapılır ki, nefis elindeki imkânlarla büyüklük duygusuna kapılmasın. Sonra da başkalarına duyurulur. Bayramlarda ve hac zamanı söylenilen ‘teşrik tekbirleri’ de biraz daha uzun cümlelerle aynı şeyi ifade etmektedir.
Allah’ın dışında herhangi bir varlığa ‘en büyük’ diye hitap etmek şüphesiz Islâm'ın ölçüleriyle bağdaşmaz. Bu niteleme, ister sevgiden isterse korkudan kaynaklansın, farketmez. En büyük olma sıfatı, nitelik, nicelik, makam, güç ve kudret kaynağı olarak Allah’a aittir. Mecâzen de olsa bir başkasına, ‘falanca kişi veya şey en büyük, başka büyük yok’ demek Islâm inancına terstir. Hiç bir makam, hiç bir güç, hiç bir sevgi ve korku Allah’a ait olanla benzer ölçüde veya yanyana düşünülemez. Bir şeyi Allah gibi görenler, bir şeyi Allah’ı sever gibi sevenler, ya da Allah’a ait bir sıfatı yaratılmışlara verenler, -iman iddialarına rağmen- şirke düşerler.[3]
Allah'ın en büyük olduğunu kendine ve her şeye ilân eden kimsenin gözünde ve kalbinde başka bir büyük olamaz. Bazıları parayı, otomobili, kadını, dünyevî makamı/koltuğu, apartmanları, kendini, çocuklarını... büyük görür, giderek bunları veya bunlardan birini tutku halinde fanatik şekilde sever. Mü'minin gözünde ve gönlünde ise büyütülmeye, büyüklüğünü kabul etmeye değer tek varlık vardır; Allah.
"İnsanlardan bazısı, Allah'tan başkasını Allah'a endâd (eşler ve benzerler) edinir de onları, Allah'ı sever gibi severler. İman edenler ise en çok Allah'ı severler (onların Allah'ı sevmesi her şeyden, her sevgiden daha fazladır)." (Bakara, 165)