Doğruluk; doğru olma hali, dürüstlük, sıdk, sadâkat, istikamet, hak, birr, hidâyet anlamına gelen itikadî ve ahlâkî bir kavramdır. Allah’ın emrine ve kanunlarına uygun bir yol izlemek ve insanların haklarına riâyet etmek demektir. İman eden ve inancını hayata geçiren doğru insan, Hz. Peygamber’in en güzel ahlâkını örnek alır. Kur’ân-ı Kerim, doğruluğa dair birçok âyet içerir. Doğruluk anlamında, hak, istikamet, birr, hidâyet vb. kelimeler de kullanılmasına rağmen doğruluk, daha çok “sıdk” kelimesiyle karşılanır. Sadece “sıdk” kelimesi ve türevleri Kur’an’da 155 yerde kullanılır; yalan ve yalancılık anlamına gelen “kizb” kelimesi ise Kur’an’da tam 282 yerde geçer.
Doğruluk, ahlâkî vasıfların tümünü kendinde toplar. Özünde Allah’a, meleklere, âhirete, kitaplara, peygamberlere inanan, namaz kılan, zekât veren, oruç tutan, sabreden, sözünde duran, cihad eden... mü’minlerin bütün bu vasıfları doğruluk halinin tezâhürleridir. Doğruluk vasfı, doğru yolun anlaşılmasıyla gerçeklik kazanır. “Ancak Sana ibâdet eder ve ancak Senden yardım isteriz. Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna; gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil.” (1/Fâtiha, 5-7) âyetleriyle doğru yolun temel istek olduğunu vurgulayan Kur’an, baştan sona doğruluğun yolunu ve bunun aksi olan sapıkların yolunu açıklar. Allah’a kulluk etmek, doğruluğun ve doğru yolun ta kendisidir. Allah, O’na inananları ve kendi yoluna uyanları rahmet ve lutfa mazhar eder, onları doğru yola iletir. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (11/Hûd, 112; 42/Şûrâ, 15) buyuran Allah, hâlis kullarını şeytandan korumaktadır. Allah, mü’minlerin kendisinden korkmalarını ve ölçüyü doğru tutmalarını emretmektedir. Sözün de doğru olması için uyarılan mü’minler, doğrulukları karşılığında cennete gireceklerdir. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
Doğruluk, en iyi, takvâ halinde gerçekleşebilir. Âyette “Doğrularla beraber olun.” (9/Tevbe, 119) buyurulması, bu kavramın toplumsal oluşuna delâlet eder. Doğruluk bir mîsaktır, kulluk ahdidir. Ahde vefâ ve sadâkatin mükâfatı, hem dünyada, hem âhirette verilecektir. Sıddıkların özellikleri, ana hatlarıyla açıklanmıştır. Bunlar; sabır, itaat, infak, istiğfâr, ihlâs, takvâ, hayâ, emânet gibi özelliklerdir.
Doğruluğun karşısında yalancılık, bâtıl, dalâlet gibi özellikler bulunmaktadır. Muttakîler asla yalan söylemezler. Hz. Peygamber, “el-Emîn” olarak tanınmıştı. Yalancılık ise, dar anlamıyla insanın günlük hayatta söz ve davranışlarında doğruluktan uzaklaşması anlamına gelir. Geniş anlamda Allah’ın emir ve yasakları ile alay etmek, Allah’a iftirâda bulunmaktır. Bu da müşriklerin sıfatıdır. Allah yalancı kâfirleri doğru yola iletmeyeceğini Kur’an’da birçok âyette açıklamış, onları lânetlemiş ve büyük bir azâba uğrayacaklarını bildirmiştir. Allah, mü’minlere şöyle buyurur: “Yalan sözden kaçının.” (22/Hacc, 30). Bir diğer yalancı grup, münâfıklardır. Bunların özelliği, yalan söylemeleri ve yalan yere yemin etmeleridir. Bunlar sahtekâr kimseler olup küfürlerini gizlemişlerdir.
Davranışlarda doğruluğa hakkaniyet de denir. Bu da adâlet, insaf ve merhametten ibârettir. Doğruluğun, vahyî temellerinin anlaşılmasından sonra, düşüncenin eyleme geçirilmesinde en başta dile hâkimiyet gelmektedir. Dil, düşünceyi iletme aracıdır. Mü’minler söz söylerken doğruyu söyler, gereksiz yere konuşmaz, kötü söz söylemezler; ya hayır konuşurlar veya susarlar.
Doğruluk; düşüncede, sözde, niyette, irâdede, azimde, vefâ ve amelde doğruluk şeklinde tezâhür eder. Bütün bunların kaynağı, Kur’an ve Sünnettedir. Öte yandan, düşünce ve eylem birliği, doğruluğun esasıdır. Düşüncede ve inançta tam mânâsıyla İslâm’a yönelinmedikçe ve İslâmî hükümlere teslim olunmadıkça davranışların doğru olması mümkün değildir. Doğru olan ahlâk, tümüyle sadece Hz. Peygamber’in ahlâkıdır. Zira Rasûlullah (s.a.s.) “dosdoğru ol!” mesajı ile “Hûd sûresi beni kocattı” diye buyurarak doğruluğun önemini ve insana yüklediği sorumluluğu ifade etmiştir. Yine O, “Beni Rabbim en güzel şekilde terbiye etti.” buyurmuştur.
Bugünkü beşerî sistemlerin işleyişi gerek toplumsal düzeyde gerek fert olarak, yalancılık temeline dayalıdır. Çünkü insanlarda Allah korkusu yeterli şekilde kalmamıştır. İnsanlararası ahlâkî ilişkiler sanal ve yapmacıktır, doğruluktan uzaktır. Toplum, emîn/güvenilir bir toplum değildir, kuşku toplumudur. Böyle bir toplumda hakikat, beyanların aldatıcılığı sebebiyle ortaya çıkamamakta; insanlar Allah için yaşamadıklarından, O’na gerektiği gibi inanıp davranışlarını O’na dayandırmadıklarından, söz ve işlerinde birbirlerine güven duygusunu tamamen kaybetmiş görünmektedirler.
İslâm dışı fert ve toplum hayatında doğruluğun temelleri, hatta doğruluğun bir anlamı yoktur. Çünkü düzenler zulüm üzerine kuruludur ve insanlar kişisel çıkarları peşinde birbirlerini kandırmak için türlü oyunlara başvurmaktadırlar. Bu, bozuk bir hayat düzeni/düzensizliğidir. Sorumsuz, çirkin davranışların hâkim olduğu düzen, müslümanların hakka yaklaştırıcı en güzel hasletlerini de yozlaştırmıştır. İnsanlar her geçen gün doğru yoldan uzaklaşmaya, âhiret yurdunu aramaktansa materyalist dünyaya gönül vermiş insanların hevâ ve heveslerine uymaya başlamışlardır. Câhilî bir toplumda müslümanlar da gayr-i İslâmî günlük hayata ayak uydurmuş gözüktükleri ve müslüman şahsiyetleriyle tanınamadıkları için, İslâm’ı tanıtmak ve yaşatmak mümkün olmamaktadır. Bizzat müslümanların doğruluk düstûruna uymamaları bir toplumun helâk olması için yeterlidir. Çünkü hakkı tavsiye eden olmazsa veya yeterli sayıda ve yeterli şekilde nehy-i ani’l-münker yapılmazsa o toplum çökmüş demektir. Bir sahâbi Hz. Peygamber’e “Yâ Rasûlallah, bana İslâm’ı öyle tanıt ki, senden başka birine (başka soru) sorma ihtiyacını duymayayım” deyince, Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!” (Müslim, İman 62; Ahmed bin Hanbel, III/413). Başka bir hadis-i şerifte de: “Doğru olunuz, kurtuluşa erersiniz.” (İbn Mâce, Tahâret 4; Dârimî, Vudû’ 2) buyurulmuştur.
İslâm’ın hayat yolu sırât-ı müstakîmdir; yani dosdoğru yoldur. O yola girenlere bir üzüntü ve korku yoktur. Her şeyden önce doğruluk, müslümanın akîdevî özelliğidir. Meselâ, dosdoğru namaz kılmayan bir mü’min ibâdette tam doğruya uymadığından, diğer davranışlarında da hatalı olacaktır.[1] O yüzden, Kur’an’da “namaz kılın” denilmez, “namazı dosdoğru kılın, dimdik ayakta tutun, ayağa kaldırın” anlamında “namazı ikaame edin” diye emredilir.
İslâmî kaynaklarda doğruluk ve dürüstlük, çok çeşitli kelimelerle ifade edilmekte olup bunların başında “sıdk” ve “istikamet” kavramları gelir. “İnsanın söz ve davranışlarıyla niyet ve inancında doğru, dürüst ve iyilikten yana olması” şeklinde tanımlanabilecek olan “sıdk” erdemi, genellikle yalanın zıddı olarak kullanılır. “İstikamet” de, “Allah’ın buyruğuna uygun şekilde doğru, dürüst ve temiz kalpli olma” demektir. Doğruluk ve dürüstlük erdemine sahip olan kişiye “sâdık” ve “sıddîk” denir.
İnsanlığın genel ahlâk anlayışında olduğu gibi, İslâm ahlâkında da doğruluk ve dürüstlük, insan onurunun ve sağlıklı toplum yapısının vazgeçilmez şartlarından biri olarak kabul edilmiş ve insanın kendi kişiliğine karşı en önemli ödevleri arasında gösterilmiştir. Hz. Peygamber, kendisinden güzel bir nasihat isteyen kişiye, “Alllah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!” (Müslim, İman 13) buyurmuştur. Doğruluk ve dürüstlüğün böylesine önemli olması, kişinin kendi şahsına karşı tutumundan başlamak üzere, ilişkili bulunduğu bütün kişilere ve çevrelere karşı her türlü tutum ve davranışlarını ilgilendiren, ticarî faâliyetlerden kamu görevlerine kadar hayatın bütün alanlarında ve bütün mesleklerde aranan bir erdem olmasından ileri gelir. İslâm ahlâk literatüründe konuşmada, niyet ve irâdede, karar vermede ve kararında durmada, (riyânın zıddı olarak) amelde, dinî ve mânevî hallerde dürüstlük gibi doğruluk ve dürüstlüğün çeşitli şekilleri üzerinde durulmuştur.
“Doğru” kavramıyla ilgili olarak kelimenin anlam sahasını tahlil eden değerlendirmesiyle İzutsu, şöyle der: Doğru kavramında temelde iki kutup, “sıdk” ve “hak” arasında bir bağıntı vardır. Hak, doğrunun nesnel yanını temsil etmektedir ve dil ancak ona uyum gösterdiğinde, “doğru” olabilir. O halde, öznel bir hâdise olarak doğru, dili hak yani “gerçeklik” ile uyum gösterecek bir tarzda kullanmaya bağlıdır. Allah ile insan arasındaki dinî ilgiye ait meselelerde doğru konuşma sorununa yöneldiğimiz zaman, bu husus müthiş bir önem kazanmaya başlar. Zira Kur’an’a göre vahiy, haktan başka bir şey değildir ve Allah’ın kendisi de mutlak Hak’tır. Her iki halde de “hakk”ın esas olarak; mesnetsiz bir şey, boş şey, yahut yalan demek olan “bâtıl”ın zıddı oluşu önemlidir.[2]
Kur’ân-ı Kerim’de; "Hadîs (olayları haber veren söz) bakımından Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?” (4/Nisâ, 87) ve “Allah hak olarak vaad etti. Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?” (4/Nisâ, 122) buyrularak Allah’ın hem haber verme, hem de vaadini yerine getirme bakımından gerçek anlamda “sıdk” sahibi olduğu belirtilir. Kur’an’da daha çok peygamberler için kullanılan “sıddîk” ise, sıdkı en fazla olan, yani asla yalan söylemeyen kimse demektir. Sıdk terimi, peygamberlerin en önemli özelliklerinden biridir. Risâlette ehil olabilmek için her peygamberin bu sıfatı üzerinde taşıması gerekir. Öyle ki; içeriği sözü ve yaptığı anlaşması, ciddiyetle mizahı ve olay nakletmesi gibi bütün sözleri, süzgeçten geçirilirse, gerçeğe uygun düşer. Bu sıfat, herhangi bir sûretle yerinde olmazsa risâlet dâvâsı temelinden sarsılmış olacaktır. Çünkü insanlar doğru söylemeyen bir peygambere güvenemez. Doğru olan peygamberin herhangi bir sûrette gerçeğe ters düşen bir söz söylediği görülmemiştir. Bir peygamberin Allah nâmına dâvet ettiği şeyi kendi nefsinde yaşaması gerekir. Çünkü risâletin en büyük gâyesi Cenâb-ı Hakk’ın insanları mükellef kıldığı ahkâmı onlara tebliğ etmektir. Çünkü Allah ile ilişkisi olan kimse, herkesten daha çok O’nun azametini anlar. Dolayısıyla O’nun hiçbir emrine karşı gelmez. Zira, O’na karşı gelmek ihânettir. Hâin olan kimse de Allah’ın risâletinin ehli olamaz. Kur’ân-ı Kerim’de birçok peygamber için doğruluk vasfı kullanılmakta, bazılarına “sıddîk” denilmektedir.
“Kitap’ta İbrahim’i de an. Çünkü O, sıddík/çok doğru bir nebî idi..” (19/Meryem, 41).
“Kitapta İsmâil’i de an. Çünkü o vaade sâdık rasûl bir nebî idi.” (19/Meryem, 54).
“Kitapta İdrîs’i de an. Hakikaten o, sıddîk bir peygamberdi.” (19/Meryem, 56).
“Yusuf, ey sıddîk kişi!...” (12/Yûsuf, 46).
Yine son nebî Hz. Muhammed (s.a.s.)’in de sâdık olduğu, yalancılardan olmadığı Kur’ânı-ı Kerim’in birçok yerinde anlatılmakta, İslâm tarihine, özellikle risâletin Mekke dönemine bakıldığında Rasûlullah (s.a.s.), gerçeğin şehâdeti, iman edenlerin ve hatta düşmanlarının şâhitliğiyle “el-Emîn” ve “Sâdıku’l-Va’du’l-Emîn” olduğu ortaya çıkmaktadır.
Sıdk kavramı, Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın vaad ettiği şeyleri yerine getirmesi özelliği olarak da kullanılır.
“Rabbinin sözü sıdk/doğruluk ve adâlet bakımından tamamlanmıştır. O’nun kelimelerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. O hakkıyla işiten ve bilendir.” (6/En’âm, 115).
“İşte onlar öyle kimselerdir ki, amellerinin en güzelini onlardan kabul ederiz ve onların kötü amellerinden vazgeçeriz. Onlar cennet ashâbı arasındadırlar. Bu, onların vaad olunageldikleri sıdk/dosdoğru bir vaaddir.” (46/Ahkaf, 16)
Sıdk, aynı zamanda Kur’ân-ı Kerim’in bir ismidir.
“Sıdk (doğru olan Kur’an)ı getirene ve onu tasdik edenlere gelince, işte muttakîler onlardır.” (39/Zümer, 33).
"Allah'a karşı yalan uyduran, kendisine gelen sıdkı (gerçek olan Kur'an'ı) yalan sayandan daha zâlim kimdir? Kâfirler için cehennemde yer mi yok sanki?" (39/Zümer, 32).
Kur’ân-ı Kerim’de genel olarak doğruluktan ve doğruluğun fazîletinden bahseden pek çok âyet-i kerime vardır. Bu âyetlerden biri, mü’minlerin sâdıklarla beraber olmalarını emreder:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (9/Tevbe, 119)
Sadâkat, kıyâmette kulun kurtuluşu için bir garanti mâhiyetindedir. Allah’ın gazabından kurtuluşa sebeptir, onu cennete götüren bir araçtır doğruluk:
“... Bu (gün), doğru söyleyenlerin (sâdıkların) sıdklarının kendilerine fayda vereceği bir gündür. Orada devamlı kalacakları altında ırmaklar akan cennetler onlarındır. Allah kendilerinden râzı olmuş, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır ve işte bu en büyük kurtuluş ve saâdettir.” (5/Mâide, 119).
Doğruluğun esası; bir şeyin meydana gelmesi, tamamlanması, kuvvetinin kemâle ermesi, kısımlarının bir araya toplanmasıdır.
Doğruluk (sıdk/sadâkat); niyet, söz ve amelde olur. Niyette doğruluk, son derece azimli olmak ve Allah’a yönelmek için irâdeyi kuvvetlendirmek ve engelleri aşmaktır. Bu ise Allah’ın farz kıldığı şeylere koşmakla elde edilir. Bunun da başında Allah yolunda cihad gelir. Cihadın bir türü de Allah’a dâvettir. Dâvete engel olan herkesten yüzçevirmek, bunlardan uzaklaşıp nefret etmek gerekir. Çünkü onlar gaflet içinde yaşayan insanlardır. Gözleriyle inanırlar; Dünyada gördüklerinden başka bir şey bilmezler, onların ulaştıkları bilgi derecesi budur. Gerçekte ise, cehâlet ve nefsânî arzular onları kuşatmıştır. Doğru kimsenin kalbi, çok hassas olur; dâvete engel olan kimselere karşı tahammül edemez. Bunun için de onlardan sıkılır; onlarla komşuluk, arkadaşlık yapamaz; onlarla düşüp kalkamaz, onlardan uzak kalmakla gönlü açılır; Allah’a kulluk ve O’na dâvet hususunda acele etmeye teşvik eden kimselerden hoşlanır.
Sözde sadâkat, dilin hakkı ve doğruyu söylemesidir. Dil böyle alışınca, artık hiçbir bâtıl konuşmaz.
Amelde sadâkat, şer’î yollara uyarak Rasûlullah’a tâbi olmak sûretiyle olur. Müslüman; sözde, niyette ve amelde sadâkati gerçekleştirince, sıddîkıyet derecesine ulaşır. Bu derece ise, Cenâb-ı Hakk’ın mü’min kullarından istediği Rasûlullah’a hitap ile yönelttiği bir derecedir: “Ve şöyle de:’Rabbim, beni sıdk (ve selâmet) çıkarışıyla çıkar ve tarafından da hakkıyla yardım edici bir hüccet ver.” (17/İsrâ, 80). “Sıdk girdirişi ve çıkarışı” demek, müslümanın herhangi bir şeye ve herhangi bir işe girişip başlamasının, ondan çıkışı ve onu terkinin Allah için ve Allah ile olmasıdır. Yani yaptıkları ve yapmadıkları Allah’ın rızâsına bağlıdır. Kul bunları edâ ederken Allah’tan yardım dileyerek yapar. Maksadı da Allah’ın rızâsıdır. Gâyesi de yalnız Allah’tır.
“De ki: ‘Benim namazım da ibâdetlerim de, hayatım ve ölümüm de, hiçbir ortağı olmayan âlemlerin Rabbı olan Allah içindir.” (6/En’âm, 162-163)
Müslüman, sıddîkıyetin bu derecesine erince, hayatta onun nazarında rağbet edilecek başka bir gâye kalmaz. Ancak bunun ayakta kalışı Allah’ın rızâsına vesîle olacaksa ayakta kalmayı tercih eder. Şayet bu gâyeyi kaçırır veya elde edemeyeceğini anlarsa, hayattan yüz çevirir. Hz. Ömer (r.a.)’in şöyle dediği rivâyet edilir: “Üç şey olmasaydı dünyada kalmayı istemezdim; 1- Allah yolunda iyi cins atlar sırtında savaşmak, 2- Gece ibâdetinin meşakkat ve zorluğuna katlanmak, 3- Sözün temizini, hurmanın temizini seçer gibi seçen kimselerle düşüp kalkmak.” Hz. Ömer (r.a.)’in arzu ettiği bütün bu sayılanlar Rabb’ı râzı edecek şeylerdir.
Sâdık bir müslüman dâvetçinin sadâkati onun yüzünden ve sesinden belli olur. “Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır.” (48/Fetih, 29). Rasûlullah’ı tanımadan evvel onunla konuşan kimseler şöyle derlerdi: “Vallahi, bu bir yalancı yüzü ve yalancı sesi değildir. Dâvetçinin yüzünde ve sesinde doğruluk eserinin görünmesi, muhâtabına tesir eder; onun sözünü kabule, ona saygı beslemeye sevkeder. Ancak, muhâtapları son derece kör kalpli kimselerse onlara tesir etmeyebilir. Ne olursa olsun, sadâkat, müslüman için ve Allah’a dâvet eden herkes için zarûrîdir. Çünkü imanın esası doğruluk; münâfıklığın esası da yalandır. Dâvetçinin yalancı olması mümkün değildir. Bir kimse dâvetçi ise yalancı değildir; yalancı ise dâvetçi değildir. Peygamberimizin buyurduğu gibi, yalan ahlâksızlığa sevkeder. Ahlâksız bir kimsenin ise dâvetçi olması mümkün değildir.
Yüce Allah, peygamberlerden ve iman edenlerden ahd olarak sâdıkları ve kâzipleri birbirinden ayırmıştır:
“Biz nebîlerden kuvvetle ahitlerini almıştık. Senden, Nuh’tan, İbrâhim’den, Mûsâ’dan ve Meryem oğlu İsa’dan (evet) onlardan ağır bir mîsak (söz) aldık. Allah bu sözü doğrulara sadâkatlerinden sormak için aldı. Kâfirler için de çok acıklı bir azap hazırladı.” (33/Ahzâb, 7-8).
"Mü'minler içinde Allah'a verdikleri sözde duran (sâdık olan) nice erler/yiğitler var. İşte onlardan kimi, sözü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehidliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir. Çünkü Allah sadâkat gösterenleri (sâdıkları) sadâkatları sebebiyle mükâfatlandıracak, münâfıklara -dilerse- azap edecek, yahut da (tevbe ederlerse) tevbelerini kabul edecektir. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, merhamet edendir." (33/Ahzâb, 23-24)
"İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece 'iman ettik' demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır." (29/Ankebût, 2-3)
Yukarıdaki âyetlerde bahsedilen sâdık erlere Cenâb-ı Hak, mükâfat olarak “sıdk” mekânlarını “sıdk” bir vaad ile vaad etmiştir:
"İçlerinden bir adama: İnsanları uyar ve iman edenlere, Rableri katında onlar için yüksek bir sıdk/doğruluk makamı olduğunu müjdele, diye vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki, o kâfirler: Bu elbette apaçık bir sihirbazdır, dediler?" (10/Yûnus, 2)
“İşte onlar öyle kimselerdir ki, amellerinin en güzelini kendilerinden kabul ederiz ve onların kötü amellerinden (günahlarından) vazgeçeriz. Onlar cennet ashâbı arasındadır. Bu, onların (dünyada iken) vaad olunageldikleri sıdk (dosdoğru) bir vaaddir” (46/Ahkaf, 16)
“Muhakkak ki muttakîler cennetlerde ve ırmakların kenarındadırlar. Sıdk makamında (doğruluk meclisinde) gâyet muktedir, güçlü bir Melikin (Allah’ın) huzurundadırlar.” (54/Kamer, 54-55)
"Allah şöyle buyuracaktır: 'Bu, sâdıklara/doğrulara, doğruluklarının fayda vereceği gündür. Onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da O'ndan râzı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş ve kazanç budur." (5/Mâide, 119)[3]
Genel mânâda doğruluk, başkalarının maslahatını gözeterek, onlara doğru bilgi ulaştırmaktır. Doğru olmak, hem doğru söylemek, hem doğru düşünmek, hem de doğru davranış göstermektir. İnsan her işte doğru olanı bildirmeli, kendi zararına veya yakınları aleyhine olsa bile doğru sözü söyleyebilmelidir. Doğru sözlü olmanın verdiği güven duygusu, toplum fertleri arasındaki bağların çözülmesini, aralarındaki dayanışmanın kaybolmasını önler. Ayrıca doğru insan kendi kendisiyle çelişkiye düşmez. Kısacası yalancılıktan doğabilecek bütün psiko-sosyal problemlerin önü alınmış olur. Doğruluk, insanların iç dünyalarını huzura kavuşturur. Özellikle de mü’minlerin gönüllerini. Çünkü yalan, olgun bir vicdana rahatsızlık verir.
Olgun insan, bile bile söylemiş olduğu yalan sözle vicdanının, hele hele imanının sesi arasında çatışmaya girer. İşte doğruluk, bu tür çelişkilere düşmekten, huzursuzluktan insanı kurtarır. Hz. Peygamberimiz, bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurur: “Bil ki, doğruluk sükûnet (gönül huzuru), yalan ise şüphe ve tereddüt verir.” (Tirmizî, Kıyâmet 60). Doğruluk, aynı zamanda diğer ahlâkî erdemlerin yolunu açan, insanı ahlâkî değerlere sahip çıkmaya sevkeden anahtar bir karakterdir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.); “Doğruluk insanı iyiliğe götürür...” (Müslim, Birr 105; Buhârî, Edeb 69) buyurmuştur.[4]
Doğruluk kelimesi, şu alanlardaki doğruluğu kapsar: Sözde, niyet ve irâdede, vefâda, amelde, azimde ve her çeşit rûhî/psikolojik hallerde doğruluk. Bunların hepsinde doğruluğu kazanan kimse sıddîktır. Sıddîklar da derecelere ayrılır.