İbn Abbas’tan rivâyet edildiğine göre, Allah semâların kapılarını meleklerine açtı. Onlar yeryüzündeki insanların amellerine baktılar. İnsanların hata işlediklerini görünce: “Ya Rab, Senin (kudret) elinle yarattığın, meleklerine secde ettirdiğin, eşyanın isimlerini öğrettiğin Âdemoğulları hatalar içinde yüzüyorlar” dediler. Allah da: “Eğer siz onların yerinde olsaydınız, aynı şeyleri yapardınız” buyurdu. Melekler: “Ya Rab, Seni noksan sıfatlardan tenzîh ederiz. Âdemoğullarının yaptığını yapmak bize yaraşmaz” dediler. Râvî der ki; melekler, Allah tarafından yeryüzüne inecek olanları seçmekle emrolundular. Onlar da, Hârut ve Mârut’u seçtiler. Hârut ve Mârut yere indirildi. Allah; kendisine hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamaları, hırsızlık yapmamaları, zinâ etmemeleri, şarap içmemeleri, -Allah’ın meşrû gördüğü haller müstesnâ- hiçbir cana kıymamaları şartıyla yeryüzünde ne varsa onlara helâl kıldı. Râvî sözüne devamla der ki; melekler yeryüzünde yaşamalarına devam ederken, kendisine (dünya) güzelliğinin yarısı verilmiş olan Bîzuht isminde bir kadın gördüler. Dayanamayıp onunla zinâ etmek istediler.
Kadın, meleklerin teklifine yanaşmadı. Onlardan Allah'a şirk koşmalarını, şarap içmelerini, cana kıymalarını ve (gösterdiği) puta secde etmelerini şart koştu. Melekler kadının teklifine: “Biz Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayız” diye cevap verdiler. Meleklerden biri diğerine, kadına varıp tekliflerini tekrarladı. Kadın yine reddetti. “şarap içerseniz olur” dedi. Melekler kadının sunduğu şarabı içtiler ve körkütük sarhoş oldular. Bu esnâda yanlarına bir dilenci geldi ve kendilerinden bir şeyler istedi. Dilenciyi öldürdüler. Onlar bu iki büyük kötülüğü irtikâp edince, Allah gök kapılarını meleklere açtı. Arkadaşlarının bu hallerini görünce: “Ya Rab! Seni her türlü noksan sıfatlardan tenzîh ederiz. Sen her şeyi en iyi bilensin” dediler. Râvî diyor ki; Allah, Dâvud oğlu Süleyman (a.s.)’a, meleklerin dünya azâbı ile âhiret azâbından birini tercih etmelerini vahyetti. Melekler dünya azâbını tercih ettiler. Bunun üzerine Bâbil’de topuklarından tepesi aşağı asıldılar (Taberî, I/456).
Es-Süddî’den rivâyete göre, benzer şekilde, kadınla beraber olmak isteyen meleklere, kadın: “Hangi sözle (duâ ile) semâya çıktığınızı ve hangisiyle indiğinizi bana söylemedikçe arzu ettiğiniz şeye yanaşmam” dedi. Onlar da semâya çıkış ve inişte okudukları duâları kadına bildirdiler. Kadın bunu öğrenir öğrenmez okudu ve semâya çıktı. Allah kendisine, semâdan inileceği zaman duâyı unutturdu. Böylece kadın çıktığı yerde kaldı. Neticede Allah onu bir yıldıza çevirdi. Abdullah bin Ömer o yıldızı her gördükçe lânet eder ve: “Hârut ve Mârut’u fitneye düşüren budur!” derdi. Hârut ile Mârut akşam olunca mûtad şekilde semâya çıkmak istediler, fakat muvaffak olamadılar. Mahvolduklarını anladılar. Allah kendilerini, dünya azâbı ile âhiret azâbından birini seçmeleri hususunda serbest bıraktı. Dünya azâbını tercih ettiler. Bâbil’de asıldılar ve insanlara sihirle konuşmaya başladılar (Taberî, I/457).
Er-Rabî’den rivâyete göre, yine benzer şekilde anlatılan olayda bu iki meleğin şiddetle arzuladıkları bu kadın, “şarap içmek, adam öldürmek ve puta tapmaktan birini tercih edin” dedi. Melekler: “Bu üç tekliften hiç biri bize yakışmaz ama, yine de bunların en ehveni şarap içmektir” dediler. Kadın onlara şarap sundu. Şarap kendilerini iyice mest edince, kadınla zinâ ettiler. Bu halleri devam ederken yanlarına bir kişi geldi ve durumu gördü. Bu adamı, gördüklerini sağda solda yayıp bizi rezil etmesin diye öldürdüler. Sarhoşluk halleri geçip ayıldıktan sonra, işledikleri günahı ve cürmü anladılar ve semâya çıkmak istediler, fakat buna muvaffak olamadılar. Allah tarafından bu arzularına mâni olundu. İş bu raddeye geldiği zaman, yeryüzünde bulunan bu iki melekle semâ ehli arasındaki perde açıldı. Melekler, Hârut ile Mârut’un içine düştükleri günah ve hayatı gözleriyle gördüler ve bundan dolayı hayret ve dehşete kapıldılar. Ve melekler bu vesîle ile şunu anladılar ki; kim Allah’tan ırak, O’nun murâkabe, müşâhede ve kontrolünden uzak kalırsa o kimse Allah’tan daha az korkar. Artık bundan böyle melekler, yeryüzünde yaşayanların tümüne (imanlı ve imansız oluş hallerine bakmadan) istiğfâr etmeye başladılar. Hârut ile Mârut yukarıda anlatılan hatalara düşünce, kendilerine taraf-ı İlâhî’den şöyle bir teklif geldi: “Dünya azâbını veya âhiret azâbını, bu ikisinden birini tercih edin!” Melekler: “Dünya azâbı fâni, âhiret azâbı bâkîdir” deyip dünya azâbını seçtiler. Bâbil ülkesinde bırakıldılar ve kendilerine orada azâb olunmaktadır (Taberî, I/457-458; İbn Kesîr, Tefsîr, el-Bidâye; el-Vâhıdî, Tefsir; el-Kirmânî, Lübâbü’t-Tefsir; Tefsîru Askerî; Ebul’l-Leys essSemerkandî; et-Tabressî; et-Tıbyân vb.).
Bu konu, temel çerçevenin hemen aynı şekilde anlatıldığı hadis rivâyeti olarak da kaynaklara geçmiştir. Hadis rivâyetine göre, yukarıdaki rivâyetlerde anlatıldığı gibi Hârut ve Mârut, her üç büyük günahı da işlemişler, dünya azâbını tercih etmişlerdir (Ahmed bin Hanbel, Müsned, hadis no: 6178; Taberî, II/433; İbn Kesîr, I/241-242).
İbn Cerîr’in, İbn Ömer’den nakline göre Nâfi’ şöyle anlatır: Ben Abdullah İbn Ömer ile yolculuk yaptım. Yolculuğumuz esnâsında gecenin sonuna doğru İbn Ömer bana: “Ey Nâfi’! Bak hele, ‘el-Hamrâ’ (Kırmızı yıldız, yani Çoban yıldızı) doğmuş mu?” dedi. Ben de “hayır, doğmamış” dedim. İbn Ömer bu soruyu iki veya üç kere tekrarladı. Sonra ben (zamanı gelip doğduğunda): “Şimdi doğdu!” dedim. İbn Ömer bunun üzerine: “Ona merhaba da, hoş safâ da yok!” dedi. Ben: “Sübhânellah, Allah’ın emrine boyun eğmiş, itaatli, söz dinler bir yıldızdır o! (ona bu tarzda kızmanın mânâsı ne?)” dedim. Bunun üzerine İbn Ömer: “Sana sadece Hz. Peygamber (s.a.s.)’den duyduğumu söylüyorum; Efendimiz bana şöyle buyurdu: “Melekler: ‘Ey Rabbimiz, bunca hata ve günahlarına karşılık, insanlara nasıl sabırlı davranıyorsun?’ dediler. Cenâb-ı Hak, kendilerine: ‘Ben onları sınadım, sizleri ise onların işlediği günah ve fitnelerden korudum’ buyurdu. Melekler: ‘Biz onların yerinde olsak yine Sana isyan etmezdik’ dediler. Bu iddiâya karşılık Allah: ‘İçinizden iki melek seçin!’ emrini verdi. Onlar da Hârut ve Mârut’u seçtiler.” (Taberî; İbn Kesîr; İbn Arabî, Ahkâmu’l-Kur’an vb.).
Hz. Ali’den rivâyet; Amr bin Saîd, Hz. Ali’nin şöyle söylediğini naklediyor: “Ez-Zühre” (Çoban yıldızı, Venüs) ismindeki yıldız, aslında İranlılardan güzel bir kadındı. Bu kadın vaktiyle, Hârut ve Mârut ismindeki iki meleğe dâvâcı olarak geldi. Melekler kadını görünce ondan murad almak istediler. Kadın onların teklifini, okudukları zaman göklere çıkmalarını temin eden şeyi öğretmeleri şartıyla “peki” dedi. Kadına öğrettiler. Kadın duâyı okudu, gökyüzüne yükseldi ve o anda (Allah tarafından) yıldıza çevriliverdi (Taberî; İbn Kesir). Yine Hz. Ali’den el-Hâfız Ebû Bekr İbn Medûye’nin nakline göre, Hz. Ali şöyle demiştir: “Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Allah Zühre’ye (Çoban yıldızı da denilen Venüs gezegenine) lânet etsin! Çünkü Hârut ve Mârut isimli iki meleği fitneye düşüren odur.” (Zâdu’l-Mesîr I/124; İbn Kesîr I/243)