Rivâyetlerin Tahlili:

 

Bakara sûresinin 102. âyetinden başka, Kur’an’da hakkında hiçbir açıklama bulunmayan ve sahih yollarla Hz. Peygamber’e ulaşan bir hadis de mevcut olmayan  bu Hârut ve Mârut meselesi, görüldüğü gibi kitaplarımızda bir hayli yer tutmuştur. Belki yüzde doksan oranında; tefsirle, siyerle, peygamberler tarihi ve megâzi ile uğraşan ve akaid sahasında eser veren müellifler rivâyetleri hiçbir tenkîde tâbi tutmadan almışlardır. Haberleri, rivâyet veya dirâyet yönünden ve bazen de her ikisi bakımından tetkik edenler oldukça azdır. Haberlerden bazıları birçok yönleri ile masaldan farksız olduğu halde, nedense bunlara dikkati çekmemişlerdir.  İsrâiliyattan olan bu haberlerin naklinde sayısız mahzurlar vardır. Birçok yönleri ile bunlar bâtıl ve lüzumsuzdur. Eğer bunlar İslâmî eserlere girmemiş olsaydı, üzerinde durmaya hiç de lüzum yoktu. Rivâyetler, tenkîd ve tahlile tâbi tutulmalıdır.    

Âyette geçen Bâbil’in neresi olduğunu tâyin için ortaya atılan görüşlerin sayısı on’a varmıştır. Belki bu türlü görüşler insanın içindeki merak ve tecessüsü tatmin için iyi şeyler olabilir. Ama bunların yeri, tefsire dair eserler olmamalıydı. Çünkü bunlar âyetten gâye olan irşâd ve öğütleri bir ölçüde gölgeliyor ve murâd-ı ilâhî bunlar arasında kaybolup gidiyor, âyetin mânâsını düşünmek yerine, mü’minler Bâbil’in neresi olduğu sorusu ile uğraşıyorlar. Neticede ortaya atılan görüşlerden hangisinin doğru, hangisinin eğri olduğu yolunda gerçek bir fikre sahip olunamıyor. O zaman bu uğraşmalar tamamıyla lüzumsuz, faydasız oluyor, abesle iştigal sınıfına giriyor.

Hârut ve Mârut’tan maksat kimlerdir? Bunun hakkında da bir hayli şeyler söylenmiştir. Yukarıda da temas edildiği gibi Hârut ve Mârut’tan maksat iki melektir. Ama bu isimler etrafında uydurulan şeylerin vebali tamamıyla uyduranlara âittir ve mü’minler bunlara asla îtibar etmemelidirler. İbn Hazm, bu iki isimden maksadın iki melek olduğuna şiddetle karşı çıkmıştır. Bâzı âyetlere istinad etmeye çalışarak görüşünü müdâfa eden müellife göre, bunlar olsa olsa iki şeytandır veya cinlerden iki kabîle adıdır (İbn Hazm, el-Fasl, IV/32-33; Naklen A. Aydemir, s. 153). Hârut ve Mârut’un, Hz. Dâvud ve Hz. Süleyman olduğu bile öne sürülebilmiştir. Hârut ve Mârut’un kim olduklarını aydınlığa kavuşturmak için öne sürülenleri lüzumsuz ve gülünç bulan İbn Kesîr, bu konuya ait bazı haberleri tek tek inceler ve bunların itimada şâyân olmadıklarını ortaya koyar (İbn Kesîr, I/240-241).

Hârut ve Mârut ile ilgili hadis rivâyeti ve diğer rivâyetlere gelince: Ahmed bin Hanbel tarafından tahrîc edilen bu hadis rivâyeti, Abdürrezzak’ın tefsîrindeki rivâyetten anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber (s.a.s.)’e âit değildir. Rivâyet, Abdullah bin Ömer vâsıtasıyla Kâ’bu’l-Ahbâr’dan alınmıştır. Yani bu haber doğrudan doğruya Kâ’b’ın sözüdür ve isrâiliyattır (İbn Kesîr, I/241-242). Farklı hadis rivâyetlerini kaydettikten sonra İbn Kesîr, şu hükme varır: “Hadis döndü dolaştı ve neticede yahûdilere âit kitaplardan ve Kâ’bu’l-Ahbar’ın nakli noktasında düğümlendi; bu haber isrâiliyattandandır.” (İbn Kesîr, I/242-243). Ebû Bekr İbn Merûye’nin Hz. Ali’den rivâyet ettiği hadis rivâyeti için de İbnu’l-Cevzî: “Bunlar sıhhati sâbit olmayan şeylerdir” der (İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, I/124).

İbn Kesîr, bir kısmını örnek olarak gördüğümüz Hârut ve Mârut kıssasının varyasyonlarının tümünü bir arada şöyle değerlendirmektedir: “Bu Hârut ve Mârut kıssası, Mücâhid, Süddî, Hasan, Katâde, Ebu’l-Âliye, Zührî, Rebî’ bin Enes ve Mukatil bin Hayyân gibi tâbiûndan rivâyet edilmiştir. Ayrıca mütekaddim ve müteahhir müfessirlerin çoğunluğu da bu kıssayı az çok anlatmışlardır. Hâsıl-ı kelâm bu kıssanın tafsîlâtı benî İsrâil haberlerine dayanmaktadır. Üstelik Peygamberimiz’e kadar kesintisiz sahih senetli bir hadis de vârid olmuş değildir. Kur’an’da onlar hakkında anlatılanlar, kıssanın tafsilâtsız icmâli olup, biz ancak Kur’an’da anlatıldığı kadarına inanırız. Allah, gerçeği en iyi bilendir.” (İbn Kesîr, Tefsir I/203).

Hârut ve Mârut’a ait yukarıda örnekleri görülen söylentilerin aslı olmadığı halde, birçok İslâmî eserlerde, cezalarının üzerinde durulmuştur. Müellifler, bu türlü düzmeler melekler hakkında câiz midir, değil midir sorusuna cevap vermeden; bunu araştırmaya lüzum görmeden onların cezalarının şekli ile uğraşmışlardır. Kıssanın isrâiliyattan olduğu tesbit edildikten sonra artık, meleklerin uğradığı işkenceyi tâyine veya üzerinde durmaya hiç gerek yoktur!

Kısaca ifade etmek gerekirse, Hârut ve Mârut’un Zühre ile ilgili ve hayal ürünü mâcerâlarını dile getiren tüm rivâyetler bâtıldır ve hepsi de akıl, mantık ve İslâmî ölçüler yönünden reddi gereken şeylerdir. İsrâiliyattan, hem de İslâm’a taban tabana zıt isrâiliyattan olan bu haberlerin hiç birine iltifat etmemek gerekir. Bu efsânelerin kitaplara geçmiş olması ne kadar acıdır. Hârut ve Mârut konusu hakkında rivâyet edilenler, dikkatli muhaddislerin gözlerinden kaçmamıştır. Uydurma hadislere ait mecmualarda rivâyetler tahlil edilmiş ve bunların Hz. Peygamber veya sahâbeye ait oluşu reddedilmiştir. (Bu konudaki örnekler için bkz. A. Aydemir, s. 157).

İmam Kurtubî, bu rivâyetler hakkında şöyle der: Melekleri, her türlü günahlardan berî gösteren inanca ve onların ismetine/günahsızlığına dair Kur’an’ın haberlerine aykırıdır. Melekler hakkında Kur’an; “Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.” (66/Tahrim, 6); “Bilâkis melekler, ikrâma mazhar olmuş kullardır.” (21/Enbiyâ, 26); “Onlar bıkıp usanmaksızın gece ve gündüz tesbih ederler.” (21/Enbiyâ, 20) buyurmaktadır.                          

Kadının Zühre (Venüs) gezegenine dönüşmesi olayına gelince: Allah Teâlâ yıldızları ve gezegenleri, gökleri yarattığı zaman vücûda getirdi. Nitekim bir haberde: “gökyüzü yaratıldığında yıldız ve gezegenlerin de yaratıldığı” bildirilmiştir. Bu da Hak Teâlâ’nın şu kavlinin mânâsı içindedir: “Her biri belli bir yörüngede yüzmeye devam ederler.” (36/Yâsin, 40) Bununla da sâbit olmuştur ki, Zühre (Venüs) ve Süheyl (güneydeki parlak yıldız), Âdem (a.s.)’in yaratılmasından önce de var idiler (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an I/52).

Rivâyetler içinde geçen ve meleklerin dünya azâbı ile âhiret azâbından birini tercih etmede serbest bırakıldıklarını ifade eden kısım da sakattır. Bu konuda evlâ olan meleklerin azâb ile tevbe arasında özgür kılınmalarıdır. Zira Allah bir ömür boyu kendisine şirk koşanları bile azâb ile tevbe arasında serbest bırakmıştır. Rahmeti bu kadar geniş olan Yüce Yaratıcı, nasıl olur da, bu hususta Hârut ve Mârut’a karşı cimri davranır?

Allah, Hârut ve Mârut’a “eğer Âdem oğullarını imtihan için vesîle yaptığım şeyleri size tatbik etseydim, siz de tıpkı onlar gibi Bana âsî olurdunuz”  buyurunca melekler: “Hayır ya Rab! Sen dediğini bize yapsan, biz Sana âsî olmayız” dediler. Bu cümle Allah’ı tekzibdir, O’nu cehâletle suçlamadır ve açık küfürlerdendir.

Kıssacıların;  Hârut ve Mârut (hâlen insanlara) azâb içinde olmalarına rağmen sihir öğretmektedirler, Cenâb-ı Hakk’a yalvarmaktadırlar ve ceza çekmektedirler” rivâyet ve iddiaları da akıl mantık açısından tuhaf ve tutarsızdır. Hem ceza çekerken tevbe ediyorlar, hem de küfür olduğu halde sihir öğretmeye devam ediyorlar!

Kıssaya ait rivâyetlerde Zühre’nin fâcire bir kadın olduğu ve Hârut ile Mârut’u fitneye düşürdüğü ifade ediliyor. Arkadan da semâlara yükseltiliyor. Ahlâksız bir kadın nasıl olur da semâlara yükseltilir? Diyelim ki Zühre göklere çıktı. Nasıl parlak bir yıldız olabilir? Cezâ neticesi kadının yıldıza tebdîl edildiği ifade ediliyor. Günahkâr olan bu kadının parlak değil de; simsiyah olması gerekmez miydi? Zühre (Venüs) adıyla anılan yıldız, göklerin yaratıldığı günden beri semâda cevelân eden, hiçbir şeyden haberi olmayan, günah veya sevapla uzaktan yakından en ufak bir ilgisi ve irtibatı bulunmayan bir varlıktır. Kendi adına düzülen bu tür yalanlardan onun asla haberi bile yoktur![1]          


 

[1] A. Aydemir, a.g.e. s. 136-161; karş. Yusuf Özbek, İslâm Açısından Sihir, s. 101-131.