Sırât-ı Müstakîm:

 

İslâm kültüründe ilmin gayesi tevhid, amel ve ibâdetin zirvesi, istikamettir. İstikamete erişenlerin yoluna da sırât-ı müstakîm denir. Sözlüklerde sırât, yol, müstakîm de doğru diye belirtilmiştir, ama bu “doğru”yu, düz bir hat olarak düşünemeyiz. Zaten, yuvarlak bir dünya üzerinde böylesine müstakîm bir doğru çizmek de mümkün değildir. O halde, istikametin türediği kök olan “kavm”  veya  “kıvam”  kelimelerinin,  “ayağa kalkıp durmak”  manasından hareketle  “müstakîm”e;  “aşağıdan yukarıya yükselen doğru”dur, diyebiliriz. Bu durumda sırât-ı müstakîme de;  “dünya durağından mânen yükselerek Allah’a ulaşan en doğru ve en kısa yol”  manasını vermek mümkün olur.

Sırât-ı müstakîm, bir zirvedir ve böylesine bir zirveye, elbette ki beşer idrâkiyle ulaşılamaz. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de: “Allah kimi dilerse, onu sırât-ı müstakîme iletir” (24/Nûr, 46) buyurulmuş ve bu seviyeye ancak, Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla erişilebileceği açıkça beyan edilmiştir. O halde ne yapabiliriz, bize düşen nedir? Bu soruların cevabını Fâtiha sûresinde buluyoruz. Bu sûre, farz olan günlük beş vakit namazın her rekâtında okunur. Beş vakit namazda, kırk rekât bulunduğuna göre, günde en az kırk defa okuduğumuz bu sûrede Cenâb-ı Hak, istikamet ve tevhid yolunda mutlaka riâyet edilmesi gereken üç önemli esası, açıkça beyan ediyor:

Birincisi; bizleri, nefsimiz dahil her türlü tehlikeden koruyan, hatalarımızı bağışlayan, âlemlerin Rabbi ve hesap gününün mutlak sahibi Allah’a, bahşettiği her türlü nimeti, O’nun rızâsı dâhilinde kullanmak suretiyle şükretmektir (1/Fâtiha, 1-4).

İkincisi; ihtirasların yol açtığı her türlü kulluk ve kölelikleten kurtulup; “Ancak Sana kulluk/ibâdet eder ve yalnız Senden yardım dileriz” (1/Fâtiha, 5) diyecek seviyede bir teslimiyettir.

Üçüncü esas; hangi merhale ve makamda olursa olsun, kulun, kendisinde bir varlık görmemesi ve bulunduğu her hali Hak’tan bilip; “Bizi sırât-ı müstakîme; nimete erdirdiğin kimselerin, gazaba uğramayanların, sapmayanların yoluna eriştir!” (1/Fâtiha, 6-7) niyâzından bir an dahi gâfil olmamasıdır.

Bu esaslara sımsıkı sarılıp istikamet etme gayreti içinde olanlar, Kur’ân-ı Kerim’de bakın nasıl müjdeleniyorlar: “Rabbimiz Allah’tır’ deyip de sonra istikamet edenlere, hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.” (46/Ahkaf, 13). Bu âyette sırât-ı müstakîm; Cenâb-ı Hakk’ın nimete erdirdiği kimselerin, gazaba uğramayanların, sapmayanların yolu olarak tarif ediliyor. Acaba, böylesine yüceltilen insanlar kimlerdir? Bu sorunun cevabını da yine Cenâb-ı Hak’tan öğreniyoruz: : "Allah'a ve Rasül'e itaat edenler; Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştır." (4/Nisâ, 69) (1)