Biz Allah’a, Rasûlullah’a ve Ahiret’e İnanıyoruz Diyerek Müşriklikten Sıyrılmak İsteyenlerin Şüphesi

 

Salih kişi yahutta tahta ve taş gibi isyan etmesi sözkonusu olmayan bir varlığa inanan kimse fasıklığı, fesadı tanık olunan ve görülen kimseye inanan şahıstan daha ehvendir.

Böylelikle Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem’ın kendileri ile savaşmış olduğu kimselerin bunlara göre daha sağlıklı bir akla sahib oldukları, şirklerinin de daha hafif olduğu açıkça anlaşıldığına göre şunu bilmek gerekir ki bu gibi kimselerin bizim sözünü ettiğimiz hususlara karşılık olarak ileri sürdükleri bir şüpheleri vardır. Bu da onların bu husustaki şüphelerinin en büyüğüdür. Şimdi bu şüpheye karşı verilen cevaba kulak verelim. Şüpheleri şudur:

Onlar diyorlar ki: Haklarında Kur’ân-ı Kerim’in nazil olduğu kimseler Allah’tan başka hiçbir ilâhın bulunmadığına şahitlik etmeyen kimselerdir. Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem’ı yalanlayıp, ölümden sonra dirilişi inkar edenlerdir. Onlar Kur’ân’ı da yalanlıyor ve büyü olduğunu kabul ediyorlardı. Bizler ise Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şahitlik ediyor, Kur’ân’ı tasdik ediyor, öldükten sonra dirilişe iman ediyor, namaz kılıyor, oruç tutuyoruz. Peki bizleri nasıl sözü edilen o putperestler gibi değerlendirebilirsiniz?

Müellif bu ifadeleri ile bu gibi kimselerin ortaya attıkları şüphelerinin en büyüklerinden birisini dile getirmekte ve ona cevab vererek şöyle demektedir: Peygamber sallallahü aleyhi vesellem’in dönemindeki müşriklerin bunlara göre akıl itibariyle daha sağlam, şirkleri itibari ile de daha hafif olduğu açıkça anlaşıldığına göre şunu bilmek gerekir ki onlar şu sözleri ile bir şüpheyi ortaya koymaktadırlar: Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem’ın dönemindeki müşrikler Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şahitlik etmiyor. Öldükten sonra dirilişe ve hesaba iman etmiyor, Kur’ân’ı yalanlıyorlardı. Bizler ise -yani müellif kendi döneminin müşriklerini kastediyor- Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şahitlik ediyor, Kur’ân’ı doğruluyor, ölümden sonra dirilişe iman ediyor, namazı kılıyor, zekatı veriyoruz, ramazan ayında da oruç tutuyoruz peki bizleri nasıl olur da onlar gibi değerlendiriyorsunuz?

Gerçekten bu büyük bir şüphedir.

Buna verilecek cevab şudur: Bir kimse Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem’ı herhangi bir hususta tasdik edip de bir başka hususta onu yalanlayacak olursa, o kişinin kâfir olup, İslama girmemiş bir kimse olarak değerlendirileceği hususunda bütün ilim adamları arasında hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Kur’ân’ın bir kısmına iman edip, bir kısmını inkar eden kimsenin durumu da böyledir. Mesela tevhidi kabul edip, namazın farz olduğunu inkar eden yahut tevhidi ve namazı kabul etmekle birlikte zekatın farz olduğunu inkar eden yahut bütün bunları kabul etmekle birlikte orucu inkar eden ya da bütün bunları kabul etmekle birlikte haccı inkar eden kimse de böyledir. Peygamber sallallahü aleyhi vesellem’ın dönemindeki birtakım insanlar hac emrini kabul etmediklerinden ötürü yüce Allah o kimseler hakkında şöyle buyurmuştur:

“Oraya bir yol bulabilenlerin o evi haccetmesi Allah’ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır. Artık kim inkar ederse, şüphesiz ki Allah alemlere muhtaç değildir.” (Al-i İmran, 3/97)

Müellif şunları söylemektedir: Bu gibi kimseler bu sözü söyleyecek olsalar yani Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna... şehadet edecek olsalar, nasıl kâfir olabilirler şeklindeki şüphelerinin cevabı şudur:

İlim adamları Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem’ın getirdiklerinin bir bölümünü inkar edip, onu yalanlayan kimselerin bütün getirdiklerini yalanlayarak inkar eden kimse gibi olduğunu, peygamberlerden birisinin peygamberliğini inkar edenin bütün peygamberlerini inkar eden kimse gibi olduğunu icma ile ifade etmişlerdir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”Şüphe yok ki Allah’ı ve peygamberlerini inkar ederek kâfir olanlar bir de Allah ve peygamberlerinin arasını ayırmak isteyenler ve: Kimine inanırız, kimini inkar ederiz diyenler, böylece bunun arasında bir yol tutmaya yeltenenler, işte onlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir.” (en-Nisa, 4/150-151)

Yüce Allah’ın İsrailoğulları hakkındaki şu buyruğu da bunu gerektirmektedir:

“Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıyorsunuz da, bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? İçinizden böyle yapanların cezası dünyada horlanmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise azabın en şiddetlisine döndürülürler. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.” (el-Bakara, 2/85)

Daha sonra müellif bunlara birtakım misaller vermektedir:

Birinci örnek namazdır. Kim tevhidi kabul eder, namazın farz olduğunu inkar ederse kâfirdir.

“Yahut tevhidi kabul edip...” sözleri ikinci örnektir. Böyle bir kimse tevhidi ve namazı kabul etmekle birlikte, zekatın farz olduğunu inkar eden kimsedir. Bu da kâfir olur.

Üçüncü örnek sözü edilen hususların farz olduğunu kabul etmekle birlikte, namazın farz olduğunu inkar eden kimsedir, bu da kâfirdir.

Dördüncü örnek ise bütün bunları kabul etmekle birlikte haccın farziyetini inkar eden kimsedir, böyle birisi de kâfirdir. Müellif buna yüce Allah’ın şu buyruğunu delil göstermektedir:

”Oraya bir yol bulabilenlerin o evi haccetmesi Allah’ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır. Artık kim inkar ederse, şüphesiz ki Allah alemlere muhtaç değildir.” (Al-i İmran, 3/97)

Müellifin: “Peygamber sallallahü aleyhi vesellem’in dönemindeki birtakım insanlar haccın farziyeti emrini kabul etmeyince...” şeklindeki ifadelerin zahirinden anlaşıldığına göre bu âyetin sebeb-i nüzulu budur. Ancak ben müellifin sözünü ettiği bu hususa dair bir delil bilemiyorum.

Kim bütün bunları kabul eder ve öldükten sonra dirilişi inkar ederse, yine icma ile kâfir olur, onun kanı ve malı da helal olur.

Müellifin: “Kim bütün bunları kabul ederse” sözleri şu demektir: Yani Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna namazın, zekatın, orucun ve haccın farz olduğuna tanıklık etmekle birlikte öldükten sonra dirilişi yalanlayacak olursa, yüce Allah’ın şu buyruğu dolayısı ile kâfir olur:

“Kâfir olanlar öldükten sonra asla diriltilmeyeceklerini iddia ettiler. De ki: Hayır, Rabbim hakkı için elbette diriltileceksiniz. Sonra da işlediğiniz mutlaka size haber verilecektir. Hem bu Allah’a göre pek kolaydır.” (et-Teğabun, 64/7)

Müellif ayrıca bu hususta icma bulunduğunu da belirtmektedir.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Şüphe yok ki Allah’ı ve peygamberlerini inkar ederek kâfir olanlar bir de Allah ve peygamberlerinin arasını ayırmak isteyenler ve: Kimine inanırız, kimini inkar ederiz diyenler, böylece bunun arasında bir yol tutmaya yeltenenler, işte onlar gerçek kâfirlerin ta kendileridirler. Biz o kâfirlere alçaltıcı bir azab hazırlamışızdır.” (en-Nisa, 4/150-151)

Müellifin: “Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ”Şüphe yok ki Allah’ı ve peygamberlerini inkar ederek kâfir olanlar...” âyetlerine dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Müellif bu buyrukları hakkın bir bölümüne iman edip, bir bölümüne inanmamanın yüce Allah’ın buyruğunun da ifade ettiği gibi hepsini inkar etmek ile aynı şey olduğuna delil göstermek üzere zikretmişlerdir.

Yüce Allah Kitab-ı Keriminde Kitabın bir bölümüne iman edip, bir bölümünü inkar edenin gerçekten kâfir olduğunu açıkça ifade etmiş olduğuna göre bu husustaki şüphe de ortadan kalkmış olmaktadır. İşte bu şüphe el-ahsa ahalisinden birisinin bize göndermiş olduğu mektubunda sözkonusu ettiği şüphedir.

Ben bu mektuba dair herhangi bir şey bilemiyorum. Mektubun araştırılması gerekir.

Yine şöyle denilmektedir: Sen Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem’ı her hususta tasdik edip, namazın farz olduğunu inkar eden kimsenin icma ile kanı ve malı helal bir kâfir olduğunu kabul ettiğine göre aynı şekilde ölümden sonra diriliş dışında herbir şeyi kabul edenin de bu durumda olduğuna yine ramazan ayı orucunun farz olduğunu inkar etmekle birlikte, diğer bütün hususları tasdik etmesi halinde de bu durumda olduğunu ve bu hususta mezheb alimlerinin herhangi bir görüş ayrılıkları bulunmadığını kabul ettiğine göre -daha önce sözünü ettiğimiz gibi- Kur’ân-ı Kerim de bunu böylece ifade ettiğine göre; anlaşılmaktadır ki:

Tevhid Peygamber sallallahü aleyhi vesellem’in getirdiği en büyük bir farzdır. Namazdan, zekattan, oruçdan ve hacdan da büyüktür. O halde insan bu hususlardan birisini inkar ettiği taktirde -Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem’ın getirdiklerinin hepsinin gereğince amel etse dahi- kâfir oluyor da bütün rasûllerin dini olan tevhidi inkar etmesi halinde nasıl olur da kâfir kabul edilemez. Subhanallah! Bu ne büyük bir cehalettir.

Müellifin: “Yine şöyle denilir: Sen... kabul ettiğine göre” diye devam eden ifadeleri ikinci bir cevabtır. Bu cevabın muhtevası şudur: Sen namazı, zekatı, orucu, haccı ve öldükten sonra dirilişi inkar eden kimsenin yüce Allah’ı da inkar eden bir kimse olduğunu -Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem’ın bütün bunların dışında kalan getirdiği hususların tamamını kabul etse dahi- kâfir olduğunu kabul ettiğine göre tevhidi inkar ederek yüce Allah’a ortak koşan kimsenin kâfir olacağını nasıl inkar edebilirsin. Şüphesiz ki tevhidi inkar eden kimseyi müslüman kabul ederken, sözü edilen bu hususların farziyetini inkar eden kimseyi kâfir olarak kabul etmek şaşılacak bir konudur. Halbuki tevhid bütün rasûllerin getirdikleri en büyük gerçektir ve bu bütün rasûllerin getirdikleri en genel bir çağrıdır. Bütün rasûllerle bu tevhid gönderilmiş bulunmaktadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”Senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere mutlaka şunu vahyederdik: Benden başka ilâh yoktur. O halde yalnız bana ibadet edin.” (el-Enbiya, 21/25)

Üstelik tevhid farziyetlerini inkar eden kimsenin kâfir olmasını gerektiren bütün bu farzların esasıdır. Zira bütün bu farzlar tevhid olmadıkça sahih olamaz. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Andolsun sana ve senden öncekilere vahyolundu ki: Eğer şirk koşarsan, andolsun ki amelin boşa çıkar ve muhakkak zarar edenlerden olursun. Hayır -işte bundan ötürü- yalnız Allah’a ibadet et ve şükredenlerden ol.” (ez-Zümer, 39/65-66)

Namazın, zekatın, orucun ya da haccın farz olduğunu inkar eden ya da ölümden sonra dirilişi inkar eden bir kimse kâfir olduğuna göre tevhidi inkar edenin daha ileri derecede, daha açık ve seçik bir şekilde kâfir olacağı ortadadır.

Yine şöyle denilir: İşte Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem’ın ashabı onlar halife oğulları ile savaştılar. Halbuki Peygamber sallallahü aleyhi vesellem ile birlikte onlar da müslüman olmuşlardı, Allah’tan başka ilâh olmadığına Muhammed sallallahü aleyhi vesellem’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şahitlik ediyorlardı, ezan okuyorlar, namaz kılıyorlardı.

Eğer (şüphe sahibi kişi) onlar: Müseylime de bir peygamberdir diyorlardı diyecek olursa, sen de onlara şu cevabı ver: Herhangi bir kimseyi peygamber mertebesine yükselten kişi kâfir olup, malı ve kanı helal olduğuna, getirdiği şehadet kelimesinin, kıldığı namazın kendisine faydası olmadığına göre, Şemsan’ı, Yusuf’u yahutta bir sahabiyi ya da bir peygamberi göklerin ve yerin yaratıcısı mertebesine yükseltenin hali ne olur? Allah her türlü eksiklikten münezzehtir. O’nun şanı ne kadar yücedir.

”İşte bilmeyenlerin kalbleri üzerine Allah böyle mühür vurur.” (er-Rum, 30/59)

Müellifin “yine şöyle denilir... işte Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem’ın ashabı...” sözleri üçüncü bir cevabtır. Muhtevası şudur: Ashab-ı Kiram Müseylime ve onun taraftarları ile savaştılar. Onların kanlarını ve mallarını Allah’tan başka hiçbir ilâh olmayıp, Muhammed’in Allah’ın kulu ve Rasûlü olduğuna şahitlik etmelerine, ezan okuyup, namaz kılmalarına rağmen helal bellediler. Çünkü onlar herhangi bir insanı peygamber mertebesine yükseltmişlerdir. Peki durum böyle olduğuna göre herhangi bir yaratığı göklerin ve yerin yaratıcısının mertebesine yükseltenin durumu ne olacaktır. Böyle birisinin herhangi bir yaratılmışı, bir diğer yaratılmışın mertebesine yükselten kimseye göre kâfir olması daha bir uygun değil midir? Bu çok açık bir husustur, fakat yüce Allah’ın da buyurduğu gibi:

“İşte bilmeyenlerin kalbleri üzerine Allah böyle mühür vurur.” (er-Rum, 30/59)

Yine şöyle denilir: Ali b. Ebi Talib radıyallahu anh.’ın ateşte yakılmalarını emrettiği kimselerin hepsi de müslüman olduklarını iddia ediyorlardı. Bunlar Ali radıyallahu anh.’ın arkadaşlarından idiler. İlmi ashab-ı kiram’dan öğrenmişlerdi. Fakat Ali radıyallahu anh. hakkında Yusuf, Şemsan ve bunlara benzer kimseler hakkında beslenen inancın benzerine inanmışlardı. Peki ashab-ı kiram bunların hepsinin öldürülmelerini ve kâfir olduklarını icma ile nasıl kabul ettiler. Siz ashab-ı kiram’ın müslümanlara kâfir dediklerini, onları tekfir ettiklerini düşünebiliyor musunuz? Yoksa sizler taç ve benzeri şeylere dair beslenen inançların zararsız olduğunu, bununla birlikte Ali b. Ebi Talib radıyallahu anh. hakkında beslenen bir inancın insanı küfre sürüklediğini mi zannediyorsunuz?

Müellifin: “Yine şöyle denilir: Ali b. Ebi Talib radıyallahu anh.’ın ateşte yaktığı kimseler...” ifadeleri dördüncü bir cevabı teşkil etmektedir. Bu kimseler müslüman olduklarını iddia ediyorlardı. Ashabtan ilim öğrenmişlerdi. Bununla birlikte onların bu halleri kâfir olduklarına hüküm verilmesine ve ateşte yakılmalarına engel teşkil etmedi. Çünkü onlar Ali b. Ebi Talib radıyallahu anh. hakkında ilâh olduğunu söylemişlerdi. Tıpkı Şemsan ve buna benzer kimselere inananların ileri sürdükleri iddiaların benzerini iddia etmişlerdi.

Peki ashab-ı kiram bunların öldürülmeleri üzerinde nasıl icma etmişlerdi. Sizler ashab-ı kiram’ın öldürülmesi helal olmayan kimsenin öldürüleceğini ve kâfir olmayan kimsenin kâfir olduğunu icma ile kabul edebileceklerini düşünebiliyor musunuz? Böyle bir şeye imkan yoktur yahut sizler taç ve benzeri şeylere dair beslenen bir inancın zarar vermeyeceğini, buna karşılık Ali b. Ebi Talib hakkındaki bir inancın zarar vereceğini mi sanıyorsunuz?

Yine şöyle denilir: Abbasiler döneminde mağrib ve Mısır’ı ele geçiren Ubeyd el-Kaddah oğullarının hepsi Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şahitlik ediyor. Müslüman olduklarını söylüyor, cuma ve cemaat namazlarını kılıyor idiler. Fakat bizim şu anda sözkonusu ettiğimiz meselelerden daha alt mertebedeki birtakım hususlar hakkında şeriate açıktan açığa muhalefet ettiklerini ortaya koyunca, ilim adamları da onların kâfir olduklarına ve onlarla savaşılacağına icma ile görüş belirttiler. Onların ellerindeki toprakların savaş açılabilecek topraklar olduğunu söylediler. Müslümanlar da onların ellerinde bulunan müslüman topraklarını kurtarıncaya kadar onlarla savaştılar.

Müellifin “yine şöyle denilir... Ubeyd el-Kaddah oğulları...” ifadeleri beşinci bir cevab teşkil etmektedir. Bu da ilim adamlarının mağrib ve Mısır’ı ele geçiren Ubeyd el-Kaddah oğullarının kâfir olduklarını icma ile kabul etmiş olmalarıdır. Halbuki bunlar Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şahidlik ediyor. Cumaları ve cemaatle namaz kılıyorlar, müslüman olduklarını ileri sürüyorlardı. Ancak onların bu durumları tevhidden daha aşağı mertebede bulunan birtakım hususlarda müslümanlara açıktan açığa muhalefet ettiklerini ortaya koymaları üzerine müslümanların kendileri hakkında mürted olduklarına dair hüküm vermelerine engel teşkil etmedi ve nihayet müslümanlar onlarla savaştılar ve ellerinde bulunan İslam topraklarını kurtardılar.

Yine şöyle denilir: Bundan öncekiler ancak şirk ve rasûlü, Kur’ân’ı yalanlamayı, öldükten sonra dirilişi inkar etmeyi ve buna benzer hususları birlikte yaptıkları için ancak kâfir oldukları söylenecek olursa, o halde her mezhebteki ilim adamlarının “mürtedin hükmü bahsi” diye sözünü ettikleri açıklamalar ne anlama gelir. Mürted kişi ise müslüman olduktan sonra kâfir olan kimsedir. Bu ilim adamları bu bahiste pekçok küfre götürücü türlerden sözetmişlerdir. Bunların herbirisi dolayısıyla kişi kâfir olur ve kişinin malının ve canının helal olmasına sebeb teşkil eder. Hatta bu ilim adamları, bu bahiste kişinin kalbi ile değil de sadece diliyle sözünü ettiği bir söz yahutta şaka ve eğlence olsun diye sarfettiği bir söz gibi işleyen tarafından basit görülen birtakım hususları dahi (kişiyi dinden çıkaracak şeyler arasında) zikretmişlerdir.

Müellifin: “Yine şöyle denilir: Öncekiler... dolayı kâfir olduklarına göre...” şeklindeki sözleri de altıncı bir cevabı teşkil etmektedir. Bu cevabın muhtevası şudur: Öncekiler ancak şirk, yalanlamak ve büyüklük taslamak gibi küfrün bütün türlerini bir arada işledikleri zaman ancak kâfir oldukları kabul edilecek olursa, “mürtedin hükmü bahsi” başlığı altında çeşitli küfür türlerini sözkonusu etmenin anlamı nedir? Bu türlerin herbirisinden ötürü kişi küfre girer. İlim adamları işleyen kişi tarafından basit kabul edilen pek çok şeyler sözkonusu etmişlerdir. Kalbiyle doğrulamaksızın sadece diliyle söylediği bir söz yahut şaka ve eğlence olsun diye söylediği bir söz gibi... Eğer küfür, küfrün herhangi bir türünü işlemek dolayısıyla gerçekleşmeyecek olsaydı -isterse o işi yapan şahıs birbaşka cihetlerde dosdoğru bulunsun- hiçbir zaman bu çeşitlerin sözkonusu edilmesinin herhangi bir faydası da olmazdı.

Müellif şunu söylemek istiyor: Bu kimselerin ileri sürdükleri şüpheleri bertaraf eden hususlardan birisi de her mezhebin fıkıh alimlerinin kitablarında “mürtedin hükmü bahsi”ni sözkonusu etmiş olmaları ve burada pekçok türden hususları zikretmiş olmalarıdır. Öyle ki onlar bu bahislerde kişinin kalbiyle inanmayıp, sadece diliyle sözünü ettiği bir lafzı yahutta şaka olsun diye sarfettiği bir sözü dahi zikretmektedirler. Bununla birlikte ilim adamları bu gibi kimselerin kâfir olduklarına hüküm vermişler ve bunlar sebebiyle İslam’ın dışına çıktıklarını söylemişlerdir. İleride buna dair daha geniş açıklamalar gelecektir.

Yine şöyle denilir: Yüce Allah’ın haklarında: “Onlar (o sözü) söylemediklerine dair Allah’a yemin ederler. Şüphe yok ki o küfür sözünü söylediler. Onlar müslümanlıklarından sonra kâfir oldular.” (et-Tevbe, 9/74) diye buyurduğu kimseleri yüce Allah’ın Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem’ın döneminde bulunmalarına, onunla birlikte cihad edip, namaz kılmalarına, zekat vermelerine, haccetmelerine ve Allah’ı tevhid etmelerine rağmen sadece bir söz dolayısıyla Allah’ın onların kâfir olduklarını belirttiğini görmediniz mi? Yine yüce Allah’ın haklarında: 

“De ki: Allah ile O’nun âyetleriyle ve Rasûlü ile mi eğleniyordunuz? Özür dilemeyin. Siz iman ettikten sonra gerçekten kâfir oldunuz.” (et-Tevbe, 9/65-66) diye buyurduğu kimselerin durumu da böyledir. Bunlar yüce Allah’ın açık ifadelerle imanlarından sonra kâfir olduklarını belirttiği kimselerdir. Halbuki Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem ile birlikte Tebuk gazvesinde bulunuyorlarken şaka yoluyla söylediklerini belirttikleri bir söz söylemişlerdi. Şimdi (karşıt kanaati savunan) bu kimselerin bu şüpheleri üzerinde iyice düşünelim. Onlar şöyle diyorlar: Sizler Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına şahitlik eden, namaz kılan ve oruç tutan kimselerin kâfir olduklarını söylüyorsunuz. Yine bu şüphenin cevabını da iyice düşünün, çünkü buna verilen cevab(lar) bu sahifelerde yazılı bilgilerin en faydalı olanlarıdır.

Müellifin “yine şöyle denilir: yüce Allah’ın haklarında: ”(O sözü) söylemediklerine dair Allah’a yemin ederler...” ifadeleri bu husustaki şüpheye verilen yedinci bir cevabtır. Muhtevası bu hususa delalet eden iki olaydır:

Birinci olay, yüce Allah Peygamber sallallahü aleyhi vesellem ile birlikte namaz kılan, zekat veren, hacceden, cihad eden ve Allah’ı tevhid eden kimseler olmalarına rağmen küfür(ü gerektiren) sözü söyleyen münafıkların kâfir olduklarına hüküm vermiştir.

İkinci olay yüce Allah, Allah ile âyetleri ve rasûlü ile alay ederek: “Biz şu bizim Kur’ân okuyanlarımız gibi midelerine daha düşkün, dilleri daha yalancı ve düşmanla karşılaşılması halinde daha korkak kimseler görmedik.” diyen[1] münafıkların kâfir olduklarına dair hüküm vermesidir. Bunlar bu sözleriyle Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem ile onun Kur’ân’ı bilen ashabını kastediyorlardı. Yüce Allah da bu gibi kimseler hakkında: “Andolsun onlara soracak olsan, elbette şöyle diyeceklerdir: Biz sadece eğlenip şakalaşıyorduk. De ki: Allah ile O’nun âyetleri ile ve Rasûlü ile mi eğleniyordunuz. Özür dilemeyin siz iman ettikten sonra gerçekten kâfir oldunuz.” (et-Tevbe, 9/65) buyruğunu indirerek iman ettikten sonra kâfir olduklarına hüküm vermektedir. Halbuki onlar bu sözleri şaka olsun diye söylediklerini belirtmişler ve bunu ciddi olarak söylemediklerini ileri sürmüşlerdi. Diğer taraftan bunlar namaz da kılıyorlar, sadaka da veriyorlardı. Daha sonra merhum müellif bu şüpheye verilen cevabın bu sahifelerde yazılı bilgilerin en faydalılarından olduklarını belirtmektedir.

 


 

[1] İbn Cerir et-Taberî, X, 172; İbn Kesir, II, 381.