Cehennemlik İftira: Uydurma Hadisler

 

Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Kim benim üzerime (bilerek) yalan söylerse, cehennemdeki oturacağı yere hazırlansın." (Buhârî, İlm 49-51, Enbiyâ 128, Zühd 72; Müslim, Mukaddime 1-3; Ebû Dâvud, İlm 4, hadis no: 3651; İbn Mâce, Mukaddime 4, hadis no: 30-37; Tirmizî, İlm 8, hadis no: 2796-2798)

Kendi hevâsından konuşmayan, söylediklerini kendisine Allah tarafından vahyolunan (53/Necm, 3-4) yegâne hayat önderimiz ve örneğimiz Rasûlullah (s.a.s.), yegâne hayat nizamı İslâm'ın ikinci ana kaynağı olan Sünnet'in korunması için böyle buyurmaktadır. İslâm'ın birinci ana kaynağı olan Kur'ân-ı Kerim, Rabbimiz Allah tarafından koruma altına alınmıştır (15/Hıcr, 9).

Kur'ân-ı Kerim, Rabbimiz Allah tarafından korunduğu için İslâm düşmanları, onun metnine herhangi bir ihânet yapamamış; ekleme, çıkarma, ya da mânâdan dolayı tahrifte bulunamamışlardır. O hâinler, hadislere yönelmiş ve Rasûlullah (s.a.s.)'ın söylemediği sözleri O'na mal ederek insanlar arasında yaymaya çalışmışlardır. Rasûlullah (s.a.s.), bu ihâneti önlemek için mâlum hadisi ve benzeri hadisleri beyan buyurmuştur. Böylece Sünnetin de korunmasını sağlanmaya çalışılmıştır.

"Benim ağzımdan yalan söylemek, başka bir kimse ağzından yalan söylemek gibi değildir. Kim bile bile benim ağzımdan yalan uydurursa, ateşteki yerine hazırlansın." (Buhârî, Cenâiz 50; Müslim, Mukaddime, 4; İbn Mâce, Mukaddime, 31).

‘Mevzû’nun kelime anlamı; uydurulan, iftira edilen, konulan şey demektir. Kavram olarak ‘Mevzû Hadis’; Çeşitli maksatlarla uydurulup Peygamberimize iftira edilerek rivâyet edilen haberlerdir. Bir şeyi Peygamberimiz söylemediği, yapmadığı halde, ‘O söyledi, O yaptı’ şeklinde rivâyet edlilip anlatılan sözlere ve haberlere ‘mevzû’ hadis’ denmiştir.

Bunlar, peygamberimize nisbet edilerek söylenen sözlerdir. Bu açıdan hadis değildirler. Ancak onların Peygamber adına uydurulduğunu belirtmek için ‘mevzu hadis’ denmiştir. Yine bu sözlerin uydurma olduğunu belirtmek için; ‘Muhtelak-icad edilmiş, Masnû’-uydurulmuş’ kavramları da kullanılmıştır.

Peygamberimizin sağlığında O’nun aleyhine söylenen sözler ve yapılanlar vahy ile ortaya çıkıyordu. O’nun vefatından sonra vahy kesilmişti. Dolayısıyla kötü niyetli insanlar meydanı boş bulunca işlerine geldiği gibi hadis uydururlar, fitneler çıkardılar. Uydurma hadis işinin Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra başladığı sanılmaktadır. Peygamberimizi gören sahabelerin böyle bir hata yapmayacakları açıktır. Daha sonradan gelenler çeşitli sebeplerle hadis uydurmuşlar, İslâm’ın saf olarak anlaşılmasına engeller çıkarmışlar ve fitnelerin çıkmasına zemin hazırlamışlardır.

Bugün ellerde dolaşan nice kitap, risale, takvim ve broşürlerde, halk arasında hadis diye yer alan bir çok söz aslında hadis değildir. Bunların pek çoğu konunu uzmanı ilim adamları tarafından bilimsel bir yöntemle yazılmamışlardır. İçlerinde derme-çatma, kulaktan dolma, bilgiler ve hadis diye söylenen sözler yer almaktadır.  Müslümanlar Peygamberimize ve O’nun mübârek sözlerine saygı duydukları için, hadis diye rivayet edilen her haberi doğru sanmaktadırlar.  Bu asılsız haberler yüzünden de İslâm’ı yanlış tanıyorlar.  Ya boş ümitlerin peşine gidiyorlar, ya da yerli yersiz bir korkuya düşüyorlar.

“Peygamberimiz bir hadisinde buyuruyorlar ki” diye rivayet edilen her haberin kaynağı mutlaka bilinmeli, mümkün ise sorulmalı. Peygamberimize nisbet edilen bu haber nerede geçmektedir, hangi kitaptan alınmıştır, kaynağı neresidir? Hadis tarihini biraz okuyanlar bu konuda yapılan hataları daha iyi görürler. Bu gün hadis diye bilinen birçok haberin, aslında hadis olmayıp, yalancıların uydurmaları olduğunu anlarlar.

Peygamberimiz (s.a.s.), kendisi hakkında yalan söylemeyi şiddetle yasaklamıştır. Bu açık tehdide rağmen, insanlar çeşitli sebeplerle hadis uydurmuş ve bunları insanlar arasında yaymışlardır. Hadis uyduranlar, uydurdukları sözler için ‘hadis senedi-rivayet eden raviler zinciri’ de uydurmayı ihmal etmediler. Sözlerine inanılsın diye en güvenilir ravilerin adlarını kullandılar.

Hadis uydurmanın birkaç sebebi tesbit edilmiştir:

1- İslâm düşmanlığı; İslâm, hem peygamberimizin hayatında hem de O’nun vefatından sonra hızla yayılmıştı. Çıkarları elden giden, konumları değişen, taassup sahibi gayri müslimler ve kötü niyetli münafıklar sırf Islâma zarar vermek için hadis uydurdular.

2- Fırka (parti), mezheb, kabile ve ırk taassubu; bazıları kendi grubunu, mezhebini, kabilesini üstün göstermek için peygamberimizden yalan haber rivayet ettiler.

3- İslâm’a hizmet etmek arzusu; bir takımları da iyi niyetli, insanları Islâma ve ibadetlere ısındırmak için bol bol hadis uydurdular.

4- Şahsî çıkar sağlamak için; bazıları da bu yolla dünyalık kazanmaya, insanlar arasında itibarlarını yükseltmeye çalıştılar, kendilerine bilgin görüntüsü verip saygı sağlamaya uğraştılar.

5- Halifelere ve sultanlara yaranmak için; bazıları da yöneticilerin gözüne girmek, onlardan bahşişler koparmak için hadis uydurmuşlar, onların sevdiği şeylerle ilgili, onları öven hadisler rivayet etmişlerdir.

Hangi sebeple olursa olsun hadis uydurma işi Islâma ve müslümanlara büyük zararlar vermiştir. Bu faaliyet hem dinin özünü zedelemiş, İslâm’ın anlaşılmasını zorlaştırmış, hem din adına bir sürü saçmalıklar ortaya çıkmış, hem de müslümanlar arasında anlaşmazlıklar, grupçuluk ve taassup artmıştır.        

İslâm tarihini ilk dönemlerinde hadis uydurma işlerinin çoğalması üzerine, yetkin hadis alimleri hadisleri sağlam bir yolla derlediler. Hadis hocalarını ağızlarından ve kitaplarından toplayıp sistematik bir şekilde yeni kitaplara kaydettiler. Hadis ilmini geliştirdiler. Hadis derlemeye, rivayet etmeye ve hadislerin sağlam veya zayıf oluşlarına ait prensipler, kurallar ve terimler geliştirdiler. Peygamberimize ait olan haberlerle  uydurma haberlerin açıkca belli olması için ellerinden gelen çalışmaları yaptılar. Böylece onların sağlam bir yolla daha sonraki nesillere  ulaşmasını sağladılar.         

Kaynağı ve rivâyet edeni belli olmayan, akla ve İslâm’a uymayan ve  hadis diye rivâyet edilen haberlere şüphe ile bakmak,  gerçekten Peygamberimiz’e ait olup olmadığını bilmek zorundayız. (7)

Sünnetin temiz ırmağını bulandırmak için, onun bir bölümünü oluşturan hadisleri tahrif etmek en uygun yoldu. İsrâiloğulları, tahrifata ekonomik çıkarlar yüzünden girişmişlerdi. Müslümanlar ise tahrif işine siyasal çıkarlar yüzünden bulaştılar.

İlk uydurulan rivâyetler, hizip savaşlarında kullanılmak için uyduruldu. Örneğin "Kaderiyye, bu ümmetin mecûsîleridir." Sözü, bunlardan biriydi. Rasûlullah'ın vefatından onlarca yıl sonra ortaya çıkan bir mezhep hakkında, onun ağzından yalan uydurmaktan çekinmemişlerdi Kaderiyye'nin muhâlifleri. Tabii, Kaderiyye de karşı taraf için uyduruyordu. Mürcie hakkında hadis diye uydurulan şu söz onlardan biri: "Mürcie'ye 70 peygamberin dili lânet okusun." (Bağdâdî, el-Fark, beyn'el-Fırak, s. 190)

Uydurmacılık, sadece kelâmî mezhepler arasında kalmıyor, fıkhî mezhepleri de kapsıyordu. Müfrit bir hanefî mezhebi müntesibinin uydurduğu şu söz bunlardan biri: "Allah Rasûlü buyurdu: "Ümmetimden bir adam çıkar. Ona denilir ki Muhammed bin İdris (İmam Şâfiî). O adam ümmetime İblisten daha zararlıdır. Yine ümmetimden bir adam çıkar, ona Ebû Hanife  (İmam Âzam) denilir. O ümmetimin kandilidir." (Zehebî, el-Mîzân III/129; Cezerî, Câmiu'l-Usûl, I/137)

Allah Teâlâ ise Kur'an'ın uydurma olmaktan münezzeh olduğunu şöyle açıklıyordu: "Bu uydurma bir hadis değildir. Ancak kendinden öncekileri doğrulayan, her şeyi açıklayan ve inanan bir toplum için rehber ve rahmettir." (12/Yusuf, 111). Uydurmacılığın en tehlikeli yanı, Allah'ın koyduğu haram ve helâl sınırlarını değiştirmekti. İsrâiloğullarına mubah olan birçok şeyi hahamların haram kıldığını Kur'an'dan öğreniyoruz: "Tevrat indirilmeden önce, İsrâil'in kendisine haram kıldığı şeyler dışında İsrâiloğullarına bütün yiyecekler helâldi. De ki: 'Getirip okuyun Tevrât'ı, eğer doğruysanız?" (3/Âl-i İmrân, 93)

İsrâiloğulları âlimleri bu fazladan haram ve yasak koyma işini çıkar yüzünden yapıyorlardı. Şöyle ki: Tevrat herkesin elinde bulunan bir kitaptı. Âlimler Tevrat'ta olmayan birtakım yasaklar uydurdular. Sıradan insanlar Tevrat'a bakıp bu yasağı göremiyorlar ve doğruca bu bilginlere geliyorlardı. Onlar da, "siz Kitab'ı tek başınıza anlayamazsınız, kitap dışında sizin bilmeyip bizim bildiğimiz hükümler var, onları ancak bizden öğrenebilirsiniz" diyorlardı. Böylelikle, halk helâl ve haramı doğrudan Kitap'tan öğrenme yerine hahamlardan öğrenmek mecbûriyetinde bırakıldı. Din adamları sınıfı bu işten hayli para kazanıyordu. Onun için de insanlara Kitab'ı öğretme yerine, onları ikinci üçüncü sınıf bilgilerle oyalama yoluna başvuruyorlardı. Tabii böylece Tevrat'ı bilen insanların sayısı azalıyordu. Giderek bir avuç hahamın tekeline giren Tevrat'ı ise tahrif etmek hiç de zor olmuyordu. Nasıl olsa halk Kitab'ı bilmiyordu. Bu sebepten olsa gerek ki Rabbimiz Kur'an'ında berrak ve net bir biçimde ilkeyi koymuştu: "Allah size haram kıldığı şeyleri geniş bir şekilde açıklamıştır. Doğrusu birçokları bilmeden keyiflerine uyarak halkı şaşırtıyorlar." (6/En'âm, 119)

Şeriatların maksatlarından biri olan "eşyada asıl olanın mubahlık olduğu" ilkesi; giyecek, yiyecek, resim, müzik, beşerî münâsebetler konularında askıya alınarak, şeriatın koymadığı bir yığın yasak , İslâm adın ainsanlara dayatılıyordu. Bu durum, daha önce İsrâiloğullarının başından geçen bir sapma eğiliminin bu ümmetteki karşılığı olsa gerek. Bu da Kur'an'ın deyimiyle "Allah'ın insanlar için yarattığı güzellikleri yasaklamak"tır ki, Kur'an öyle soruyor: "Sor: Kim yasakladı Allah'ın kulları için meydana getirdiği süsü ve güzel rızıkları? De ki; o dünya hayıtnda iman edenler için de var, kıyâmet günü ise yalnızca onlarındır." (7/A'râf, 32)

Bilinen bir husustur ki, şeriatta bir şeyin helâllığına değil, haramlığına delil aranır. Allah'ın koyduğu sınırları çiğnemek ne kadarbüyük isyansa, Allah'ın serbest bıraktığı bölgelere yeni sınırlar koymak da o kadar büyük isyandır. İsrâiloğulları âlimleri böyle yapmış, halk da onların helâl kıldıklarına helâl, haram kıldıklarına da haram olarak inanmışlardır. Halkın bu inancını Allah'a şirk koşmak olarak niteleyen Kur'an'ın sesine kulak verelim: "Allah'ı bırakıp hahamlarını ve râhiplerini rabler edindiler." (9/Tevbe, 31)

Ehl-i kitaba mensup din âlimlerinden birinin bu âyet hakkında Rasûlullah'a; "ama onlar hahamlara ve râhiplere ibâdet ve secde etmiyorlardı ki" demesi üzerine Rasûlullah âyeti şöyle açıklamıştı: "Kuşkusuz onlar din adamlarına ve ulularına tapmıyorlardı. Lâkin onlar bunların serbest bıraktıklarını helâl kabul ediyorlar, yasakladıklarını da haram kabul ediyorlardı." (Tirmizî, Tefsir 9, hadis no: 3095). Rasûlullah'ın bu tefsirini 3/Âl-i İmrân 93 ve 6/En'âm, 122 âyetleri de pekiştiriyor.

Allah'ın koymadığı yasakları koymak sünnetullaha aykırı olduğu gibi, fıtrata da aykırıydı. Çünkü, eğer vahiy bir konuda yasak koymamışsa, elbette bunun bir hikmeti vardı. Bu hikmet dün çıkmamışsa bugün, bugün değilse yarın kendini gösterebilirdi. Çünkü din evrenseldi ve getirdiği kurallar da kutup Eskimolarından Avusturya Aborijinlerine, Tibet doruğundaki insanlardan Guatamala yerlilerine varana kadar, bütün bir insanlığın ihtiyacını karşılayacak çapta olmalıydı.

Arap ırkına has hayat tarzını, giyim stilini, damak zevkini, estetik anlayışını din pâyesi altında tüm dünyaya dayatmaya kalkmak, öncelikle dinin "değişken" ve "sâbitelerini" birbirine karıştırmak demekti. Bu, dinde lâubâlileşme sonucunu doğururdu. Çünkü insanlar, hayatî sorunlarını çözmede hiç gereği yokken yerli-yersiz din ile karşı karşıya getirildiğinde, din kalabalıkların dini olmaktan çıkıp bir seçkinler sınıfının dini olmaya başlıyor, kalabalıklar ise artık dinin değişmez değerlerine karşı lâubâlileşiyordu. Bu, tam da İsrâiloğullarının Hz. Mûsâ''dan sonra dinlerine karşı lâubâlî oluş serüveninin aynısıydı.

Dün, tiyatro konusunda konulan sınırı belirlenmemiş yasakların ardından bugün "İslâmî tiyatronun farziyyeti" derecesine, dün "erkek çocuklarını dahi okula göndermeme" ifrâtının ardından bugün delikanlı kızların okuması hatırına "başlarını açıversinler canım" tefrîtine, dün vesikalık resmin dahi zarûrete binâen tecvîzinden, bugün Altın Portakala aday "hidâyet filmleri"ne, dün telli çalgıların haramlığından bugün telli çalgıların, yanında dut yemiş bülbüle döndüğü orglar ve orkestralar eşliğinde verilen "İslâmî konser"lere, dün dinlenmesi "haram" olan radyodan bugün kurulması "farz" olan televizyon istasyonuna kadar bir yığın örnek, yukırda vardığımız yargıyı sadece doğrulamakla kalmıyor, içine düşülen çıkmazı da bir kara mizah halinde gözlerimizin önüne seriyor.

Hadis uydurmacılığı bahsinde önemli bir konu da İsrâiliyyat'tır. İsrâiliyyat, önceleri İsrailoğulları kaynaklı tüm rivâyetlere verilen bir isimken, dah asonra İslâm kültürüne girmiş tüm yabancı kaynaklı bilgilerin ortak ismi haline gelmiştir. Uydurma olduğu kesin olan İsrâiliyyata karşı Rasûlullah'ın tavrına şu rivâyet delildir: Rasûlullah'a elinde İsrâiloğullarına ait kitaplardan biriyle gelen Hz. Ömer'i Rasûlullah azarlamıştı (Ahmed bin Hanbel, III/378).

Deccal, dünya, kıyâmet gibi birçok konuda yığınlarca rivâyet hadis diye nakledilir. Birçoğunun aslı araştırıldığında bunların İsrâiliyyattan olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak kimi râvîler mârifetiyle bu rivâyetler Rasûlullah'ın ağzından çıkmış gibi nakledilmektedir. Bu gibi rivâyetlerin asıl kaynağı olan Kâ'bu'l-Ahbar, Vehb Bin Münebbih gibi kimselerden bazı sahâbîler dahi rivâyet etmişlerdir. Bir sahâbînin kendisinden sonraki nesle mensup birinden rivâyetine usûlde "tedlîs" denir. (8)

Rasûlullah (s.a.s.), katıksız iman sahiplerini, mevzû hadis uyduranlara karşı uyarmış, bu konuda hassas davranmaya dâvet etmiştir. Hayat nizamı İslâm'ın korunması, ana kaynakları olan Kitab, yani Kur'ân-ı Kerim ve Rasûlullah (s.a.s.)'ın Sünnetinin korunmasıyla gerçekleşir. Bu iki ana kaynak düşman saldırılarından çok iyi muhâfaza ve müdâfaa edilmelidir. Kur'an'ı, yanlış anlama ve anlatmadan korumak gibi, Rasûlullah (s.a.s.)'a nisbet edilerek uydurulan hadisleri ayıklamak ve bu hareketi durdurmak gerekir. Mevzû hadisler, ümmete çok zarar vermiştir, hâlâ zarar vermeye devam etmektedir.

Mevzû, lügatta vaz'dan ism-i mef'ûldür. Vaz'; iskat etmek, terk etmek, iftirâ ve ihtilâk etmek mânâlarına gelir. Hadis ıstılahında ise, kelimenin bu son mânâsına uygun olarak, Hz. Peygamber'in söylemediği bir sözü, yalan ve iftirâ ile O'na nisbet etmektir ki, bu mânâda mevzû', yalan ve iftirâ ile Hz. Peygamber'e nisbet edilmiş söz demektir. "Başta İslâm Dini'ne kastedenler olmak üzere, mensup oldukları siyasî fırka ve hizipleri, fıkhî mezhepleri, kabilelerini, cinsiyetlerini, dillerini, peşinden gittikleri imam ve yöneticileri methetmek, halife ve emirlerin nezdinde yüksek mertebeler kazanmak, câmi ve mescidlerde vaaz ettikleri cemaatin teveccühüne nâil olmak, halkın dinî emir ve nehiylere karşı rağbetini arttırmak maksadıyla din düşmanlarının, yalancıların ve câhillerin uydurdukları, sonra da bu uydurulan şeylere, derecelerini yükseltmek için tanınmış hadis râvîlerinden düzdükleri isnadlar ekleyerek hadismiş gibi Hz. Peygamber'i iftirâ ile isnad ettikleri sözlere mevzû/uydurma hadis adı verilmiştir (Talât Koçyiğit, Hadis Usûlü, Ank. 97, s. 276, 97).

Bu sözleri, beyan edilen sebeplerden dolayı uydurup Rasûlullah (s.a.s.)’a nisbet edenlerin hükmü için Ahmed Naim, “Sahih-i Buhârî” şerhinde şunları kaydeder: “Kizbden (yalandan) murad, kizb ale’r-Rasûl’dür. Nebî Efendimizden buyurmadıkları bir sözü, müteammiden rivâyet etmekle itham olmak metâinin en şiddetlisidir. Hatta böyle bir sözü, Peygamber hadisi diye uyduran müfterînin küfrüne kail olanlar vardır. Böyle olan hadise, mevzû veya mübtelak derler. Mevzû haber (hadis) ile amel, mutlaka haram olduğu gibi, kısasa, ahkâma, terğîb ve terhîbe, hâsılı her neye dâir olursa olsun mevzû olduğunu bile bile ve beyan etmeksizin onu rivâyet etmek de haramdır.” (S. Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, DİB Y. 1980, c. 1, s. 282)

Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim şerhinde bu konuda şunları beyan etmektedir: “Rasûlullah’ın üzerinden yalan uydurmak ve O’nun söylemediği bir sözü O’na isnad etmek büyük bir günah ve en çirkin bir iftiradır. Yalnız bu yalanın helâl olduğuna inansa, dinden de çıkar. Ulemâca meşhur olan mezhep budur. Ebû Muhammed el-Cuveynî, Peygamber (s.a.s.)’in üzerinden kasten yalan uyduran kimsenin küfrüne hükmeder, boynunun vurulmasına fetvâ verirdi. Fakat oğlu İmamü’l-Harameyn, bu kavli zayıf bulmuştur.” (A. Dâvudoğlu, S. Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Y. 1977, c. 1, sz. 20)

Ebû Katâde’den: “Rasûlullah (s.a.s.) minber üzerinde şöyle buyurdu: “Benden çok hadis rivâyet etmekten kaçının. Her kim benim üzerimde (benim ağzımdan) bir şey söylemek isterse, hak veya doğru söylesin. Kim, benim söylemediğim bir sözü, kasden uydurup bana isnad ederse, cehennemdeki yerine yerleşsin.” (İbn Mâce, Mukaddime 35; Dârimî, Mukaddime 243)

Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.)’den: “Rasûlullah (s.a.s.): “Benden hadis rivâyet edin, zararı yok. Ama her kim benim üzerime kasden yalan söylerse, cehennemdeki yerine hazırlansın.” (Müslim, Zühd 72)

Muğîre bin Şu’be (r.a.)’den: Rasûlullah (s.a.s.) şöyler buyurur: “Kim yalan olduğu zannedilen bir sözü benden (bana nisbet ederek) rivâyet ederse, kendisi de yalancılardan biridir.” (Müslim, Mukaddime 1; İbn Mâce, Mukaddime 38-41; Tirmizî, İlm 9, hadis no: 2799)

Vesîle İbn Eska (r.a.)’den: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “(Üç şey) Yalan ve iftirânın en büyüklerindendir: Kişinin, kendi babasından başkasına nesep iddia etmesi; Veya rüyâsında görmediği bir şeyi kendi gözüne göstermesi (rüyâsında görmediği bir şeyin kendisine rüyâda gösterildiğini iddiâ etmesi); Yahut da Rasûlullah’ın söylemediği bir şeyi ‘söyledi’ demesi.” (Buhârî, Menâkıb 18)

Ebû Hüreyre (r.a.)’nin rivâyetiyle Rasûlullah şöyle buyurur: “Âhir zamanda birtakım deccallar, yalancılar çıkacak. Size, sizin ve babalarınızın işitmediği hadisler getirecekler. Aman onlardan sakının! Sizi sapıtarak fitneye düşürmesinler!” (Müslim, Mukaddime 7)

Önderimiz Rasûlullah (s.a.s.)’ın bu ikazlarına karşı çok hassas davranmalı ve âzamî derecede dikkatli olunmalıdır. Hadis diye söylenen her duyulan söze itibar etmek, mü’minleri yanıltıp hataya düşürebilir. Bundan dolayı ehlinden ve emin olduğuna itimad edilen mü’minlerden duyulan veya mûteber eserlerde okunulan hadisler alınabilir. Böyle hassas davranmayıp hadis diye duyduğunu araştırmadan, doğru olup olmadığına bakmadan nakleden kişinin yalancı ve iftiracı olduğu ve günah işlediğini yine Rasûlullah beyan buyurur.

Ebû Hüreyre’den: Rasûlullah şöyle buyurur: “Her işittiğini söylemek, bir insana yalan olarak kâfîdir. (Müslim, Mukaddime 5). “Kişiye, işittiği her sözü söylemesi, günah yönünden yeter (ve artar).” (Ebû Dâvud, Edeb 88, hadis no: 4992)

Yegâne hayat nizamı olan İslâm Dini’nin ikinci kaynağı “Sünnet”i koruma ve ondan olmayan herhangi bir yabancı şeyin ona karışmaması için çok hassas davranan ashâb-ı kirâm gibi davranmak gerekir. Onlar, ümmetin öncü nesli ve selefidirler. Bu konuda selefin izinde olmak, mü’minlerin vazgeçilmez görevlerindendir. İşte “ashâb”dan ve onları tâkip eden “tâbiîn”den birkaç çarpıcı örnek:

Ebû Said el-Hudrî (r.a.) anlatıyor: “Ben ensârın meclislerinden bir mecliste (oturmakta) idim. Bu sırada Ebû Mûsâ, sanki bir şeyden korkmuş gibi geldi de: “(Ömer, beni çağırmıştı.) Ben, Ömer’in yanına gitmek için üç kere izin istedim. Bana izin verilmeyince geri döndüm. Ömer bana: ‘Seni, bize gelmenden men eden nedir?’ dedi. Ben: ‘Senin yanına girmek için üç kere izin istedim, bana izin verilmeyince geri döndüm. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.): “Sizden biriniz üç kere izin istediği zaman kendisine izin verilmezse, hemen geri dönsün!” buyurdu’ dedim. Ömer: ‘Vallahi, bu rivâyet ettiğin hadis üzerine muhakkak bir beyyine/delil getireceksin (yoksa, canını incitirim!)’ dedi. Çevresindekilere: ‘Sizlerde bunu, Rasûlullah’tan işitmiş bir kimse var mı?’ diye sordu. Ubeyy bin Kâ’b: ‘Vallahi, senin beraberinde bu şehâdeti, kavmin en küçüğü bile yerine getirir’ dedi. Ben, kavmin en küçüğü idim. Ebû Mûsa ile beraber kalkıp gittim ve Ömer’e, Rasûlullah’ın bunu söylediğini haber verdim.” (Buhârî, İsti’zân 18; Müslim, Âdâb 33-37; Tirmizî, İsti’zân 3, hadis no: 2830; İbn Mâce, Edeb 7, hadis no: 3706; Ebû Dâvud, Edeb 138, hadis no: 5180-5183)

Bu hadisin şerhinde, şunlar beyan edilir: “Hz. Ömer’in Ebû Mûsâ’ya bu kadar sert ve titiz davranması, onun yalan söylediğinden şüphe ettiği için değildir. Haber-i vâhidi kabul etmediği için de değildir. Hz. Ömer ikide bir her meselede hadis rivâyet etmek moda olur da bunu, münâfıklarla yalancılar, hatta bazı bid’atçılar fırsat bilerek her meselede yalandan bir hadis uydururlar diye korktuğu için yapmıştır. Daha doğrusu Ebû Mûsâ’nın rivâyetinden şüpheye düştüğü için değil, başkalarının cür’et ve nifakından korkarak rivâyet kapısını kapamak istemiştir. Yoksa Ebû Mûsâ’nın hadis uyduracak kimselerden olmadığını kendisi, pek âlâ bilirdi. O, bu davranışıyla Ebû Mûsâ’ya vâsıta yaparak başkalarını menetmek istemiştir. Artık Ebû Mûsâ kaziyyesini gören bir münâfık veya yalancı, hadis uydurmak niyetinde olsa bile korkusundan bundan vazgeçerdi.” (Ahmed Dâvudoğlu, a.g.e. c. 9, s. 554)

Tâvus’dan: Tâvus, Büşeyr bin Kâ’b’ı kastederek dedi ki: “Bu zât, İbn Abbas’a geldi de ona hadis rivâyet etmeye başladı. Bunun üzerine İbn Abbas, kendisine: ‘Filan ve filan hadisi tekrarla!’ dedi. O da tekrarladı. Sonra yine ona hadis rivâyet etti. İbn Abbas yine: ‘Filan ve filan hadisi tekrar eyle!’ dedi. O da, tekrar etti. Bu sefer İbn Abbas’a hitâben: ‘Bilmiyorum, acaba benim bütün hadislerimi bildin de, yalnız bunu mu tanımadın? Yoksa, bütün hadislerimi bilmedin de yalnız bunu mu tanıdın?’ dedi. İbn Abbas ona şu cevabı verdi: ‘Gerçekten biz, Rasûlullah (s.a.s.)’ın üzerinden yalan uydurulmazken ondan hadis rivâyet ederdik. Fakat insanlar, hırçın deveye de, uysal deveye de binmeye başlayınca (insanlar, iyi-kötü demeyerek her mesleğe girmeye başlayınca) biz de ondan hadis rivâyet etmekten vazgeçtik.” (Müslim, Mukaddime haber 7)

Mücâhid şöyle demiştir: “Büşeyr el-Adevî, İbn Abbas’a geldi ve hadis rivâyet ederek: ‘Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu, Rasûlullah böyle buyurdu’ demeye başladı. İbn Abbas ise, onun hadis rivâyetine kulak vermiyor, onun yüzüne bile bakmıyordu. Bunun üzerine Büşeyr: ‘Yâ İbn Abbas, acaba neden senin, benim hadisime kulak astığını görmüyorum? Ben, sana Rasûlullah (s.a.s.)’dan hadis okuyorum. Halbuki sen dinlemiyorsun!’ dedi. İbn Abbas şu cevabı verdi: ‘Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu’ derken işittik mi, gözlerimiz hemen ona yönelir ve kulaklarımızı ona verirdik. Ne zaman ki insanlar her boyayı boyamaya başladılar, artık biz de tanımadığımız şeylerden başkasını onlardan almaz olduk.” (Müslim, Mukaddime, haber 7) 

Tâbiînden Muhammed bin Sîrîn (r.a.) şöyle demiştir: “Şüphesiz ki, bu ilim dindir. Öyleyse dininizi kimlerden aldığınıza dikkat edin! Eskiden isnâdı sorulmazdı. Fitne ortaya çıkınca; ‘bize râvîlerinizin adlarını söyleyin’ demeye başladılar. Şimdi Ehl-i Sünnet’e dikkat ediliyor ve onların hadisleri kabul ediliyor. Ehl-i bid’ate bakılıyor, onların hadisleri kabul edilmiyor.” (S. Müslim, Mukaddime 5)

İmam Mâlik de şunları beyan eder: “Bu ilim dindir. Dolayısıyla dininizi kimden aldığınıza dikkat edin! Vallahi ben, şu direklerin yanında, Rasûlullah şöyle buyurdu, diyen yetmiş kişiye yetiştim. Fakat onlardan hiçbir şey alamadım. Halbuki bu zevâtın her biri, kendisine beytü’l-mal güvenilecek kadar emin insanlardı. Onlardan hadis almayışımın sebebi, hadis ilmine ehil olmamalarındandır.” (Ahmed Dâvudoğlu, a.g.e. c. 1, s. 39, dipnot: 133)

Bir ümmet olarak bütün muvahhid mü’minlerin, Rasûlullah’ın hadisleri ve Sünneti konusunda bu imanî hassâsiyeti göstermesi gerekir. 

Hadis diye uydurulmuş, gerek bilenler arasında gerekse halk arasında şöhret bulmuş sözleri, yani mevzû hadisleri, iyice araştırmadan nakledip anlatan kişilerin de aynı suça iştirak eden yalancılardan ve müfterîlerden olduğu değerlendirilir.     

“Her biri, Rasûlullah’a yapılan büyük bir iftirâ olan mevzû hadislerden nasıl kurtulacağız?” sorusuna, bu konuda eser vermiş iki ilim adamından cevap alalım: Merhum üstad Abdulfettah Ebû Ğudde, bu sorumuzu şu şekilde cevaplandırmaktadır: “İlim eksikliği, meseleye vâkıf ve insanları aydınlatacak uyanık âlimlerin azlığı sebebiyle mevzû hadislerin yaygın olarak ümmetin kültürü, anlayışı ve gidişâtı üzerindeki tehlikesine bakarak bu hadislerden kurtuluşun şöyle olacağını görüyorum: İlim ehli ve idâreciler, mevzû hadisleri sahihlerinden ayırmaları için mevzû hadisleri beyan eden kitapları insanlar arasında yaymalıdırlar. Çünkü böyle bir şey, onların konuşmalarına, delil olarak getirdikleri hususlara karşı hassas olma ve hakikati görme yönünde takviyede bulunacaktır. Dinî kültürlerini, dine yapışmış, ona karışmış şüpheli şeylerden temizleyecektir. Bu gerçekleşince, mevzû hadislerden sahih hadislere döneceklerdir. Bu iş yapılacak olursa, tamamı hayır olur. Mevzû hadis kitaplarına tekrar tekrar bakıp mürâcaat etmek, başkaları bir tarafa, ilim tâlibini duyup ezberlediği, ancak tetkik edip araştırmadığı bâtıl ve yalan hadislerle çokça delil getirmekten kurtaracak, artık onları dayanak olarak alma tehlikesinden uzaklaşmasına yardımcı olacaktır.” (Abdulfettah Ebû Ğudde, Mevzû Hadisler, çev. Enbiya Yıldırım, İst. 1995, s. 132)

“Mevzû hadislerden nasıl kurtulacağız?” sorusuna M. Yaşar Kandemir, şöyle cevap vermektedir: “Hadis tetkikçilerinin büyük gayretlerine rağmen, kâh İsrâiliyat veya ehl-i kitabın diğer sözleriyle, kâh hekim ve tabiplerin hikmetleriyle, bazen eskilerin meşhur ve güzel meselleriyle, bazen de kendi buluşlarıyla desteklenip gelişen mevzû hadisler, gerek dinin bünyesinde ve gerekse müslümanlar üzerinde yıkıcı tesirler icrâ etmiştir. Her şeyden önce, bu hesapsız uydurmalar, müslümanların dininin ana kaynaklarını gâyet emin bir şekilde okuyup öğrenmelerine, Peygamber (s.a.s.)’in söz ve hareketlerini olduğu gibi görüp tanımalarına büyük ölçüde birer engel teşkil etmiştir. Zira bu uydurmaların içinde, müslümanların günlük hayatlarını ve dinî yaşayışlarını pek yakından alâkadar eden birçok direktifler mevcuttur. Bilhassa zındık diye bilinen din düşmanları, İslâm imanı ile te’lifi kabil olmayan hurâfeler ve tanımayanlar nezdinde dini hakir gösterecek gülünç sözler uydurarak müslümanları bir keşmekeş içine sürüklemişlerdir.

İslâm’ın yanlış anlaşılmasında, iyi niyetle hadis uyduran müslümanların da büyük tesiri olmuştur. Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde görülen terğîb ve terhîb ifâdeleri, insanların ne aşırı bir ümide kaptıracak, ne de ye’se düşürecek bir ölçüdedir. Fakat bunların icad ettikleri sözlerin herhangi bir ölçüsü bulunmadığı için, müslümanları ya hudutsuz bir af ve merhamet ümidiyle dini ihmal etmeye veya aşırı bir âhiret ve azap korkusuyla dünyayı ve dünyevî vazifelerini terk etmeye sevk etmiştir. Bu sûretle nice câhiller, Allah ile aralarında birer engel gördükleri mallarını, mülklerini, hanım ve çocuklarını bırakmışlar, dünya ile alâkalarını kesmek maksadıyla, kullar için yaratılmış nimetlerden yüz çevirerek aç-susuz kalmışlardır.

Hulâsa olarak şunu söyleyebiliriz ki, Peygamber (s.a.s.) adına hadis uyduranlar, muhaddislerin azimli çabaları sonunda tanınmış, icad ettikleri sözler de mevzûât kitaplarında toplanmıştır. Bunula beraber onlardan gelecek tehlikenin tamamen ortadan kalktığı söylenemez. Çünkü mânâsının doğruluğu ve İslâm prensiplerine uygunluğu sebebiyle hadis diye meşhur olmuş pekçok uydurma haber, bu gün dahi dillerde dolaşmakta ve bazı kitaplarda yer almış bulunmaktadır. Bahis konusu tehlikeden tamamen emin olmak için, hadis olduğu kat’î sûrette bilinmeyen sözlerin güvenilir hadis kitaplarında bulunup bulunmadığını tahkik etmekten başka çıkar yol yoktur.” (M. Yaşar Kandemir, Mevzû Hadisler, -Menşei, Tanıma Yolları, Tenkidi, Ank. 1975, s. 198)

Hadis diye uydurulmuş sözler konusu bu şekilde apaçık ortaya çıktıktan sonra, gerek niyetleri bozuk olan İslâm düşmanları, gerekse gâfil olan câhillerin, şu âyetin hükmü gereği durumları meydana çıkarılmıştır: “Böylece helâk olacak kişi, apaçık bir delilden sonra helâk olsun. Diri kalacak kişi, apaçık bir delilden sonra hayatta kalsın. Şüphesiz Allah, gerçekten işitendir, bilendir.” (8/Enfâl, 42).

Önderimiz Rasûlullah’ı her türlü iftiradan tenzih ederiz. O’na yapılan iftiralardan birkaç tane mevzû hadisi, örnek olsun diye kaydediyoruz: