İlim dediğimiz hakikatler, birbiriyle çelişen gerçekler olmadığı için, “hiç, ilme dayalı ihtilâf olur mu?” diye akla istifham gelebilir. Fakat ne gariptir ki kendilerine ilim verilen nice kimseler, kendilerine ilim verildikten sonra anlaşmazlığa düşen kimseler olmuşlardır. “Andolsun, Biz İsrâiloğullarını, hoşlarına gidecek güzel bir yurda yerleştirdik ve onları temiz nimetlerden rızıklandırdık. Kendilerine ilim gelinceye kadar anlaşmazlığa düşmediler. Şüphesiz Rabbin, aralarında anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda kıyâmet günü hüküm verecektir.” (10/Yûnus, 93) “Onlara bu emirden apaçık belgeler (deliller) verdik. Fakat onlar kendilerine ilim geldikten sonra, yalnızca aralarındaki hakka tecâvüz ve azgınlıktan dolayı, ihtilâfa düştüler. Şüphesiz senin Rabbin, hakkında ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında kıyâmet günü aralarında hüküm verecektir.” (45/Câsiye, 17)
İlim dediğimiz hakikatler, birbiriyle çelişen ve çatışan şeyler değildir. Ancak, bu gerçeklerden hareket ederek ilimde derinleşmek, doğru bir yönteme ve dosdoğru bir istikamete gerek duyar. Sözkonusu ilim, ilâhî hakikatlerle ilgili bir ilim ise, böyle bir ilimde derinleşmek, doğru bir yöntem ve istikametin yanı sıra iman ve amele de gerek duymaktadır. Dolayısıyla iman, amel ve istikameti dikkate almadan sahip oldukları ilimde derinleşmek isteyen şaşkınlar, kendilerini nefs ve hevânın tatlı esintisine bırakarak ilimde derinleşmek adına, ilimde serkeşleşmektedirler. İlmin kapısından tevâzu sahibi bir fakir gibi içeri gireceklerine, hiç girmedikleri kapıdan birer zengin edâsıyla dışarı çıkan bu kimseler, geçmişte ve günümüzde örneklerine bolca rastladığımız kimselerdir. Tarihte hangi sapık yönelişi ele alırsanız alın, bu yönelişte bulunanların kalkış noktasında bazı doğrulara tutunduğunu görebilirsiniz. Yani, her bâtıl, kesinlikle haktan bazı unsurları içine katar ve kendini hak göstermek ister. Meselâ, vahdet-i vücut safsatasını savunan kimseler, kendilerine göre kelime-i tevhid gerçeğinden hareket ederek bu görüşe ulaştıklarını iddia eden kimselerdir. Günümüz dünyasında ise tâğutların maslahatını gözetebilmek ve İslâm’la laikliği barıştırabilmek için yıllarca araştırma yaptıklarını iddia eden bazı akademisyenler, bu konudaki çağdaş örneklerdendir. Doğrulardan hareket ederek yanlışlara varan ve bu yanlışlara doğruymuş gibi iman eden böyle kimselerle tartışabilmek, sözkonusu ihtilâfları ortadan kaldırabilmek mümkün değildir. Çünkü bu kimselerle karşı karşıya gelip tartıştığınız zaman, sıkıştıkları an kalkış noktasında esas aldıkları bazı doğruların içine saklanıvereceklerdir. Kalkış noktasındaki doğruları kalkan, bu doğrulardan hareket ederek vardıkları yanlışları kılıç olarak kullanan bu kimseler, samimi olmadıkları sürece anlaşabileceğimiz, sözkonusu ihtilâfları çözümleyebileceğimiz kimseler değildir.