İkrah Hükmü:

 

İkrah, söz ve fiillerin sonuçlarına etki yapar, fakat ehliyetin aslını ortadan kaldırmaz. Geçerli olan ikrah, tam olsun, eksik bulunsun, sözleri hükümden düşürür. Bu nedenle, ikrah altında yapılan ikrarlar geçerli olmaz. Ancak, ikrah hâli kalktıktan sonra rızâ gösterilmesi hali müstesnâdır. Tam ikrah da, eksik ikrah da rızâyı yok eder. Bağlayıcı akid ve sözlerde ise karşılıklı rızâ esastır. Nitekim Kur'an'da: "...Aranızda mallarınızı bâtıl yollarla değil, ancak karşılıklı rızâya dayanan ticaretle yiyin" (4/Nisâ, 29) buyurulmuştur. Hz. Peygamber de; "Bir kimsenin malı, ancak onun gönül hoşluğu ile helâl olur" (Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 72) buyurur.

Zorlananın fiilleri, zorlamanın tam veya eksik olmasına göre değişik hükme tâbi olur. Eksik ikrah, zorlananı fiilinin sonucu bakımından mutlak olarak serbest bırakmaz. Meselâ, bir kimse hapisle tehdit edilerek içki içmeye veya bir şahsı öldürmeye zorlansa, teklifi yerine getirirse tamamen sorumlu olur. Çünkü karşılaştığı eziyeti kabul ederek istenilen şeyi yapmayabilir. Söyleneni yapmadığı takdirde uğrayacağı eziyet tahammül edilir cinstendir.

Tam ikrahta ise zorlanan, işlediği fiilden sorumlu olmamakla birlikte, korkutan sorumlu olur. Sorumluluk ikisi arasında yer değiştirmiş bulunur.[1]

İcbâr etmek (mecbur bırakmak) mânâsına gelen "cebr" de ikrâhla aynı mâhiyettedir. Cebrin karşılığı (zıddı) "ihtiyâr" meselesi farklıdır. İkrah bazı hallerde; ihtiyârı ifsad eder, bazı hallerde ise; ferdin "iki şerden birisini seçmesi" sözkonusu olduğundan, ihtiyâr mevcuttur.  Şöyle ki; ikrah altında olan kimsenin, ölüm tehlikesi veya bir uzvunun koparılması sözkonusu olursa "İkrah-ı Mülcî" gündeme girer. Bu halde; hem rızâ, hem ihtiyâr ortadan kalkar. Ancak hapsetmek, dövmek veya bağlamak gibi durumlarda (ölüm tehlikesi ve uzvun koparılması sözkonusu olmadığı sâbit ise) "ikrâh-ı gayri mülcî'den" sözedilebilir. Bu halde ferdin rızâsı yoktur, ancak ihtiyârı mevcuttur.  

Ölüm tehlikesi ve uzvun koparılması sözkonusu olursa; diliyle küfür kelimesinin izhar edilmesinde günah yoktur. İkrâh altında iken (dil ile küfür kelimesini) söylemek, imanın gitmesine sebep teşkil etmez. Zira kalben tasdik mevcuttur. O şartlarda dahi; kelime-i küfrü söylemekten ve kâfirlerin dediklerini yapmaktan kaçınmak, ölümü göze almakla mümkündür. Bu sebeple ikrah altında (kelime-i küfrü söylemek) câiz olur. Denildi ki; sabreder; küfür kelimesini söylemez ve bu sebeple katledilirse, büyük sevab kazanır.

 İkrah'ın (tehdit'in) sâbit olabilmesi için bazı şartlar vardır. Aksi takdirde ikrah sahih olmaz. Birincisi: Tehdit eden kimsenin (ister devlet, ister ferd olsun); tehdit ettiği şeyi hakikaten yapabilecek kudrette olması gerekir. Bu "İmameyn'in kavlidir. İmam-ı Azâm Ebû Hanife  "Zorlama ancak sultandan (devletten) tahakkuk edebilir" buyurmuştur. Çünkü kudret; asker olmadan sağlanamaz. Asker ise devlete bağlıdır. Bu konuda fukahâ ışöyle der: "Bu ihtilâfın kaynağı delile değil, zamana dayanır. İmam-ı Azam'ın zamanında, devletten başka hiçbir güç, tehdit ettiği şeyi yapabilecek kudrette değildir. İmameyn'in zamanında ise; fesâd zuhur etmiş ve iş zorbaların eline geçmiştir. Fetvâ İmameyn'in kavli ile verilir." İkincisi: Mükellefin; tehdit eden kimsenin, tehdit ettiği şeyi yapabileceğine inanması ve korkması şarttır. Meselâ: Bir çocuk, şunu yapmazsan seni döverim dese, ikrah olmaz. Çünkü dediğini yapabilme gücü yoktur; mükellefin de, buna inanması ve korkması düşünülemez. Üçüncüsü: Mükellefin; tehdit edildiği konu; ya kendi hakkı, ya kul hukuku veya Allah Teâlâ'nın hakkı olmalıdır. Kendi malını telef etmesi, başkasının hakkını iptal etmesi, şarap içmesi, zinâ etmesi vs. gibi. Dördüncüsü: Tehdit eden kimsenin; öldürmeyi veya bir uzvu koparmayı zâhiren ilân etmiş olması gerekir. Yani rızâyı yok eden ve ızdırabı beraberinde getiren bir hal gündeme girmelidir. Ferde; herhangi bir zarar vermeyen zorlamalar; "ikrah" hükmünde değildir. Çünkü ikrah olabilmesi için; rızânın kesinlikle ortadan kalkması gerekir. Bu asgarî şarttır. Zira insanın "rızâsı ve ihtiyârı" mevcutken; amellerinden mes'ûl olmaması düşünülemez.[2]

 


 

[1] Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 120-121.

[2] Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet,  Ölçü Y. İst. 1986, c. 2, s. 522-525.