“Diyalektik” sözcüğünün aslı yunancadır. Bu kelime ilk defa Yunan filozofları tarafından terimsel anlamda kullanılmıştır. Sokrat'dan Eflatun ve Aristo'ya, Cürcanî'den Hegel'e birçok filozof ve âlimler, diyalektiği çeşitli ifadelerle tanımlamışlardır. Bütün bu tanımlardan bir özet çıkarmak gerekirse, tezlerin savunulması, karşıt tezlerin çürütülmesi ve bu amaçla izlenen tartışma yöntemleri “Diyalektik” terimiyle açıklanabilir.
Kanıtlama sanatı olarak “Diyalektik”, “Kelâm” adı altında müslümanlar tarafından da çok eskiden beri biliniyordu. Örneğin ikinci kuşak İslam bilginlerinden Ebu Huzeyl El-Allaf ve öğrencisi Hafs Bin Giyas ilk ve ünlü birer diyalektisyendirler.
İlahiyat mantığının adı olan “Kelâm” teriminin, eş anlamlısı olmak üzere daha sonraları “Cedel” sözcüğü kullanılır oldu. Bu nedenle diyebiliriz ki, Hz. Peygamber (sav)'in vefatı üzerinden yüzelli yıl bile geçmeden İslam Literatüründe yerini alan Kelâm biliminin, Zenon , Sokrates, Platon ve Aristotales ile başlayarak gelişen “Diyalektik” le (İslam Tarihinin ilk dönemlerinde) hiç bir ilişkisi yoktur. Çünkü İlk kelâmcılar henüz Yunan felsefesiyle tanışmış değillerdi. Yunan Felsefesi daha sonraları Huneyn b. İshak, Sabit b. Korra ve İshak b. Huneyn gibi mütercimler tarafından süryancaya ve arapçaya çevirilmiştir. İşte bu tercüme hareketlerinden sonradır ki temelde müslümanlara ait olan kelâm sözcüğüne “diyalektik” teriminin anlamı yüklendi. Ondan sonra da Kelâm bilimi, diyalektiğin metodolojisinden yararlanarak, hatta onun karakterinden ve kaynaklarından beslenerek “cedel” adı altında yeni bir kapsam kazanmıştır.
Şuna büyük ihtimal vermek gerekir ki vahyin getirdiği gerçekleri insanlara iletirken İslam âlimleri, zihinlerdeki tereddütleri gidermek için çaba sarfetmek istemişlerdir. İşte kelâm bilimi, bu çabaların sonucu olarak gelişmiştir. Zira kelâm ilminin amacı, tevhidin temel esprisini oluşturan Allah'(cc)'ın varlığına ve birliğine insanları daha güçlü bir şekilde inandırmaktır.
Şu varki kanıtlama gayretleri çoğu kez olumsuz gelişmeler kaydeder ve nereye varacağı bilinemez. Bu da özellikle metafizik konuların zihinde çok yönlü yorumlanabilir olmasından ileri gelmektedir.
Evet, bilimsel kanıtlama konusunda çok eskiden beri birtakım kurallar konmuş ve ilmi ortamın ağırbaşlılığını koruyacak bazı disiplinler getirilmiş ise de bunlar, taraflara karşılıklı saygı göstermeyi öğütlemekten başka bir işe yaramamıştır.
Halbuki saygı kavramı da dahil olmak üzere fizik ya da pozitif mahiyeti olmayan varlıklar üzerinde insanoğlunun düşüncesini kurallarla disipline etmek mümkün değildir.
İşte bu sebepledir ki İslam âlimlerinden bazı şahsiyetler “cedel” ilmine karşı tavır almışlardır. Örneğin selef âlimlerinden İmam Malik (ra), İmam Şafii (ra) ve Ahmed b. Hanbel (ra) gibi müctehidler, cedelle uğraşmayı haram saymışlardır. Günümüzde de Ehli sünnetten aynı görüşü paylaşanlar vardır. Bunlar, özellikle selefi olduklarını ileri süren Vahhabîler'dir.[1] Onlara göre de, Kur'ân'ın haber verdiği metafizik gerçekleri diyalektik yöntemle kanıtlamaya çalışmak doğru değildir. Ne varki Vahhabîler, bu itirazla bizzat Kur'ân'daki bu gerçeği âdetâ görmezlikten geliyorlar. O da Kur'ân'ın, kendine özgü bir kanıtlama üslubuna sahip bulunduğu olgusudur. Örneğin Kur'ân-ı Kerim, insanları inandırmak için âdetâ haykırırcasına şu soruları yöneltiyor:
“Acaba görmediler mi ki göklerle yer bitişikken onları birbirinden biz ayırtık ve her canlı şeyi de sudan biz oluşturduk ? Hala mı inanmıyorlar?!” (Enbiya: 21/30)
“İbret gözüyle hiç develere bakmıyorlar mı ki nasıl yaratıldı; Göklere (bakmıyorlar mı ki) nasıl yükseltildi; Dağlara (bakmıyorlar mı ki ) nasıl dikildi; Yere (bakmıyorlar mı ki ) nasıl yüzeyleştirildi ?!” (Ğaşiye: 88/17, 18, 19, 20)
Kur'ân-ı Kerim, bundan da öte inanmayanları tartışmaya çağırıyor ve bu çağrıyı onlara iletmesi için Hz. Peygamber' (sav) e şu tâlimatı yöneltiyor:
“Yoksa Allah ile birlikte başka bir tanrı daha mı var ! Deki: Eğer doğru iseniz, kanıtınızı getirin!” (Neml: 27/64)
Şimdi ister kelâm, ister cedel, ister diyalektik diyelim, Kur'ân-ı Kerim'deki bu çarpıcı örnekler gösteriyor ki inandırmak için kanıtlamanın kaçınılmaz olduğu şartlar vardır. Böylesi durumlarda “cedel haramdır.” diyerek bir insanın daha yüreğine imanın yerleşebileceği ihtimalini hesaplamamak çok basit bir düşünme şeklidir. Dolayısıyla gerçekten olumsuz sonuçlara götürebilecek zihin bulandırıcı çetrefil ve karmaşık izah yolları bir kenara atılırsa bir türlü ikna olamayan kuşkulu beyinlere imanın tohumlarını ekmek bakımından başvurulacak isabetli kanıtlama sistemleri reddedilemez.
Elbette ki bu sistemler muhataptan muhataba değişebilmelidir. Çünkü örneğin, aynı dili konuşuyor olsalar bile mükemmel eğitim görmüş bir insanla cahil bir çobanın dünyaları o kadar çok farklıdır ki aynı bilimsel bir gerçeği onlardan her birine açıklamak gerektiği zaman aynı yöntemi kullanmak, birinin hidâyetini çabuklaştırabilirken, diğerini belki de içinden hiç çıkamayacağı bir tehlikenin kucağına atmak gibi istenmeyen sonuçlar doğurabilir. Nitekim İmam Şafii (ra) gibi ünlü bir müctehid bile, böyle bir sonuca neden olabileceği endişesiyle kelâm ilmine karşı o kadar sert bir tavır almıştır ki çağdaşlarından kelâmcı Ebu Amr Hafs Bin Gıyas'ı, “El-Ferd” lakabıyla damgalamıştır. Bu suretle O'nu münferid, (yani kişisel görüşlerinde ısrar eden) biri olarak suçlamak istemiştir.
Bir bakıma İmam Şafii (ra) ve emsallerinin haklılığını ortaya koyan bir gerçeği günümüzde yaşamaktayız. Bilim ve teknolojinin Kur'ân gerçeklerini en parlak biçimde kanıtlayan sayısız açıklamaları, çağımızda insanların gözlerinin önüne serilmesine rağmen birçok kimse hidâyet yolunu bulamamaktadır. Sonuç olarak bu da, kanıtlamak ile inandırmak arasında bir ilgi olsa bile aslında inanmanın ilâhî bir “tevfik” (Allah tarafından bir şans) olduğunu göstermektedir.
“Akâid” ile “Kelâm” kavramları arasındaki farka gelince: Akâid, İslam'ın iman ilkelerini dar planda konu alır. Kelâm ise bunları daha geniş boyutlarda ve rasyonel kanıtlara dayandırarak işler. Kelâm biliminin bu amacı, Kur'ân gerçekleri etrafında söz konusu olabilecek kuşkuları dağıtmaktır. Esas itibariyle bu iki ekolden her birinin metod açısından izledikleri yol farklı ise de amaçları aynıdır. [2]
[1] Örneğin, bu gruba mensup akademisyenlerden Riyad Üniversitesi Usul'ud-Dîn Fakültesi öğretim üyelerinden Dr. Nasır Abdülkerim şunları kaydetmektedir: “Kelamcı gruplardan Mu'tezilî'ler, Eş'arîler ve onlara uyanlar tarafından «kelam» diye adlandırılan bu ilimle uğraşmak caiz değildir. Çünkü kelam ilmi sonradan ortaya çıkmış bir bid'attir. (... ) , Selef-i Sâlihîn'in içtihadına aykırıdır.” Mabâhis Fi akıydati Ahl'is-Sunnah. S. 11
[2] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 85-89.