Akıl, Allah Teâlâ'nın insana en büyük nimetidir; Onu, bütün gelişmiş canlılardan ayıran sade bir fark değil, bilakis insanı, düşünmek ve muhakeme yapmak gibi pek nadir ve parlak ayrıcalıklarla bütün yaratıklardan üstün kılan, yücelten ve onurlandıran olağanüstü bir özelliktir.
Aklın sorumluluğu ve onun neyi kavrayıp neyi kavrayamayacağı konusu ilim tarihinde enine boyuna tartışılmıştır. Aklı neredeyse inkâr edenlerin yanında onun, asla şaşmaz ve her konuda yegâne ölçü olduğunu savunanlar da bulunmuştur.
Örneğin, David Hume'ın şüpheciliği ile İmmanuel Kant'ın fenomenizmi, aklın, nesnel (cevherî) gerçekliği mutlak anlamda kavrayamayacağını savunmaktadır. Bu filozoflar, bilgi kavramına spekülatif birtakım açıklamalar getirmekle istikrarsız ve şaşırtıcı bir görüş ortaya koymuş, buna bağlı olarak da aklın rolünü küçümsemişlerdir. Buna karşın aklı tanrılaştıran, hatta işi akla tapmaya kadar vardıranlar bile olmuştur.
İslam Tarihi'nin ilk dönemlerinde Mu'tezilîler olarak varlık gösteren kelâmcı bir kampın mensupları da aklı, gereğinden daha fazla ön plana çıkarmış, bu konudaki rijit görüşleriyle İslam'dan uzaklaşmışlardır. Bu cümleden olarak “İnsan, akıl ve irâdesiyle kendi fiilini, bizzat kendisi yaratır.” iddiasında bulunmuşlardır. Hatta aklı o kadar yüceltmişlerdir ki bir şeyin hayırlı ya da şerli, iyi ya da kötü olduğunun ancak akılla belirlenebileceğini, bu konuda kitap ve sünnetten ayrıca bir kanıt aramanın gerekli olmadığını bile ileri sürmüşlerdir.
Gerçekte ise akıl, ne öyledir, ne de böyle. Aynı zamanda akıl ne insandan bağımsız bir cevherdir, ne de bilginin kendisidir. Nitekim bilgi, yani ilim, Allah Teâlâ'nın sıfatlarından biridir. Bununla beraber O'nu akıllı olarak nitelemek doğru değildir. Yani, “Allah (cc) Alîm'dir”, ilim sahibidir, denir; Ama “Allah Akıllı'dır” denemez.
Akıl, insanda doğal bir düşünme, ayırt etme ve yargılama gücüdür. Bu güç, esasen insanın, doğarken fıtratında karmaşık bir tür enerji olarak vardır. Fakat diğer melekeleri ve natürel mevhibeleri gibi akıl da ilk başta ham bir potansiyeldir. İnsanın zaman içinde, ruhundaki diğer ham yeteneklere paralel olarak gelişir ve olgunlaşır. Aklın, insandan insana değişen limitleri varsa da bu karmaşık farklar, nedensel zekâ dereceleri olarak açıklanabilir. Ama her normal insanda bulunan aklın minimum derecesi, evrensel gerçekleri tanımaya ve tanımlamaya elverişlidir. Aksi halde ilahî vahiylerin belli bir zümreye hitap etmesi gerekirdi. Bu nedenle akıl, en alt tabanıyla genelde herkeste bulunur ve hayvandaki içgüdüsel tercih olgusundan çok farklıdır.
Aklın, beyinle ilişkisi olduğu kesindir. Ancak düşünme, ayırt etme ve yargılama olaylarının nasıl cereyan ettiği hakkında net ve anlaşılır bilgiler yoktur.
Akıl, yalnızca iyiyi kötüden, güzeli çirkinden, doğruyu yanlıştan, yararlıyı zararlıdan ayırt edici olmakla kalmaz, aynı zamanda kavranabilir bütün gerçekleri karşılaştırmada, yorumlamada ve yargılamada rol alır. Bu rolü yerine getirirken de duyuların yanılmasına, ya da duyuları yanıltan etkenlere bağlı olarak yanılabilir. Nitekim küfür, şirk ve günahların birçoğu aklın söz konusu nedenlerle yanılması sonucu işlenmektedir. Ancak akıl aynı zamanda özgür ve denetleyici bir yetenekle yaratıldığı için faaliyetlerinden sorumludur. Bunun en açık kanıtı da insanın zaman zaman bizzat kendini suçlaması ve çok kere de kendini haklı görmesidir.
Aklın iman konusu ile olan ilişkisi, onun inanma olayında üstlendiği yargılayıcı rolden kaynaklanmaktadır. Peygamber denen yüce şahsiyetin ulaştırdığı vahiy, insanın önce duyularına, sonra da duyuları aracılığıyla aklına hitap eder. Akıl kendi imkan ve sınırları içinde bir muhakeme yaparak karar verir. Onun için ikna olmada akıl, duyulara dayanan sınırlı bir araçtır. Nitekim sınırlarını aşmaya kalkıştığı zaman büyük açmazlarla karşılaşır. Örneğin, Allah Teâlâ'nın, emrettiği abdesti mantıksal kritiğe konu yapan bir kimse eğer: “El, yüz ve ayakların yıkanmasına aklım eriyor, ama kolların yıkanmasında acaba ne hikmet olabilir ?” derse bunun cevabını bulamaz. Binaenaleyh akıl her zaman ölçü değildir. Aklın eksiklerini tamamlayan vahiydir. (Kitap ve Sünnettir.) Nitekim bu nedenledir ki henüz baliğ olmamış çocuk ile hiç bir ilahî mesaj almamış kimseler akıllı oldukları halde mükellef sayılmazlar; İbadetlerden, emir ve yasakları bilmemekten sorumlu değildirler. Ancak akıllı insan mesaj almamış olsa bile Allah Teâlâ'yı tanımak durumundadır.
Şimdi de evrensel gerçekler hakkındaki bilgilerin insanlara ulaşmasını sağlayan araçlardan üçüncüsüne bakalım.[1]