Elmalılı diyor ki: Hakka ve iyiliğe sevgi duymanın derecesi, bâtıla ve şerre karşı duyulan nefretin derecesiyle orantılıdır. Zaten afv ve bağışlama, ceza vermeye ve intikam almaya gücü yetenlerden sâdır olduğu takdirde bir değer ve anlam taşır. Afv denilen şey, hüküm giymiş ve sâbit olmuş olan bir cezayı uygulamaya koymamak veya cezayı gerektiren bir suçu hiç işlenmemiş saymak demektir. Suça ceza vermeye gücü yetmeyen bir zavallının "haydi seni affettim" demesi pek gülünç bir şey olur. Affedebilen her halükârda intikama gücü yetebilendir. Bunun aksi çelişki olur. Hak Teâlâ hayır ile şerrin bütün ilkelerine hâkim, hayır ve hidâyeti rahmetiyle himaye eden, kötülük ve hıyâneti de izzet ve intikamıyla gideren, izâle eden bir hayy ve kayyûm olduğundan dolayıdır ki, her hakkın himâyecisi, her hayırlı ümidin mercii olan bir hak ma’buddur. Binâenaleyh ma’budları zelil olanların kendileri de zelil olurlar. Üzülerek ve esefle söylemek gerekirse bazı kimseler bilmediklerinden veya şirkin mağlup olmasını istemediklerinden, "Biz şerre karşı intikama kaadir olan tanrı istemeyiz" diye hakkı inkâr ve bâtıla ilân-ı aşk ederler de kendi ma’budlarını âciz ve zelil, harîm-i ismetine ve hakkına tecâvüz olunabilir, hakkını ve hukukunu müdafaa edemez duruma düşürürler. Kötülükleri önleyemediği için insanların keyfi nasıl isterse, kendi isteğine göre sevilebilir, bazı sıkıntılı zamanlarda okşanıp o zavallı güzelliğinden bir ilham, bir teselli alınabilir bir bebek veya bir zavallı tanrı görmek isterler. Putperestlerin fetişleri ve putları böyle olduğu gibi, sonraki hıristiyanların Hz. İsa'yı böyle bir bebek, anası Meryem'i böyle bir sevimli bâkire, Cenâb-ı Allah'ı da, hayatta olduğu müddetçe yarattığı Âdemoğullarını, ataları Âdem'den kalma ilk günahtan kurtarmaya, arındırmaya bir türlü çare bulamamış ve nihayet oğlunun bedenine girerek bizzat kendisi gelmiş, kendini ve oğlunu fedâ edip kâfirlere kurban ettirmiş, ancak bu kurban ve bu fidye karşılığında kendisine tapınanları kurtarmış, sonra birkaç gün içinde önce oğlunu tekrar diriltip göklere kaldırmış ve işte böyle bir iyilik etmek için nelere katlanmış; kendisini ve oğlunu feda etmeye râzı olmuş, çaresizlik ve zorunluluklar karşısında fedakârlığın en büyük örneğini göstermek için, en büyük iyiliği oğlu ile birlikte kendini de fedâ ve yok etmekte bulmuş, var yok, yok var olmuş durumunda ihtiyar bir baba farz ederek bir inanç ortaya çıkmıştır.
Buna göre, O bir var, aynı zamanda yok; fânî, aynı zamanda bâkî; âciz, aynı zamanda kaadir; bir, fakat aynı zamanda üç; üç, fakat aynı zamanda bir ma'bûd olmak üzere "Ekanim-i selâse," üç ögeden mürekkep üçlü bir tanrı inancına sahiptirler. O ilk günahtan kurtulup selâmete ermek için aklı ve nefsi bu teslis inancına feda etmek gerektiğini ve bu fedakârlığı yapmanın bu imanın şartı ve necat sebebi olduğunu iddia ederler ki, bütün bunlar ma’bûd ve kulluk fikrini hafife almaktan öte bir şey değildir ve aklen ve naklen zâhir ve bâhir olan Hakk'ın delillerine karşı saygısızlıktır, küfürdür. Her şeyden önce insanlar için günahı ve günah işlemeyi yaratılıştan kaynaklanan bir zarûret kabul ederek, onu mutlaka işlemek gerektiğine karar vermek, sonra da o günahın her ne olursa olsun sonuçta affedilmesi mümkün değilmiş veya cezalandırılması kabil değilmiş de büyük bir felâketi gerektiriyormuş olduğunu itiraf eylemektir. Ayrıca bu cezâdan ve felâketten kurtulmak için yegâne çare olmak üzere, esasen ona ceza verecek olan ve zaten vermek hakkına ve yetkisine sahip bulunan en yüce makamı, son mercii de yok edip ortadan kaldırmak ve böylelikle ceza korkusundan da büsbütün kurtulmak ve ondan sonra doya doya günah işleyip, kendi yaptığı günahların cezasını da başkasına, daha doğrusu yaratıcıya yükletmek demektir.
İşte Hıristiyanlıktaki teslis (üçlü ilâh) inancının bütün sonuçlarıyla ve ayrıntılarıyla anlamı, böyle bir nefiydir, yani hak ma’bûd olan Allah'ın bazı önemli sıfatlarını ve özelliklerini inkârdan veya birbirine karıştırmaktan doğan bir inanç muammâsıdır. Hz. İsa hiçbir zaman Allah hakkında böyle bir inanca dâvet etmemiştir, ancak babasız bir çocuğun peygamberliğe mazhar kılınmış olarak bir kutsal ruhla birlikte mûcizeler göstermesi, akılları ve teknikleri âciz ve hayran bırakacak şekilde ölüleri diriltip, hastalara şifâ vermesi, sadece onun hak peygamberliğine ve temiz yaratılışına delil sayılan açıklamaları ve öğretileri, hakikat kabul edilip, ilk hıristiyanların yaptığı gibi, onun tâlimâtına uyulacak ve Allah'ın birliği inancı üzere yürünecek yerde, bir müddet sonra bu mûcizeler ve bu hârikalar şüphelerle dolu esrârengiz ve içinden çıkılmaz bir muammâ haline sokularak ve İncil'de "merhametli yaratıcı" mânâsına gelen “eb” (baba) eşanlamlı ve müteşâbih isminin “vâlid” (gerçek baba) mânâsına te’vil edilip bunun arkasına düşülerek ve bu anlama hulûl ve ruhun ölmezliği nazariyeleri ilâve olunarak, İsa'nın insanüstü ve tanrı oğlu tanrı olduğu ve onun bedenine giren babası ile beraber fânî olup gittiği ve bu sebeple insanların da kurtulduğu ve binâenaleyh yoklukta birleşen bu ekanim-i teslisin ruhları ancak bundan dolayı takdis edilmek gerektiği tarzında dinin temel ilkesi sayılmıştır. İşte bu yola sapılması, Hıristiyanlığı gizlice ta temelinden değiştiren, ters yüz eden bir tahrif olmuştur ki, bunun başlangıcı gizli toplantılara ve ilk İncil tercümelerindeki tahriflere, sonu da meşhur İznik konsilinde alınan kararlara dayanır. Yani teslis inancı, Hıristiyanlığın kaynağından gelen öz inanç ilkesi değildir, müteşâbihata uymak sûretiyle ictihâda bağlı olarak tahriften kaynaklanan bir batıl inancıdır. Bundan dolayı Hıristiyanlar İncil'in metnine ve âyetlerine önem vermezler de "biz onun ruhunu, özünü gözetiyoruz" diyerek İncil nüshalarını her zaman ve sürekli olarak yeniler ve değiştirirler. Durmadan onun müteşabihâtıyla oynarlar.
İncil'de Cenâb-ı Allah'a "baba" denildiği bilinmeyen bir şey değildir. Fakat İncil de dâhil olmak üzere bütün semâvî (ilâhî) kitapların ve semavî dinlerin üzerinde ittifak edip birleştikleri bir husus vardır ki, o da ilk sebep olan Allah Teâlâ'nın "Yaratan" olması ve maddeye muhtaç olmaksızın kâinatı sırf kendi kudretiyle yoktan halketmesi inancıdır. Hatta Avrupa felsefesi tarihleri bu inancın felsefeye ancak Hıristiyanlıktan girmiş olabileceği görüşündedirler. Bu ise gerçek illiyet ve sebebin ancak üreme ve sudûr yoluyla olması nazariyesinin tamamen zıddıdır. Gerçekten de üreme nazariyesi, başlangıcında bir çelişkiden kurtulmak ihtimali bulunmayan bir nazariyedir. Tevlid denilen üreme olayı âdi illetler için geçerli olabilirse de, gerçek anlamda illiyet yaratma ve ibdâ' etme demektir. Bundan dolayı İncil'de Cenab-ı Allah için kullanılmış olan "eb" kelimesi, gerçek anlamıyla "vâlid" (baba) demek olamayacağı için “hâlik ve mükevvin” (yaratan ve var eden) demek olduğu her din mensubu gibi Hıristiyanlar için de her türlü şüphe ve tereddütten uzak bir inanç olması gerekirdi. Elbette düşmanları tarafından durmadan ve sürekli olarak "babasız" diye itham edilmek istenen Hz. İsa'ya, bu kelimenin kullanılmasına müsâade buyurulması onun hakkında Allah'ın bir rahmeti ve özel bir iltifatı olduğunda nasıl şüphe yoksa, Hz. İsa'nın "babam" dediği zaman "rahim olan Rabbim, halikim" demiş olduğunda da hiç şüphe yoktur. Binâenaleyh Hıristiyan babaların, müteşabihâta uyarak bu kelimeyi bu kadar engel bulunmasına rağmen lügat anlamıyla alıp gerçek "baba" mânâsına te'vil etmeye çalışmaları da yaratılış inanç ve nazariyesiyle bağdaştırılması mümkün olmayan bir çelişkidir.
İşte Kur'ân, Allah'ın zatı ve sıfatları hakkında aklen ve naklen sâbit ve apaçık bulunan ve bu meseleyi temelden çözüme kavuşturacak olan temel gerçekleri, Bakara Sûresi'nden özetleyerek bir belge halinde ortaya koyduktan sonra buna aykırı olan bâtıl görüşleri ayıklamak ve bu arada hıristiyanların böyle Allah'a ve Allah'ın âyetlerine karşı revâ gördükleri tecâvüzkâr tutumlarını, bütün incelikleriyle ve temeldeki yanlışlarıyla reddetmek ve geçersiz kılmak ve bunları, red ve iptal gayesiyle de olsa tek tek sayılıp dökülmesinin Kur'ân ahlâkının nezâhet ve vakarıyla bağdaşmayacağını anlatmak ve aynı zamanda irşadın faydasını daha da geniş tutmak için hepsinin de ilâhî âyetleri inkâr anlamı taşıdığını ve küfür kavramı altında birleştiğini özetle göstererek “Lehum azâbun şedîdun. Vallahu azîzun zu’ntikam” şeklinde uyarıda bulunmuş ve işin varacağı sonucu açıklamıştır.
Ma’bûd, kelimesinin anlamını çirkin ve yakışıksız bir yorumla tefsir etmek, muhkemâtı inkâr eylemek, ilk günahı bağışlamaya gücü yetmemek, tevlîd, yani çocuk edinmek, tecessüd yani bedene bürünüp görünmek, kendini feda etmek, ancak böyle inanıldığı takdirde kurtuluşa erileceğini ummak gibi teslis inancı ile ilişkili olan küfür şekillerinin hepsine karşı hakkın bir kılıç darbesi olan “Vallahu azîzun zu’ntikam” furkanı, hakkı alçaltmaya cüret edenlerin sonuçta mutlaka yenilgiye uğrayacaklarını ilan eden bir ilâhî furkandır. Fakat şu da iyi bilinmeli ki, hayy ve kayyûm olan, kitap indiren, akıllara hidâyet veren ve mutlak anlamda güçlü olan Allah'ın intikamı, sizin bildiğiniz cinsten aşağılık, ahlâksızca, çirkin, câhilâne, hâince bir intikam değil, savunması yapılabilir cinsten bir intikam da değildir. Bütünüyle hakikat, hikmet ve izzet olan ve sonsuz bir kudretin ve irâdenin gereği bulunan ve hiçbir noktada cehâletle ilişkisi bulunmayan, çok hakîmâne bir intikamdır. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y. c. 2, s. 299-301)
Seyyid Kutub diyor ki: Hıristiyanların sapık düşüncelerine gelince, Kur'an onların bu inançlarından; "Allah, üç ilâhın üçüncüsüdür", "Allah Meryem oğlu Mesih'tir" sözlerinin yanında, Mesih'i ve annesi Meryem'i Allah'ın dışında iki ilâh olarak benimsediklerini, keşişleri ve râhiplerini de kendilerine Rab'ler olarak kabul ettiklerini haber vermektedir.
T.V. Arnold'un İslâm'a Çağrı adlı eserinde de bu düşüncelerin bir kısmına rastlanmaktadır: "Jüstinyen, İslâm'ın ortaya çıkışından yüz yıl önce Roma İmparatorluğu'nda halkın birliğini bir dereceye kadar sağlamayı başarmıştı. Fakat onun ölümünden sonra bu birlik hemen dağıldı. Bunun üzerine devletin başkenti ile diğer vilayetler arasında bir bağın kurulmasını sağlayacak ulusal ortak bir bilince şiddetle ihtiyaç duyuldu. Bu amaçla birtakım çalışmalar yapmasına rağmen Herakliyüs Şam'ı tekrar merkezî hükümete bağlamayı tam anlamıyla başaramadı. Birliği sağlamaya yönelik benimsenen tüm vasıtalar bölünmeleri yok edeceği yerde bu anlaşmazlıkları daha da arttırıyordu. Ortalıkta dinî duyguların dışında ulusçuluk bilincinin yerine geçebilecek başka bir şey de yoktu. Bu yüzden inancı; gönülleri huzura kavuşturacak, birbiriyle kıyasıya savaşan ve birbirine kin besleyen gruplar arasındaki düşmanlık ateşini söndürecek şekilde yorumlamaya yöneldi. Dine karşı çıkanlarla Ortodoks kilisenin arasını bulmaya ve daha sonra da onlarla merkezi hükümetin birliğini sağlamaya çalıştı.
Miladi 451 yılında Halkadonya'da (İznik) toplanan Konsül'de şu karar alınmıştı: "Mesih'in, birbirine karışmayan, değişmeyen, bölünmeyen ve ayrılmayan iki tabiata sahip olduğu kabul edilmelidir. Bu iki tabiatın birleşmesi nedeniyle onların ayrı ayrı olduğunu iddia etmek mümkün değildir. İşin doğrusu, her iki tabiat kendi özelliklerini muhâfaza ederek bir tek bedende birleşmiştir. İki parçanın tek bir cesette birleşmesi sonucunda Oğul Allah ve Ruh'ul Kuds meydana gelir." Yakubiler (Bunlar, Yakub el-Barazii'ye tâbi olanlardır ki hıristiyanlıkta tek Allah nazariyesini savunurlar -er-Râid, s. 1634-) bu toplantıda alınan kararları reddettiler. Onlar Mesih'te yalnız bir tabiatın varlığını kabul ediyorlar ve: "Mesih, tüm unsurları kendisinde toplamıştır; hem İlâhî hem de beşerî tüm niteliklere sahiptir. Fakat bu nitelikleri taşıyan madde ikilik kabul etmez, aksine unsurların toplandığı bir bütünlük arz eder" diyorlardı. Herakliyüs'ün Mesih'i "Üçten biri" olarak kabul ettiği mezhebi halka benimsetmeye çalıştığı bu dönemde, Ortodokslarla, özellikle Mısır, Şam ve Bizans İmparatorluğu sınırları dışında yaşayan Yakubiler arasında yaklaşık iki asır sürecek bir mücadele başladı. Jüstinyen'in benimsediği mezheb ise, bir yandan iki tabiatın varlığını kabul ederken diğer yandan da bu iki tabiatın Mesih'in bedeninde, tek bir varlığa dönüştüğünü ileri sürüyordu. Onlara göre Allah'ın oğlu olan Mesih ilâhî ve beşerî kuvvetleri kendinde toplamış bulunan tek bir varlıktı. Bu ise, beden halinde somutlaşan bu şahsın içinde tek bir irâde olduğu anlamına geliyordu. Fakat Herakliyüs de, barışın temellerini atmaya çalışan pek çok ıslahatçının âkıbetine uğramaktan kurtulamadı. Çünkü iki mezhep arasındaki mücadeleyi bir an olsun durduramadığı gibi, bu savaşı daha da şiddetlendirmiş ve bizzat kendisi de üçüncü bir taraf olup diğer iki grubun öfkesini üzerine çekmiş ve Allahsız olarak damgalanmıştı."
Aynı şekilde Hıristiyan bir araştırmacı olan Canon Taylor İslâm'ın ortaya çıktığı sırada doğu hristiyanlarının durumunu şöyle ifade ediyor: "O dönemde insanlar gerçekten müşrikti; Azizlerden, keşişlerden ve meleklerden bazılarına tapıyorlardı "(Hasan İbrahim ve iki arkadaşı tarafından yapılan tercüme sayfa 52-53). Müşriklerin inançlarındaki sapıklıklara gelince; Kur'an, onların cinlere, meleklere, güneşe, aya ve putlara taptıklarını bildiriyor. Onların inançlarında en hafif sapıklık olarak değerlendirilebilecek sözleri şöyledir: "Biz, putlara ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz."
İşte birkaç örnekle değindiğimiz bu bozuk ve sapık düşüncelere İslâm şiddetle karşı çıkmış ve onların tutarsızlığını açık ve kesin bir biçimde ortaya koymuştur: "...O, kendinden başka bir ilâh bulunmayan, diri ve yarattıklarını gözetip yöneten Allah'tır." İşte bu, hem düşünce ve hem de inançta yol ayrımı olduğu gibi yaşam biçimi ve ahlâkta da yol ayrımıdır. Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan tek Allah'a inanan ve gerçek hayatın tek sahibi; Hayy olan, her varlığın, her canlının kendisiyle ayakta durup O'nunla varlığını sürdürdüğü Kayyum olan bir Allah bilincine eren bir insan düşünün. Bu varlığın bilincinde olan bir insanın yaşam biçimi ve hayat düzeni ile, tüm duygularını sözü edilen çarpık ve tutarsız düşüncelerle bulandırmış, vicdanında hayatına hükmeden ve onu yönlendiren ulûhiyet hakkında hiçbir his kalmamış bir insanın yaşam biçimi ve hayat tarzı temelde ayrı olması gerekmektedir.
Apaçık ve tertemiz Tevhid inancının yanında Allah'tan başkasına kulluğa yer yoktur. Ne hukuk ve düzende, ne eğitim ve ahlâkta, ne de ekonomik ve sosyal alanda Allah'tan başkasından yardım dilemeye ve O'na şirk koşmaya yer yoktur İslâm'da. Kısaca ne bu dünya için ne de ahiret hayatı için Allah'tan başkasından yardım dileme yoktur bu dinde. Gerçeğinden saptırılmış, doğru ve açık olmayan temeller üzerine kurulmuş bulunan düşüncelerde ise, ne hukuk ve düzende, ne eğitim ve ahlâkta ve ne de sosyal ve ekonomik alanda... Bunların tamamında... Ama tamamında ne bağlanılacak taraf ve ne de durulabilecek bir yerden söz edilebilir. Bu düzenlerde ne helâl ve haramın, ne de doğru ve yanlışın sınırı belirlenmiştir. Emirlerin kendisinden alındığı, yönelmenin kendisine doğru olduğu, itaat, kulluk ve teslimiyetin yalnız kendisine yapıldığı otorite açıklık kazanıp tek olarak kabul edildiğinde her şey netleşir ve âhenk kazanır. Bu nedenle bu yol ayrımında kesin bir tavırla karşılaşıyoruz: "O, kendinden başka bir ilâh bulunmayan, diri ve yarattıklarını gözetip yöneten Allah'tır."
Onun için bu yalnız bir inanç ilkesi değil, İslâmî hayatın yapısını ortaya koyan, Onu diğer yaşam biçimlerinden ayıran temel ilke olmuştur. İslâmî hayat, bütün ilke ve kurallarıyla İslâm düşüncesinin bu net ve kesin olan Tevhid inancından kaynaklanır. Tevhid, pratik hayata tesiri olmadığı sürece gönüldeki inanç olarak da gerçekleşemez. Allah'tan gelen hukuk düzeni ve Tevhid inancı hayatın her alanında kendini gösterdiği an, Tevhid, anlam kazanır. Allah'ın zatı ve sıfatlarında tek olduğu ilan edilip diğer hayat düzenleriyle bu dinin ayrılış noktaları açıklandıktan sonra, bütün insanlık tarihi boyunca beşerî hayatın düzenlenmesi için gönderilen peygamberlerin, kitapların ve dinlerin de bu tek kaynaktan geldiği açıklanıyor:
"...Sana daha önceki semavi kitapları onaylayan hakk içerikli kitabı indirdi. Daha önce de insanlara doğru yolu göstermek için Tevrat'ı ve İncil'i indirmişti. Doğru ile eğriyi birbirinden ayıran bu kitabı da aynı amaçla indirdi. Allah'ın âyetlerini inkâr edenleri ağır bir azap beklemektedir. Hiç kuşkusuz Allah üstün irâdeli ve intikam alıcıdır." Bu âyetin birinci bölümü, İslâm inancının temel ilkelerinden bir kısmını kapsaması yanında, Hz. Muhammed'in peygamberliğini ve O'nun Allah tarafından getirdiği gerçekleri reddeden ehl-i kitab ve diğer inkârcıların iddialarını da çürüten ifadeleri içeriyor.
Peygamberlere gönderilen kitapların tek bir kaynaktan gönderildiği bildirilen âyet-i kerimede şöyle deniliyor: "Daha önce de Mûsâ'ya Tevrat'ı, İsa'ya da İncil'i indiren kendisinden başka ilâh olmayan, hayatın ve kudretin yegâne kaynağı yüce Allah'tır sana bu Kur'an'ı indiren." O halde ulûhiyet ve ubûdiyeti birbiriyle karıştırma veya aynı bedende birleştirmeden söz edilemez. Ortada, kulları arasından seçtiği bazı kimselere kitap veren tek bir ilâh ve bir de o kitapları teslim alıp kabul eden Allah'ın kulları vardır. Sonuçta onlar Nebi de olsalar Resul de olsalar Allah'ın kullarıdırlar.
Âyet-i kerime, Allah katından indirilen kitaplarda yer alan dinin ve hakkın da aslında bir olduğunu açıklıyor. "Sana daha önceki semavi kitapları onaylayan hakk içerikli kitabı indirdi." Bu kitapların her biri aynı ortak amacı hedef almaktadır; "İnsanlara doğru yolu göstermek". Daha önce hıristiyan bir yazar olan S.W. Arnold'un "İslâm'a Çağrı" adlı kitabından yaptığımız alıntıda örneğini gördüğümüz gibi, bu kitap, aynen kendinden önce indirilen kitaplardaki Hakkı içeren ve insanların hevâ ve heveslerinin ürünü olan düşünce ekolleri ve siyasal akımların etkisiyle bu kitaplara karıştırılan saptırmaları ve şüpheleri gerçek olandan ayrıştıran "Furkan"dır.
Âyet-i kerimede kapalı bir üslûpla ehl-i kitabın yeni gelen peygamberi ve peygamberliği yalanlamasının tutarlı bir yanı olmadığı belirtilmekte. Zira bu yeni Risalet de kendisinden önceki Risâletlerin metoduna bağlı kalmakta; getirdiği kitap da daha önceki kitaplar gibi Hakk ile indirilmektedir. Bundan önceki kitaplar insanların arasından bir elçiye indiği gibi bu kitap da insanlardan bir elçiye indirilmiştir ve bu yeni Risâletin kitabı Allah'tan gelen kendisinden önceki kitapları doğrulamakta; diğer kitapların kanat gerdiği Hakkı bu kitap da koruma altına almaktadır. Üstelik bu yeni kitabı da kitap indirmede tek yetki sahibi olan Allah indirmiştir. İşte bu kitap, insanların inanç hakkındaki düşüncelerini, hayat düzenlerini, ahlâk, eğitim ve yasalarını belirleyen ve elçisine indirdiği kitap doğrultusunda temelden kurma hakkına sahip olan Allah tarafından indirilmiştir.
Ayetin ikinci bölümü ise, Allah'ın ayetlerini inkâr edenlere korkunç bir tehdit yöneltmekte, Allah'ın kudretini, üstünlüğünü, azap ve intikamının dehşetini onlara göstermektedir. Allah'ın ayetlerini kabul etmeyenler bu tek gerçek dini bütünüyle reddedenlerdir. Daha önce kendilerine indirilen Allah'ın kitabından sapmış olan ve bu hareketlerinin sonucu olarak, Hakk'ı batıldan apaçık bir şekilde ayıran, bu yeni kitabı da yalanlama yoluna sapan ehl-i kitab, burada küfürle nitelendirilmekte; Allah'ın dehşet verici azabı ve kaçıp kurtulmanın mümkün olmayacağı intikamıyla tehdit edilenlerin başında yer almaktadırlar. Bu azap ve intikam tehdidinin hemen ardından da kendisinden hiçbir şeyin gizli kalmadığı, hiçbir sırrın gizlenip kaçırılamadığı Allah'ın sınırsız bilgisi vurgulanmaktadır: "Hiç şüphesiz, ne yerde ve ne gökteki hiçbir şey Allah için gizli değildir." Burada, Allah'ın hiçbir şeyin kendisinden gizli kalmadığı sınırsız ilim sıfatıyla vasıflandırılması, sûrenin başında yer alan ulûhiyet ve otorite birliği kavramlarıyla uyum arz ettiği gibi bir önceki âyette dile getirilen korkunç tehditle de âhenk içindedir. "Ne yerde ne de gökte" tüm genişliğine ve sınırsızlığına rağmen hiçbir şey Allah'ın bilgisinden kurtulamayacaktır. Öyleyse niyetleri O'ndan gizli tutmak mümkün olmadığı gibi, tuzakları örtbas etmek de mümkün olmayacaktır. O'nun o şaşmaz cezasından, her şeyi en ince ve gizli yönlerine varıncaya kadar kuşatan engin bilgisinden kaçma imkânı yoktur.
Ne yerde, ne de gökte hiçbir şeyin kendisine gizli kalmadığı, her şeyin en ince ve gizli taraflarına varıncaya kadar bilinen kapsamlı bilginin ışığı altında insanların duygularına hassas ve engin bir şekilde temas edilmekte; gayb âleminin bilinmezliği ve ana rahminin karanlığında insanın hiçbir bilgisi, gücü, kavrayışı olmadığı mahiyeti bilinmeyen yaratılışa değinilmektedir: "Size döl yataklarında dilediği biçimi veren O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. O üstün iradeli ve hikmet sahibidir." Böyle "şekillendiriyor sizi". Allah insanı kendi mutlak iradesi ve isteğiyle beşerî vasıflar doğrultusunda şekillendiriyor, o dilediğini yapar; O'ndan başka ilâh yoktur; Aziz'dir; yaratma ve şekil vermede güç ve kudret sahibidir; Hakim'dir; yarattığı ve şekil verdiği mahlûkatının işlerini kendi hikmetiyle hiçbir yardımcı ve ortağa ihtiyaç duymaksızın idare edendir.
Bu noktaya temas edilmekle hıristiyanların, Hz. İsa'nın (selâm üzerine olsun), yaratılışı ve doğumu hakkında yaydıkları şüpheler aydınlanmaktadır. Buna göre; İsa'ya "dilediği" şekli veren Allah'tır. Yoksa Hıristiyanların ileri sürdüğü gibi İsa; Rabb, Allah, Oğul ya da beşerî ve ilahî nitelikleri aynı anda üzerinde toplayan üç varlıktan biri değildir. Aynı zamanda O, zihinlerin rahatça kavrayabildiği apaçık Tevhid düşüncesinin karşısına çıkan saptırılmış ve gizemli bir nitelik kazandırılmış düşüncelerin ileri sürdüğü gibi anlaşılması zor bir şahıs da değildir. (Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an)