Çeşitli müslüman grup ve tarikatların liderlerinin büyük bir heves ve istekle, şirk yönetimlerinin önde gelen kadrolarıyla, laik partilerin liderleriyle uzlaşmak ve birlikte olmak için yarışmaları, dikkat çekici boyutlara ulaşmış bulunmaktadır. Allah’a ve Allah’ın dinine karşı olanların yanında izzet ararken kaçınılmaz olarak zillete düşen çok sayıda şeyh, hoca, üstad, âbi, bu zillet ortamında, rahatsız edici, uzlaşmacı tavırlarla, İslâm’ın mazlum halk nezdinde yanlış tanınmasına, âdil, emin, güvenilir nitelikleri taşıması gereken İslâmî kimliği, peygamberî örnekliği ayaklar altına alacak derecede sapmasına yol açmışlardır.
Tâğûtî sistemi, devleti, hükümet, parlamento ve diğer kurumları ve bunların kadrolarını benimseyen, bunlarla uzlaşan ve bunların söylemlerini, ideolojik yaklaşımlarını, kavram ve kurumlarını paylaşarak, bunlarla ortak zeminlerde buluşup birlikte görünmekten haz duyan, böylece itibar ve izzet kazanacağını zanneden pekçok müslüman grup ve tarikat önderi, akademisyen ve entelektüele rastlamak mümkündür. Maalesef son yıllarda ve özellikle 28 Şubat sonrasında çeşitli hesap, endişe ve dünyevî çıkarlar sebebiyle bu sayıda büyük artışlar görülmektedir. Müşriklerden izzet kazanacağını zanneden, izzetin tamamının Allah’ın yanında olduğunu unutan nice müslüman ortaya çıkmıştır.
Bireysel ve toplumsal alanda İslâmî değişimin ilk basamağı, tâğutu, tâğûtî sistem, ideoloji ve buna dayalı kurum, kural ve kadroların reddi, bunlardan berâetin ilân edilmesi, “velâyet”in sadece Allah’a ve mü’minlere tahsis edilmesidir.
Tıpkı Firavun’un yanında yer almaya zorlanan kitleler gibi, ondan sonra da geniş mazlum kesimler İslâmî olmayan iktidarların yanında yer almaya ya zorlanmışlar ya da bazı payandalar vâsıtasıyla iknâ edilmişlerdir. Bilindiği üzere, Firavun’un iktidarının sürekli olabilmesi, ayakta kalabilmesi için Hâmân ve Karun’un desteği sözkonusu olmuştur. Ondan sonraki dönemlerde ve bugün de İslâmî olmayan zâlim otoritelerin ayakta kalmasının en büyük destekçilerinden biri yine büyük sermaye çevreleri (yani Karun), diğeri ise geniş müstaz’af kesimlerin kafalarını bulandırarak onları kandırıp iknâ ederek bu otoritelerin yanında yer almaya sevkeden (Hâmân veya Bel’am konumundaki) sözde din adamları, teşkilât liderleridir.
Resmî din oluşumuna katkıda bulunmak, hak ile bâtılı karıştırarak kafaları bulandırmak sûretiyle geniş halk kitlelerinin laik rejimin yanında uzlaşmacı bir konuma sürüklenmelerine sebep olan bazı hoca efendi, şeyh, âbi olarak nitelendirilen şahsiyetleri günümüzde çok yaygın olarak görebiliyoruz.
Yani Firavun-Hâmân-Karun üçlü ittifakı günümüzde laik yönetimler-Bel'am tipli mollalar-büyük sermaye ittifakı ile sürdürülmekte ve insanların net bir Kur'ânî anlayışa, tevhidî bilince ulaşmasının önü kesilmeye çalışılmaktadır. Kâfir iktidarların yanında yer alarak onlara meşrûiyet kazandırma gayretiyle Karun ve Hâmân her dönemde bu çizginin takipçisi temsilcilerini bulmaktadır.
Ebû Hanife, İmam Mâlik ve Ahmed bin Hanbel, İbn Teymiyye gibi âlimler hayatları pahasına ilimlerinin gereğini yerine getirip zâlim iktidarlara destek vermekten, zâlim sultanın yanında yer almaktan ve böylece ona meşrûiyet kazandırmaktan uzak dururlar. Her türlü baskı ve işkenceye rağmen hakkı haykırmaktan vazgeçmezler. Hak ile bâtılı karıştırmaya yanaşmazlar. İslâmî bilgiye sahip olan diğer bazı âlimler ise iktidarların câzibesine kapılarak veya baskılarından çekinerek, zâlim sultanların tekliflerine uzun süre direnemezler. Emevî, Abbâsî, Selçuklu, Osmanlı saltanatları, istisnâî olarak dürüst, âdil şahsiyetler de yönetimlere gelse, genelde zâlim olma vasfını taşımışlardır. Ve bu âdil olmayan yönetimler, Ebû Hanife'nin öğrencisi Ebû Yusuf'un sultanların emrindeki adâlet mekanizmasının başında görev kabul etmesinden itibaren meşrûiyet kazanmışlardır.
Daha sonraki dönemlerde bu meşrûiyet daha da genel bir kabul görmüştür. Böylece iktidardan yana olmak, zâlim de olsa iktidarlara başkaldırmamak bir gelenek halini almıştır. Cumhuriyet dönemiyle birlikte, laik ve batıcı bir tercihin baskıyla halka dayatılması üzerine, önemli ölçüde sarsılan bu meşrûiyet ve iktidara başkaldırmama geleneği, 1950'li yıllardan itibaren zâlim tek parti yönetimine alternatif olarak çıkarılan DP iktidarı ile birlikte tekrar aynı çizgiye oturmuştur.
Dine karşı açık tavır alan CHP zulüm iktidarı, halkta var olan iktidardan yana olma eğilimlerini önemli ölçüde törpülemiş, asırlardır ilk defa sınırlı da olsa bazı kitleler gayri İslâmî olarak nitelendirdikleri iktidarın karşısına geçebilmişler, karşısına geçme cesaretini gösteremeyenler de tasvip etmekten uzak durmuşlardır. Bu sebepten dolayı da laik-kemalist rejim 1950'li yıllara kadar bir türlü yerine oturmamış, istikrara kavuşamamıştır. 1950'li yıllardan itibaren bu zulüm yönetimine alternatifmiş gibi sunulan DP, sanki daha İslâmî ve daha âdil bir alternatifmiş gibi takdim edilmiştir. Müslümanlara daha hoşgörülü bakan ve Arapça ezan gibi birkaç İslâmî motifle müslümanların gönlünü kazanan bu parti, CHP'nin içinden çıkmış, aslında aynı şekilde laik, kemalist ve batıcı bir parti olduğu halde, insanlar tek parti yönetiminin zulmünden bıkmış olmanın yol açtığı bunalım ve can havliyle yılana sarılmış ve iktidardan yana bir konuma, yani tarihî geleneğe tekrar sürüklenmişlerdir. Laik rejim de ancak DP iktidarından sonra oturabilmiş, halk ancak bundan sonra rejimle uzlaşabilmiştir. Böylece müslüman kimliğini inkâr etmeyen bu ülke insanı, tarihî birikimin istikametinde yeniden iktidardan, statükodan yana, sağcı bir konumu benimsemiştir. 1980'lerden itibaren sağcılıkla İslâm'ın bağdaşmayacağını farkedenler, sağcılıktan ayrışarak tevhidî çizgiye gelirken, 28 Şubat sonrası bazılarında da tekrar iktidardan ve iktidar yetkilerini ellerinde bulunduran kadrolardan yana olma eğilimleri güçlenmeye başlamıştır.
Laik, batıcı sistemden, laik devletten ve onun kanunlarından, hayat modelinden beraatini ilan etmiş, izzet ve şerefin gayri İslâmî devlet ve kadroların yanında olmadığının bilincine varmış az sayıda müslümanın istikrarlı ve ilkeli tutumlarının devamı için duâ ediyoruz.
Rabbimiz, 48/Fetih sûresi 29. âyette mü'minler için; "... Kâfirlere karşı zorlu/şiddetli, kendi aralarında ise merhametlidirler" ifâdesini kullanırken, bazı müslüman gruplar kâfirlere karşı merhametli, hoşgörülü; mü'minlere karşı ise oldukça uzak, şiddetli ve horlayıcı bir yaklaşım içinde olabiliyorlar. Kâfirlere yakınlaşma, onlarla beraberlik ve dostlukları Allah Teâlâ çok sayıda âyetinde yasaklamış, izzetin başka yerde aranmamasını, izzetin tamamının Allah'ın yanında olduğunu da ikaz etmiştir. 60/Mümtehıne sûresi 4. âyet-i kerîmesinde şöyle buyurmaktadır: "İbrâhim ve onunla beraber olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kendi kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizlerden ve Allah'ın dışında tapmakta olduklarınızdan berîyiz (gerçekten uzağız). Sizi (artık) tanımayıp inkâr ettik. Sizinle aramızda, siz Allah'a bir olarak iman edinceye kadar ebedî bir düşmanlık ve bir kin başgöstermiştir..." Bu dinî ikazlara rağmen, nice müslüman cemaat ve gruplar, İslâm düşmanlarıyla beraber olabiliyor, “biz sizden farklı değiliz; biz de demokratız, biz de laikiz, hatta biz de Atatürk’ü seviyoruz” mesajını vermeye, onların yanında izzet ve şeref kazandıkları, onlarla birlikte görünmek sûretiyle itibar elde ettikleri inancıyla, güç gösterisinde bulunmaya çalışıyor.
Dünyevî hesap ve endişelerini, kulluk bilinci ve âhiret hesabının önüne alanlar, bu tercihlerinin kaçınılmaz bir sonucu olarak, zâlimlerin saltanat ve makamlarını kutsamalarına, laik rejimin önder kadro ve kurumlarını üstün ve önemli görerek komplekse düşmelerine yol açan bu serüvenin içine sürüklenmişlerdir. İslâm’a hizmet amacıyla, ümmetin maddî imkânlarıyla oluşturulan okul, yurt, kurs vb. araçları amacın yerine ikame edenler, bu araçları muhâfaza edebilmek, daha da büyütebilmek uğruna, amacı, yani Allah’ın dinini fedâ etmekten çekinmeyecek sapmalara yönelmişlerdir. İşte bu süreçte, giderek laik devletin makam ve mevkilerini kutsamak, rejimin üst kadrolarında yer alanları büyük görüp aşırı önemsemek sebebiyle düştükleri aşağılık kompleksiyle, izzet ve itibarı onların yanında aramak zilletine düşmüşlerdir.
Maalesef her geçen gün nice müslümanın sisteme doğru savrulmakta olduğunu tesbit ediyoruz. Sistemin makam ve mevkilerini yüce görerek, oralardan izzet ve şeref uman bazı müslümanlar, kulluk bilincinden, tevhidî netlikten biraz daha uzaklaşmakta, âhiret bilinci ve hesap şuuru giderek biraz daha kaybolmaktadır. Hak ile bâtıl sürekli birbirine karıştırılmaktadır. Böylece, belli bir gayretle oluşan İslâmî birikimler zamanla bu tür savrulmalarla hebâ olup gitmekte, İslâmî uyanış gelişiyor gibi görülse de, flûlaşma ve “gri”leşme sebebiyle net bir tevhidî bilinç seviyesine bir türlü, yaygın biçimde ulaşılamamaktadır. Müslümanlar veya müslüman olduklarını iddia edenler, iktidardan, laik sistemin politik, bürokratik kadrolarından yana tavırlara doğru kaymaya başladılar. Onları üstün görme kompleksiyle onlarla birlikte görünmenin kendilerine güç, itibar ve şeref kazandıracağını zannediyorlar. Laik politik veya bürokratik kadrolar veya laik entelektüeller, sanatçılar(!) vb.leriyle birlikte olduklarında, onları yücelten, onları ve görüşlerini önemseyen ve hatta onlara kendilerini kabul ettirebilmek için ilke ve ölçülerinde rahatlıkla tâviz veren onursuz ve kaypak tavırlar sergiliyorlar. İslâm’ın şiarlarını yüceltmeleri gerekenler, tam tersine ulusal bayrak, ulusal marş gibi unsurları kutsamak, önemsemek ve bunlara karşı ta’zimde bulunmakta birbirleriyle yarışıyorlar.
Laik rejimin ulularının, politik, bürokratik üst kadrolarının yakınında bulunmak, onlarla birlikte görünmek, onları toplantılarına dâvet edip güçlü olduğu imajı vermek sûretiyle itibarlarının, şereflerinin artacağını zannedenler giderek daha büyük zilletlere yuvarlanmışlardır. Sağcı, kapitalist, laik, ulusalcı iktidarların veya lider kadrolarının yakınında, hatta bu kadrolarla dostluk ilişkisi içinde görünerek izzeti yakalayacaklarını, itibar kazanacaklarını umanlar izzeti yanlış yerde aradıkları için, İslâmî tavırdan uzaklaşmışlardır. Zillet ise kaçınılmaz bir sonuç olmuştur. Rabbimiz bu husustaki uyarısını Nisâ sûresinde çok açık olarak yapmış bulunuyor. Ama ne yazık ki insanlar öğüt almıyor, hevânın arzuları istikametinde savruluyorlar. “Onlar mü’minleri bırakıp kâfirleri dost mu tutuyorlar; onların yanında izzet (şeref) mi arıyorlar? Bütün izzet (şeref), tamamen Allah’a âittir.” (4/Nisâ, 139). İzzet ve şerefin tamamı Allah’ın yanında iken, bir nebzesi bile kâfirlere, müşriklere verilmemişken, tam tersine bunlar pis de değil; “pislik” (9/Tevbe, 28) ve “hayvandan bile aşağı” (7/A’râf, 179) olarak nitelendirilmişken, müslüman olmayan liderlerin, yetkililerin yanında yer almakla izzeti yakalayacaklarını zannedenlerin çabasının boşa çıkması ve onlara yaklaşmakla Allah’ın yanından uzaklaştıkları için de izzet ve şereften tamamen mahrum kalarak zillete yuvarlanmaları kaçınılmazdır.
Münâfıkun sûresinde Rabbimiz aynı uyarıyı açarak tekrarlamaktadır: “Halbuki izzet (üstünlük ve şeref) ancak Allah’ın ve Peygamberi’nin ve mü’minlerindir. Fakat münâfıklar bilmezler.” (63/Münâfıkun, 28). İzzet ve üstünlük Allah’ın, Peygamberi’nin ve mü’minlerin yanında olduğu halde, müşrik önderlerin veya mevkî sahiplerinin karşısında komplekse düşüp veya korku, endişe ve dünyevî hesaplarla Peygamber’in bize sunduğu “güzel örneklik”le bağdaşmayan bir zillet içinde onların veya mevkîlerin üstün olduğu zehâbına kapılanlar, hallerini yeniden sorgulamalıdırlar. Bu tavırlarıyla, kâfirlerin yanında yer alarak, onlara meşrûiyet kazandırdırlarını, onları halk nezdinde akladıklarını bilmelidirler. Hem “Peygamber vârisi” olduğunu iddia edip hem de Peygamber’in “güzel örneklik” mirasına ihânet etme noktasından kurtulmalıdırlar. Peygamber’in yapmadıklarını (berî olduğu hususları, kâfirlerle uzlaşmayı, onlara izzet ve üstünlük tanımayı) hem de O’nun yolunda olduğunu iddia ederek yapmak, bir yandan Peygamber’e karşı çıkmak, diğer yandan Peygamberî çizgide yürüyen mü’minlerin yolundan ayrılmak tehlikesine sürükleyebilir. Böyle bir hale düşenler ise Rabbimizce cehennemlik olmakla tehdit edilmişlerdir: “Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber’e karşı çıkar ve mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yolda bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.”(4/Nisâ, 115).
Bu tehdidin muhâtabı olmak istemiyorsak, gerçek ve güçlü bir imanın gerektirdiği azim ve kararlılık içinde izzetli tavırlar ortaya koymalıyız. İşte gerçek üstünlük ve gâlibiyet böyle güçlü bir imanın tezâhürü olan net, tâvizsiz ve Allah yolunda riski göze alan fedâkâr tavırların sonucu olarak mü’minlerin olacaktır. Ve Rabbimiz bize bu müjdeyi vermektedir: “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten iman etmişseniz, üstün gelecek olan sizsiniz.” (3/Âl-i İmrân, 139). Rabbimiz, kendi hudutlarını tanımayarak hükümlerini benimsemeyerek aşırı gidenleri, tuğyan edenleri, “tâğut” olarak nitelendiriyor. Tâğût, İslâm dışı tüm güçleri, laik devleti, laik iktidarı, laik yöneticileri, laik partileri, laik kadroları, laik politik ve bürokratik mevki sahiplerinin tamamını kapsamına almaktadır. Rabbimiz: “Kim tâğutu inkâr edip (reddederek) Allah’a iman ederse, muhakkak ki o kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır.” (2/Bakara, 256) buyurmaktadır. Peki red ve inkâr etmedikçe gerçek bir iman sahibi olmamız bile mümkün olmayan, tâğûtî önderleri, kadroları nasıl benimseyebilir, kucaklayabiliriz? Nasıl onlara meşrûiyet kazandıracak birliktelikler oluşturabiliriz? Onları nasıl üstün görebilir, onlarla birlikte olmaktan nasıl izzet ve itibar bekleyebiliriz?
Gerçek üstünlük sebebinin “takvâ” olduğunu haykıran bir dinin (49/Hucurât, 13) müntesipleri olarak nasıl olur da laik, batıcı, ulusalcı, sağcı, solcu liderlerin, mevkî sahiplerinin, entelektüellerin üstün olduğu zehâbına kapılabiliriz ve nasıl olur da onlarla birlikte olmaktan itibar umabiliriz? Bir müslümana bile ancak İslâmî kimliği ve takvâsı sebebiyle değer vermesi gerekenlerin, laik sistem içindeki makam ve mevkîini dikkate alarak değer vermeleri, yani müslüman kardeşlerini bile laik sistemin verdiği unvanlarını esas olarak sıralamaya koymaları akıl alacak gibi değildir. Rabbımız şöyle buyurmaktadır: “Kim Allah’ı, O’nun Rasûlünü ve mü’minleri dost tutarsa (bilsin ki), gâlip gelecek olanlar, yalnızca Allah’ın taraftarlarıdır.” (5/Mâide, 56). Görüldğü gibi, gâlip ve üstün gelecek olanlar, kâfirleri dost edinip onların yanında yer alanlar değildir; gâlip ve üstün gelecek olanlar, sadece Allah’ı, O’nun elçisini ve mü’minleri dost edinip Allah taraftarı olma vasfı kazanmış olanlardır.
Genelde sistemin imkânlarından yararlananlarda nükseden hastalık, akademik çevrelerde ileri boyutlarda kendisini göstermektedir. Statükonun içinde birtakım makam ve mevkîleri elde etmiş olanlar, statükonun değişmesi halinde bunları kaybetme korkusu sebebiyle olsa gerek, giderek statükocu bir konuma geliyorlar. Bürokrat, politikacı ve patronların önemli kısmı, elde ettikleri makam, mevkî, mal mülk gibi imkânlarla statükoya eklemlenerek, ya bunları kaybetmek endişesi, ya da daha yükseğini, daha fazlasını ele geçirmek ihtirâsı sebebiyle, rejime ve rejimin ulularına, kendilerine bu imkânları sağladıklarına inandıklarına doğru meyletmektedirler. Akademisyenlerin büyük çoğunluğunda da doktoradan itibaren profesörlüğe kadar devam eden sürecin herhangi bir noktasında aynı savrulma, eklemlenme ve uzlaşma yaşanmaktadır. Neticede bu insanların önemli bir kısmı inkılâpçı vasıflarını kaybetmekte, eğer varsa “tevhidî” istikamette bir değişim taleplerinden vazgeçerek mevcutla yetinmeye başlamakta, yaşantılarını daha müreffeh bir noktaya getirme dışında bir mücâdeleleri kalmamaktadır.
Tâbiri câizse, laik rejim, içine aldığı kadroları işte böyle “iğdiş” edip kendi kurum ve ilkelerinden yana bir kimlik değişimine uğratmakta, entelektüeller, bürokratlar, politikacılar, sermayedarlar ve akademisyenlerin büyük çoğunluğu, kendilerini koruyamamakta, bir süre sonra Türkiyeci, devletçi, düzenin kurumlarının savunucusu konumunda bulabilmektedirler, hatta bazıları daha da ileri gidip laikliği, demokratikliği İslâm’la özdeş ilan edecek kadar da sapıtabilmektedirler. En azından, oldukça büyük çoğunluğun rejimle, laik devletle ve önder kadrolarıyla birlikte olmanın kendilerine izzet ve itibar kazandırdığını zanneder konuma geldiklerini gözlemlemekteyiz.
İzzeti yanlış yerde aradıkları için zillete düşen tüm bu çevreler, bir süre sonra artık, hallerinden memnun hale gelmekte, değişim iddiâsıyla ortaya çıkanlar bile İslâmî değişime direnir konumlara sürüklenmektedirler.
Bu açıklamalardan, müslüman olmayanlarla ilişki kurulmamalıdır, sonucu çıkarılamaz. Hiç şüphesiz müslümanlar kâfir ve müşrik olanlarla da diyalog kuracaklardır. Ancak her konuda olduğu gibi bu konuda da Allah’ın koyduğu sınırlara, ölçülere riâyet etme mecbûriyetimiz vardır. İşte bu ölçüler aşılmış, tutarsız, ilkesiz, çelişkili tutum ve davranışlarla, kâfirleri velî/dost edinme, onlardan itibar, izzet ve şeref bekleme ve onları üstün görme zaafları, kompleksleri yaygınlaşmıştır. Müslüman olmayanlarla ilişki; onların kötü, aşağı, çirkin bir şirk halinden; izzetli, şerefli, itibarlı, üstün bir tevhidî bilince yükselmelerine vesile olmaya yönelik bir tebliğ ilişkisi olmak durumundadır. Halbuki tam tersi olmakta, kendilerini aşağı ve kötü durumda gören kompleksli müslümanların, onları dünyevî mevkî ve makamları sebebiyle üstün görüp onlara yaklaşarak izzet, itibar kazanma, güçlü olduğu imajı verme gayreti ön plana çıkmaktadır. Bunun yanında ele geçirmiş oldukları imkânları, yani saltanatlarını muhâfaza etme telâşı da güçlü ve üstün gördükleri düzenden ve kadrolarından yana oldukları mesajını vermeye yönelik bu çabaları tahrik etmektedir. Mümtehine sûresi 8. âyeti şartları içinde, bizimle dinimiz konusunda savaşmayan, bizi yurtlarımızdan çıkarmaya çalışmayan gayri müslimlerle, ancak iyilik yapma çerçevesinde ilişki kurulabilir.
Ya bu zilleti tercih edenler kendilerini düzeltip İslâm’ın izzetiyle bağdaşır âdil, emin, güvenilir, mazlumdan yana, zâlime karşı, kâfire dost olmayan bir İslâmî kimliğe sarılmalıdır ya da Allah’ın dinini rahat bırakıp kendileriyle birlikte zillete düşürmekten vazgeçmeli, geniş mazlum kesimlerin hidâyetinin önünde engel teşkil etmekten uzak durmalıdırlar. (8)
Kapitalizm ve materyalizm, izzet için yanlış adresler gösteriyor. “Ye kürküm ye!”, “parayı veren düdüğü çalar” , “paran kadar konuş!” deyimleri bu yanlış adreslerin çıkmaz sokaklarını haber veriyor. Câhiliyye insanı için motor önemli değildir, önemli olan kaportadır, süstür, cilâdır, vitrindir. Çünkü o aklıyla değil, gözüyle düşünür ve gönle değil göze hitap eder. Aslında insan, cesedi, maddesi veya sahip olduğunu zannettiği maddeyle değil; rûhuyla aziz olur. Çünkü izzet mânevî bir özelliktir. Öyleyse rûhu ibâdet ve tâatle basleyip doyurmak izzet için şarttır. İzzet; değerli demektir. "Değerli" de, "değerlenen" ve "değerlendiren" şeklinde iki özneyi gerektirir. İnsana izzet verecek, değer verecek zâtın, önce kendisinin tümüyle buna sahip olması gerekir. Mutlak izzet sahibi ise ancak Allah'tır. O'nun dışında kimse, kimseyi değerlendiremez/ şerefli kılamaz. Muizz olan sadece O'dur. İzzet; insanların katında değildir; onların övmesi de yermesi de çok önemli değildir. İnsanların çoğunluğuna uymak, sapıtmayı neticelendirir (6/En'âm, 116). Herkesi memnun etmeye kalkan kişi, fıkradaki, oğluyla birlikte insanları memnun etmek için her alternatifi deneyerek farklı şekilde eşeğe binmeye kalktığı halde halkın eleştirisinden bir türlü kurtulamayan Nasreddin Hoca gibi eşeği sırtlanmak zorunda kalır. Aziz mü'min, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaz (5/Mâide, 54).
Allah'a; "kahrın da hoş, lütfun da hoş" diyebilen kişi, O'nun kahrının bile zillet değil; izzet olduğunu idrâk eder. O, sevdiklerini gök ehline ve onlar da insanların kalplerine o kişinin sevgisini yerleştirir. “Allah bir kulu sevdimi, Cebrâil (a.s.)’e şöyle seslenir: ‘Ben falanca kişiyi seviyorum, sen de sev!’ Bunun üzerine semâda da aynı şekilde nidâ edilir. Sonra, arz ehli arasına onun sevgisi indirilir. Bunu şu âyet ifâde etmektedir: ‘İmane edip hayırlı iş işleyenleri Rahmân sevgili kılacaktır.” (19/Meryem, 96). Allah bir kula buğzettimi, Cibrîl (a.s.)’e seslenir: Ben falancaya buğzediyorum. Bu şekilde semâda nidâ edilir. Sonra, yeryüzüne onun hakkında buğz indirilir.” (Tirmizî, Tefsir Meryem, hadis no: 3160). Allah sevgisinden mahrum insanların değer vermesi, kişinin zilletini arttırabilir.
Buna rağmen, töhmet altında bulunmak, insanların gereksiz yere suçlamasına, ithamına sebep olmak ve insanların yanında da izzetini ayaklar altına alacak hususlara ses çıkarmamak güzel değildir. Hz. Yusuf, zindandan rüya yorumu için çıkarılırken öyle demişti: "Ellerinin parmaklarını kesen kadınlara durumu sorun bakalım, ellerini niçin doğramışlardı?" Yani, kamuoyu önünde yeniden yargılanıp aklanmak istiyordu Hz. Yusuf. O, bir suçlu olarak tanınıp afla dışarıya çıkarılan biri şeklinde tanınmak istemiyordu. Allah katında suçsuz olduğu gibi, halk nazarında da suçsuz olarak değerlendirilmek ve izzetini korumak istiyordu.
İzzet, öncelikle imandadır, sonra ilimde, haramları terk etmekte, başkalarının mallarında gözün olmaması ve onlara karşı istiğnâda, zikir ve ibâdetlerdedir. İnfakda da izzet vardır. Arı, ürettiğini insanlara infak yapmasından ötürü başlar üstünde gezer. Bencillikte, mal yığmada, cimrilikte zillet vardır; karıncalar ayaklar altında ezilir. Ama izzet ve zillet Allah'ın elindedir. O dilediğini aziz eder, dilediğini de zelil. Bir de bakarsınız birkaç karınca, bir arı cesedini yuvalarına taşıyor. Aziz ve zelil yer değiştirmiş olur. Çalışan, başı dik duran azizdir. Ölü, uyuyan ve yatan, miskin miskin oturan da zelil. Veren, istemeyen azizdir, dilenen ve isteyen de zelil.
"Aziz Allah!" Ezan okunmaya başlarken müslüman halkın dilinden bu ifâde şuurlu-şuursuz dökülür. Allah'ın ismi anıldı ve O'na ibâdet için çağrıya icâbet anlamında ve izzetin Allah'ta ve namazda olduğunu hatırlama ve hatırlamadır bu "Aziz Allah!" sözü. Secde, bedenin zilleti olsa da, rûhun en büyük izzet makamıdır, insanın şerefli başı yere değerken, rûhu miraca yükselir. Secde etmeyen zelildir; çünkü o, Allah'a secde etmeyi gururuna yediremezken, kesinlikle değersiz/izzetsiz birinin önünde boyun eğiyor, kulluk yapıyordur. Allah eri azizdir; kâfirin, zâlimin emrinde memur da zelil. Kâfirlere aziz mü'minlerin korkusu salınır. Bir canlı şehidden bütün dünya müstekbirleri korkar. İzzetten uzak bir milyarı aşkın müslüman siyonist İsrail ve onun sömürgesi Amerika’yı hiç korkutmazken, bıyığı yeni terleyen gençler taştan başka silâhı olmadığı halde onların uykularını kaçırtmaktadır. İzzeti kâfirlere karşı olmada aradıkları içindir bu başarı.
Ama unutmamak lâzımdır ki, izzetle kibir birbirinden çok farklıdır; zilletle tevâzuun farklı olduğu gibi. Onurlu/aziz olmalı; ama kibirli değil. Mütevâzi olmalı; ama zelil, miskin değil. Yahûdiler izzeti yanlış yerde arayan ve sahte izzete, yani gurur ve kibire saplanan, dünyevîleşen ve zenginliğin sahte izzetine sahip karakterlerdir. Hıristiyanlar ise tevâzu tercihi yapayım derken zillete batan karaktersizlik timsali olarak gösterilir İncillerde. "Bir yüzüne tokat vuran (zâlime) diğer yüzünü çevirme”yi tavsiye eder muharref İnciller. "Ceketini alanlara gömleğini de ver" der, yani zillet içinde yaşayış kutsanır. Müslümanın anlayışnda ise vasat/denge sözkonusudur. Kâfirlere karşı aziz, mü'minlere karşı zelil, yani tevâzulu, yani onların izzetini öne çıkaran.
Zelil olmak; zavallı olmak, acınacak durumda bulunmak olduğu gibi, aynı zamanda alçak ve aşağılık olmak, esfel-i sâfilînde durmaktır. Kâfirler zelildir; onların emrinde olmak, putlara ve putçulara eğilmek, paranın, makamın kulu olmak, kendi hevâsının oyuncağı/kulu olmak hep zilletin dışa yansımasıdır. Zillet, emânete hiyânetliktir. Nefse zulümdür zillet. Tasavvufa göre hep savaşılması, öldürülmesi gereken nefsin aslında izzeti sözkonusudur. Kur'an, "Nefislerinizi öldürmeyin" (4/Nisâ, 29) buyuruyor. Bırakın öldürmeyi, nefislerin kınanmasını bile Kur'an hoş görmüyor: "Nefislerinizi (kendinizi) ayıplamayın." (49/Hucurât, 11) diye emrediyor. Aziz Peygamber de: "Nefsinizin sizin üzerinizde hakkı vardır" diyor.
Zillet; özgüven noksanlığıdır, aşağılık duygusudur, müstaz'af kimliğini kabuldür. Miskinlik, şahsiyetsizlik ve mezellettir. Kâfirlerin yanında ezik, zâlime karşı sessizliktir. Gayri müslimlere karşı efendilik, müslümanlara karşı efeliktir. Tasavvufta Melâmîlik diye bir tarikat vardır. İnsanlara yalnız kötü taraflarını gösterip iyiliklerini gizlemede çok ileri gitmek, çevresindekilerin onları kusurlu kimseler sanarak ayıplaması ve kınaması esasına dayanır. Melâmîler Allah'a yakınlıkla ilgili hallerini halktan gizlerler. Bunları açığa çıkarırlarsa kendilerini kınarlar. Özel bir tarikat olarak ortaya çıkan bu mistik anlayışın, bâtınî gruplarla iç içe olması ve bazılarına göre özel bir tarikat sayılmayıp tüm tasavvufî tarikatlerin temel prensiplerini içermesi dolayısıyla, tüm tarikatler üzerinde büyük bir etkisi vardır.
Müslümanlar izzetin nerede aranmasını bilmek zorundadır. İzzeti kâfirlerin yanında, ABD'ye abd olmakta, ya da Avrupa Birliği'nde arayanlar, tâğûtî yönetimde ya da onlara yakınlaşmakta arayanlarıı Allah dünyada bile zelil kılar. Günümüzde etiketlere, makam ve mevkîlere, tâğûtî kurumlara, diplomalara "müslümanım" diyenler bile maalesef çok önem veriyor. Bunlara sahip olanları yüceltip diğer müslümanlara tercih ediyorlar. Üstünlüğün takvâda olduğunu unutuyorlar. "Profesör", "doktor" gibi etiketler isim gibi görülüyor, bu gibi unvanlar olmaksızın isim söylenmiyor. Sanki öldükten sonra bu unvanların yararı olacak gibi mezar taşlarında bile bu unvanlar yazılıyor. Müslümanlar, kendilerinin kâfir, müşrik veya münâfıklardan üstün olduğunu, onların Allah’la irtibatları olmadığı ve O’nun sevgisini yitirdikleri için onları gözünde çok küçük görmelidir. Hadis-i şerifte, “Münâfıklara ‘efendim’ demeyin” buyrularak ister sözle ister davranışla olsun onları aziz kabul etmek yasaklanmıştır. Cellâdına âşık olan mahkûm gibi dünya ve âhiret saâdetine engel olan gayrı müslimleri sevip onların değer yargılarını tercih etmek, onlara benzemek, Kur’an tâbiriyle “aşağılık maymun olmak” (2/Bakara, 65) demektir. Verilen güzel nimetleri beğenmeyip soğan-sarımsak isteyenlere zillet ve meskenet damgası vurulur (2/Bakara, 61). Kâfirlere fitne olarak verilen geçici dünyevî metâları Allah’ın müslümanlara verdiği başta iman olmak üzere gerçek nimetlere tercih, zillet sebebidir. Mü’minleri bırakıp kâfirleri velî/dost edinenler, izzeti onların yanında arayan ve tüm izzetin Allah’a ait olduğunu bilmeyenlerdir (4/Nisâ, 139). Mürtedler bilsinler ki, Allah onların yerine mü’minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı aziz ve insanların kınamasına aldırış etmeyen gerçek mü’minler ortaya çıkarır (5/Mâide, 54). İslâm’ın askerleri, Allah hizbi/erleri iki cihanda da en büyük izzete sahip olduğu halde, tâğutların askerleri zilletin her çeşidine muhâtap olur. Müslümanları aşağılayan, dini suçlayan, “gerici, bağnaz, çember sakallı, yarasa, kara fatma...” diyenler âhirette Allah nazarında aşağılanacakları gibi, dünyada da mü’minler nazarında aşağılanmalıdır.
Devletleri, yönetimleri ve toplumları da aziz kılan Allah’a bağlılıktır, İslâm’a teslimiyettir. İzzetten uzak bir şekilde, diğer kabilelere saldırarak çöllerde bedevî olarak hayat süren câhiliyye Arapları İslâm’la izzet kazandı; Türkler için de benzer şeyleri söyleyebiliriz. Bu toplumlar, devlet ve hüküm olarak ne zaman İslâm’ı terk ettiler, zilletin en acısını tattılar. Dünkü kölelerine yenildiler, ezildiler, sömürüldüler ve hâlâ bu zilleti çekmeye devam ediyorlar...
Devletler ve toplumlar gibi bireyler de İslâm’la izzete kavuşurlar. Ama hiç kimse İslâm’a şeref katamaz. İslâm’ın hiç kimseye ihtiyacı yoktur. Falan meşhur Batılı veya filan şöhret sahibi kâfir müslüman olmuşsa, izzeti kendinedir, İslâm’la şereflenen kendisidir.
Mü’min, izzetini korumak için, müslümana yakışmayacak, insan onuruyla bağdaşmayacak davranışlardan uzak durmalı, ağırbaşlı ve vakur olmalıdır. Fazla şaka yapmamalı, ciddiyetten uzak ve cıvık tavırlar sergilemelidir. Yerinde ve ayarında nezih nükteler yapmalı, ama kârfirlere karşı onuruna toz kondurmamalıdır. Müslümanlara karşı tevâzu ve zelil olmak, kardeşini kendi nefsine tercih etmekle ilgilidir. Yani, karşısındaki müslümanların izzet-i nefislerini, onurlarını kendi nefsinin izzetine tercih etmektir. Ama kâfirlere karşı uysal koyun gibi zulme rızâ gösteren, “lâ ilâhe”si olmayan, hiçbir şahsa ve özelliğe karşı isyanı, tepkisi, itirazı düşünmeyen bir yaklaşım İslâm olamaz; olsa olsa reddedilmiş haniflik olablir.
Müslümanların çoğunun yaşantısı izzetten öyle yoksun ki; câmilerde vaaz eden, hutbe okuyan vâiz ve hatiplerin "aziz cemaat" yerine "aziz olması gereken cemaat" demelerini gerektiriyor. Bir milyardan fazla olduğu iddia edilen dünya müslümanlarının beş milyonluk yahûdi siyonistlere gâlip gelemeyen bir yapısı, ekonomik yönden kâfirlerin yardım ve insaflarını bekleyen tavırları, siyasî yönden 40 küsur devlete ayrılmış yamalı bohçaya benzeyen görüntüsü ve bunların hemen tümünün kâfirlerin piyonları tarafından ve Allah’ın indirdiklerine zıt şekilde yönetilir olması, her türlü fesadın müslümanların yaşadığı yerlerde bolca işlenmesi... müslümanların izzet ve şeref sahibi “aziz” olmadıklarını göstermektedir. Kur’an’ın izzeti müslümanların hakkı olarak göstermesi, elbette doğrudur; doğru olmayan, müslümanların yaşayışıdır. Bireysel, sosyal ve siyasal yönden İslâm’dan uzak yaşayan kimselerin izzete lâyık olmadıkları bir vâkıadır.
Sadece Allah’a boyun eğip mutlak olarak sadece O’na itaat etmesi gereken müslümanlar, izzeti Allah düşmanlarının yanında aradıklarının cezâsını, dünyevî avans olarak zillet içinde bir hayatla çekiyorlar. Kâfirlerin lütuflarını dilenen, onların kurumlarında, sadece şekilsel olarak kıyâfetlerine müsâade edilmesini talep eden, insanî ve İslâmî haklarını almak için İslâmî tavırlarını, hele cihadla ilgili görevlerini kuşanmayan müslümanların izzete hakları elbette olmayacaktır. Allah’ın küçülttüklerini gözlerinde büyüten ve dünyayı âhirete tercih etmenin alçaltıcı zilletini tadan insanların dünyada aziz olma hakları yoktur. Tâğûtî şahsiyet ve makamları önemseyip benimseyen, dolayısıyla Allah nazarında zelil olan kimseleri aziz/şerefli kabul edenler, onların boyunlarına taktıkları zillet tasmalarını nasıl çıkarabilirler? Kurtuluşu İslâm’da arayacaklarına, Batıda arayanlar, kâfirlerin ölçülerini İslâmî esaslara tercih edenler iki dünyada da azîz olamazlar. Diplomalı bir mü’mini diplomasız bir mü’minden üstün görenleri, İslâmî olmayan bir kurumda Allah’ın indirdiklerinin dışında hükümlerle insanları yönetenleri şerefli sananları Allah insanların nazarında da alçaltır, zelil eder. Üstünlüğün Kur’anî ölçüsünün takvâ, ilim ve cihad olduğunu bilmek istemeyenler; dış görünüşte, parada, maddede, hatta kâfirlerde ve küfürde izzet aramaya kalkarlar. Bu arayışlarının cezası olarak yücelttikleri bu değersiz şeylerin altında kalır, değersiz bir şekilde yaşarlar. En büyük zararı kendilerine verirken, dâvâlarını küçük duruma düşürdüklerinin vebalini de öteki dünyaya götürürler.
İzzet ne zenginlikte, ne şanda şöhrette, ne makam ve mevkîde, ne diplomadadır; izzet ve şeref Allah katında, İslâm safındadır. İzzetin sadece Allah katında olduğunu bilip bu dünyada aziz yaşayanlar, âhirette de aziz olacak, şeref sahiplerine verilecek ödüle lâyık olacaklardır. Ne mutlu alçak dünya için alçalmayan, Azîz olan Allah’ın azîz diniyle izzet bulanlara!
"İzzet ve erdem rûhun süsüdür; bunlar olmasa, beden asla güzel gözükmez."
"Önce izzet, sonra hayat."
"Şöhret, -eğer gerekliyse- kazanmak zorunda olduğumuz bir şeydir; izzet/şeref, kaybetmemek zorunda olduğumuz bir şey."
"İzzet ve şerefini kaybedenin, kaybedecek başka şeyi yoktur."
"İzzet ve şeref, kumsalı olmayan ârızalı bir adadır; bir bırakırsak bir daha geri dönemeyiz."
"Zilletten daha sert yatak, daha keskin soğuk, daha acı sefâlet olur mu?"
"İzzetim/şerefim zedeleneceğine binlerce defa ölürüm, daha iyi."
"Değerli adam için izzet/şeref, hayattan çok daha ağır basar."
"İzzete/şerefe hak kazanmak, ona sahip olmaktan daha değerlidir."
"Zenginlik ve şeref, herkesin istediği şeylerdir. Eğer bunlar doğru bir yolda kazanılmazsa çabuk kaybedilir."
"İzzetini/şerefini kaybettikten sonra yaşamaktan daha fecî ölüm olur mu?"
"Ölüm hiçbir şeydir; asıl zillet ve şerefsiz yaşamak her gün ölmektir."
"İzzetle/şerefle bitirilmesi gereken en ağır görev hayattır."
"İzzet/şeref ister isen kendin azîz/şerîf ol; Mezar taşı ile iftihar olmaz."
"İzzet/şeref, fazîletin kazandığı bir mükâfattır."
"İzzet ve şerefli olmadıkça hiç kimse âdil olamaz."
"İnsanlığın karın doyurmaktan daha faza izzet ve şerefe ihtiyacı vardır."
"İnsan olana, öldükten sonra güzel bir ad bırakmak, belki hiç ölmemekten daha iyidir."
"İzzet, erdemin parmağına taktığı bir pırlanta yüzüktür."
"İnsanlar önünde inlemek, ağlamak, yalvarmak hepsi alçalmaktır."
"Her cinâyet alçaklık değildir; ama her alçaklık bir cinâyettir."
"Alçağın korktuğu tek şey ölümdür, başka şeye aldırmaz."
"Alçaklık, güzelliğin ölümüdür."
"Baş eğmeyiz alçaklara alçak dünya içün / Allah'adır tevekkülümüz itimâdımız."
"Âzâdeser ol, kimseye etme minnet / Minnettir eden şahsı karîn-i zillet.
Zilletse eğer bahtına hâkim, / Git sırtını ver kabrine rahat rahat."
"Her zilletün elbette bir izzet var içinde / Seyr et çeh-i Ken'ân'ı ne devlet var içinde."
"Aç kalır zillet kabul etmez azîzü'n-nefs olan; / Bir kemik gördükçe kuyruk sallayan dûnâna (alçaklara) yuf!"
"Aceb mi meyl eder ise denîlere dünyâ"
Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 323-325
Mustafa Çağrıcı, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 23, s. 555-556
Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 250
Abdurrahim Güzel, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 188-189
Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 149-152
Alâaddin Başar, Nur'dan Cümleler, 2/12-14
Ramazan Kayan, Vahiyle Doğrulmak, Çıra Y. s. 79-85
Mehmet Pamak, İzzeti Yanlış Yerde Aramak, s. 181-219, 297-298