ARAZI

 

İslam'da toprak hukuku sözkonusu olduğun­da karşımıza üç ana düzlemde ele alınması ge­reken karmaşık bir konu çıkar. İlki, Asr-ı Sa­adet uygulaması temel alınarak teşekkül eden teorik hukuki çerçeve. İkincisi ise Emevilcr'-den başlayarak Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı­ların son dönemlerine kadar süren uzun bir ta­rihi süreçte bu teorik hukuki çevrenin belirle­yici rol oynadığı tarihi uygulama. Bu uygula­ma içinde kurulan gelenek, Tanzimat ferma­nından sonra 1858 yılında yürürlüğe giren Ara­zi Kanunnamesine kadar sürer. Son olarak, bugün çeşitli ulusal devletlere bölünmüş ge­niş, İslam dünyasında varolan uygulama. Bu son düzlemde kimi yerde İslam'la karışık, ki­mi yerde tamamen batı usulüne uygun gelişti­rilmiş bîr uygulama gözlenmektedir.

Bu üç düzlem, geniş bilimsel araştırmalara konu teşkil edecek nitelikte birbirlerine göre Önemli farklılıklar göstermektedirler. Temel teorik hukuki çerçeveye bağlı kalınarak İslam tarihînde Kitabu'l-Haraç'lar, Kİtabu'l-Emval, tarih ve hadis ve fıkıh klasiklerinde konuya at­fedilen önem bir kenara bırakılırsa, modern zamanlarda İslam'da toprak hukukunu, tarih­sel uygulama biçimlerini ve bugünkü durumu­nu geniş ölçüde ele alıp derinliğine araştıran eserlerin yeterli düzeyde olmadığını belirt­mek gerekir. Oysa başta hadis ve fıkıh kaynak­larında konuyla ilgili hayret verici zenginlikte bilgi ve malzeme halen konuya eğilecek araştı­rıcıları beklemektedir.

Bİz burda ağırlıklı olarak İslam'ın ilk dönem­lerinde teşekkül eden teorik hukuki çevçeve-den hareketle, toprak meselesinin hangi et­kenler sonucunda ilk müslüman toplumun gündemine girdiği ve oluşan teorik hukuka na­sıl temel teşkil ettiği konusu üzerinde duraca­ğız.

Bu arada şunu zikretmekte yarar var: İs­lam'da toprak hukuku teşekkül ettiğinde, bu olay, durup dururken, ne konuyla ilgili inen vahyin açıklayıcı ilkeleri, ne de sünnet vaz'e-den Hz. Peygamber (s.)'in teorik öngörmele-riyle oldu. Bu konu hicretten Peygamber'in vefatına kadar (622-632) süren bir zaman aralığı­na yayılmış olan önemli sosyal, askeri, siyasi ve ekonomik gelişmelere parelel olarak müs-lüman toplumun gündemine girmiş ve farklı zaman, yer ve tarzlarda geliş durumuna ve özel şartlarına göre bizzat Hz.Peygamber'in dahliyle hukuki bir temele oturtulmuştur. Do­layısıyla teorik hukuki çerçeveye asıl ve ger­çek karakterini kazandıran bizzat Hz. Peyganı-ber'in kendisidir. Hz.Ömer'in Irak toprakla­rında geliştirdiği yeni fey' uygulamasının ya­kından düşünüldüğünde bu ilk nebevi model­den farklı olmadığı görülür. Nitekim toprak meselesi içinde olmak üzere, savaş ganimetle­ri, taşınır ve taşınmaz malların vergiye tabi tu­tulması, bülçe teşkili, bütçe gelirlerinin belli kurallara göre harcanması toplumun farklı İk­tisadi gelir seviyelerinde yer alan bireyleri ara­sındaki bölüşüm vb. İktisadi ve mali bütün me­selelerde savaşlar, askeri fetihler, karşılıklı İm­zalanan siyasi antlaşma ve kurulan dİnİ-sosyal ilişkilerin payı birinci derecede önemlidir, An­cak burda, gelişen ve değişen maddi yapının, üretim biçiminin bir "üst-yapı kurumu" olarak hukuku belirler tarzındaki batılı bir paradig­manın açıklayıcı olamayacağını özellikle vur­gulamak lazım. Çünkü gerek ayetlerin nüzulü­ne, gerekse hadislerin vürudüne yol açan bir takım maddi, insani ve toplumsal nedenler (Esbab-ı Nüzul, Esbab-ı Vürud) var. Ne var ki, bu nedenlerin hiç biri genel bir ilkenin ve­ya bir hükmün teşekkülünde belirleyici rol oy­namaz, aksine sadece ilkeyi ve hükmü salt spe­külatif bir öngörü olmaktan çıkarmaya yar­dım eder. Çünkü bu ilke ve hükümlere muha­tap olan İnsan toplumu hükmün özünü somut veriler ışığında daha iyi kavrar. Nitekim genel konuya İlişkin olarak "Nüzulün hususiliği hük­mün umumiliğine mani değildir" denmiştir ki, bunun anlamı bir hüküm ortaya çıktığında, onun çıkışına ve teşekkülüne neden teşkil eden özel şartlar, sosyal ve maddi öğeler hük­mü bütün zamanlar için sınırlamaz demektir. Toprak hukukunun teşekkülünde de gözle­nen bundan farklı bir şey değildir.

İşte bu bağlamda Bedir savaşını müteakib ganimetlerin paylaşılması meselesinin gündeme gelişi, Beni Nadir, Beni Kaynuka ve Beni Kurayza yahudİ topluluklarının Medine ve ci­varından sürgünü, Hendek kuşatması, Hay-ber'İn fethi, Huneyn gazvesi, Fedek topraklan çevresinde çıkan tartışma Mekke'nin İslam topraklarına ilhakı ile Dumetu'l-Cendel vb. küçüklü büyüklü siyasi ve askeri olaylar, yeni İslam toplumunun sosyal, ekonomik ve siyasi, hatta ruhi ve ahlaki alanlarda teşekkülü yö­nünde önemli roller oynamışlardır.

Yine de toprak hukukunun teorik düzeyde teşekkülü sözkonusu olduğundanda, Asr-ı Sa­adet bağlamında Beni Nadir, Hayber'İn fethi ve Hz.Ömer (r.a) zamanında Kadİsİyye sava­şıyla İslam topraklarına katılan Scvad arazisi­nin ortaya çıkardığı durum başlı başına ayrı bir önem taşır; hatta denebilir ki, bu üç olay sadece kendi başlarına İslam'ın toprak huku­kuyla İlgili temel teorik çerçevesini tespit et­meye yeter.

Bilindiği gibi Beni Nadir adlı bir Yahudi ka­bilesi Medine'de oturmaktaydı. Müslümanlar­la aralarında çıkan çözümsüz bir anlaşmazlık­tan sonra. Beni Nadir kabilesi kuşatma altına alınınca, Yahudiler topraklarını terketmek zo­runda kaldı. Bu olay üzerine "fey" ayeti indi ve savaş sonucu olmaksızın barış yoluyla İslam hakimiyetine geçen toprakların özel mülkiye­te konu olamayacağı, gelirlerinin Kur'ân'da gösterildiği gibi toplumun genel İhtiyaçlarını karşılamak üzere harcanacağı meselesi hük­me bağlandı.

Hicret'in 7. yılında fethedilen Hayber'de ise bambaşka hukuki bir durum ortaya çıktı. Hay-ber, savaş sonucu İslam topraklarına dahil edildiğinden, Peygamber tarafından "gani­met" statüsüne sokularak arazisi müslüman as­kerler arasında dağıtıldı ve genel kabul gören görüşegöre toprakları kişilerin özel mülkiyeti­ne geçirildi. Haybcr'in fethi genel ekonomik refah seviyesinin iyileşme belirtileri gösterme­si bakımından da önemlidir; çünkü HzAişe'-nin: "Hayber fethine kadar hurmaya (bile) doymuş değildik" dediği rivayet edilir ki, bu, o güne kadarki müslüman toplumun ekonomik sıkıntısını anlatması bakımından ilgi çekicidir.

Hz. Ömer zamanında Sa'd bin Ebi Vakkas

komutasında kazanılan Kadisiyye savaşından sonra toprak hukuku çevresinde çıkan tartış­ma konuya yepyeni bir boyul kazandırdı. Ko­nu daha o gün bile Talha ve Abdurrahman bin Avf gibi önde gelen sahabelerin şiddetli iti­raz ve tepkilerine yol açmış, ancak Hz. Ömer son derece cesur ve hayranlık uyandırıcı karar­lar alıp Irak'ın Sevad arazilerini -savaş yoluyla ele geçmiş olmalarına rağmen- fey statüsüne sokarak savaşçı askerler arasında dağılmamış­tı. Hatta bir rivayete göre, askeri desteklerini kazanmak amacıyla toprak vadinde bulunup kendilerine tahsis ettiği toprakları Buceylc ka­bilesinin elinden atmış, karşılığında bir miktar para vermişti. Hz. Ali (r.a) gibi derîn İslami bilgi ve ietihad gücüyle ün salan büyük sahabi-lerin desteğini de kazanan Halife Ömer, Haşr suresinin ilk ayetlerini içtihadına delil göstere­rek, Hz. Peygamber1 in Haybcr'de yaptığının aksine toprakları dağıtmamış, devlet mülkiye-tinegeçirmiştir. Oysa savaş sonucu ele geçtiği için normalde "ganimet" statüsüne alınması bekleniyordu. Hz. Ömer ise, topraklan "f'ey" hükmüne sokarak eski sahipleri elinde bırak­tı, buralardan elde edilen gelirleri devletin bü­yüyen ordu ve nüfusu artış gösteren müslü-man toplumun yararına kullanılmak üzere Beytü'l-Mal'de topladı.

Hz.Ömer'in bu cesur kararları alırken öne sürdüğü gerekçeler hayli anlamlıdır, hatta top­rak hukukunun teşekkülü ndc rol oynayan ger­çek faktörleri açıklaması bakımından önemli­dir. Ona göre, müslüınan toplumun nüfusu ve ordunun askeri ihtiyaçları fazlasıyla artmıştır; sabit gelirlerle bunları karşılamak artık müm­kün değildir. Oysa Scvad zengin, verimli ve ge­niş bir arazidir, hurdan topianacak gelirler ih­tiyacı karşılayabilir. Bir başka gerekçesi, doğ­rudan İslam Öncesinden beri sürüp gelen feo­dalitenin yıkılması, arazi üzerinde çalışan mülksüz İnsanların özgürlcşlirilmesi, halta ye­ni bir feodal düzenin teşekkülüne karşı köklü tedbirlerin alınmasıyla İlgilidir. Nitekim Halİ-fe'nin yaptırdığı bir hesaba göre, eğer o günkü şartlarda toprakları Hayber'de olduğu gibi sa­vaşçılar arasında dağıtacak olsa, her bir savaş­çıya yerli halktan İkİ-üç aile düşecek ve bu aieleler bu şahısların malı olacaktı. Buysa kadim fe­odalitenin devamına göz yummaktan başka bir anlama gelmezdi. İslamiyctin ruhuna aykı­rı olduğu anlaşılan böyle vahim bir uygulama­nın hemen Önüne geçmek gerekliydi ki, Hz.Ö-mer, bütün direnmelere göğüs gererek bunun önüne geçme konusunda herhangi bir tered­düt göstermedi.

Yine onun belirttiğine göre, bu topraklarda, yani fey'de yalnız savaşa katılanların ve o gün içinyararlananların değil, Sana'da çobanlık ya­pan İnsanın ve kıyamete kadar gelecek bütün müslüman kuşakların yararlanma hakkı var. Haşr suresine dayanarak vardığı bu sonuçtan sonra Hz. Ömer, ileride bütün toprakların bir kaç güçlü ve zengin ailenin eline geçmesine izin verip yeni bir feodalitenin teşekkülüne se­bep olmak istemediğini söyledi.

Bu üç örnek de gösteriyor ki, ilk İslam toplu­munda (Asr-ı Saadet) toprak hukuku teşek­kül ederken, hareket noktası teorik mülahaza­lar ve düşünceler değil, o günkü müslüman toplumun genel durumu, yararı, kısaca sosyal ve maddi yapısının arzettiği özel şartlar etkile­yici rol oynamış, ama her durumda ve varılan sonuçta geleneksel Bizans ve İran feodal niza­mına karşı köklü tedbirlerin alınması birinci derecede gözönünc alınmıştır. Temel amaç, insanları bütün maddi ve zorlayıcı bağlardan kurtarmak suretiyle özgürleştirmek, sağlam bir tercihte bulunmalarına yardımcı olmak, in­sanın insanı kul ve köle edinmesine yol açan maddi ve zorlayıcı nedenleri ortadan kaldır­maktı. Hz.Ömer bunu "Kullar Allah'ın kulla­rı, şehirler (veya topraklar) Allah'ın şehirleri­dir" şeklinde formüle ediyordu. Elbette ekip biçtiği toprakta ırgat, köle veya serf konumun­da çalışan insanların, üretici geniş ailelerin, toprak mülkiyetine dayanarak geniş bir ege­menlik ağı kurmuş siyasi, ekonomik ve askeri güçlere karşı koymaları kendilerinden bekle­nemezdi. Ama kendileri de toprakla çalışıp vergisini devlete veren birer hür insanlar ko­numuna yüksellilirsc Hak'kı, adaleti, doğruyu ve hidayeti seçmeleri kolaylaşır. Temel üre­tim faktörünün ve en başla gelen zenginlik kaynağının toprak olduğu bîr dönemde İslamiyetin getirdiği bu yeni hukuk anlayışı ve uygu­lama tarzı, kadim zamanlardan beri birer kö­le, ırgat ve serf durumunda çalışan, karın tok­luğuna toprakla birlikte kendileri de toprak sahibinin mülküne geçen kavimlerin bir anda müslümanf ığı seçmelerine yol açmış, feodalite yıkıldıkça İslami fetihlere de yayılma şansı ka­za ndırmışıır.

Emcvİlerden sonra tedrici ve nisbi bozulma­lar olmasına rağmen, denebilir ki son Osman­lılara kadar tarihte İslam toplumlarının tanık olduğu hukuki uygulama, ana hatlarıyla bu espriyi yansıtır nitelikte sürmüştür. İkta, miri arazi, vakıf, haraç, fey, mülk arazi, mevat türle­rine ayrılan arazi çeşitleri bu genel ilk hukuki çerçeveden destek alır. Kuşkusuz İlk ve en bü­yük sapma, önce Emcvilcr'de başlayan ve 1595 yılında Osmanlı toprak düzeninde ku­rumlaşma seviyesine ulaşan "iltizam usulü"-nün İslam toprak hukukuna girmiş olmasıdır. Topraklan elde edilecek vergiyi üretim süre­cinden önceki bir safhada satışı esas alan bu İslam-dışı uygulama toprak düzeninin köklü bozulmalara uğramasının en başta gelen amil­leri arasında yer alır.

Şimdi biz ilk leorik hukuki çerçevenin oluş­masına yardım eden bu tarihi gelişimi böylece ana hatlarıyla anlattıktan sonra, yine teorik hukuki çerçeveye bağlı olarak İslam'da arazi­lerin kaç çeşide ayrıldıklarını, her arazi çeşidi­nin özel hukuki durumunu ve bunun mülkiyet ilişkisi içindeki yerini de kısaca özetleyelim.

İslam'da toprak mülkiyelinin hukuki anlam­da iki ana statüye ayrılabileceğini söylemek mümkündür. Bu da özel mülkiyet ile Bcy-tü'I-Mal'ın tasarruf ve kontrolünde toplanan kamu mülkiyeti. Ancak buradaki "tasarruf" te­riminden bizzat Bcytü'l-Mal'ın toprağı işlet­me ve ondan gelir temin etme şeklinde çok, ra-kabesi kendinde olmak üzere haraç veya öşür (vergi) karşılığında toprağın özel fertlere veya üretici çiftçi ailelere devredilmesi şeklini anla­mak lazım. Kimi hukukçular, buna doğrudan devlet mülkiyeti veya toplum mülkiyeli demc-yİ tercih ederler. Gerçekte ise özel mülkiyet de, kamu devlet ve toplum mülkiyeti deyimi de modern zamanlara öz"ü tanımlamalar olarak karşımıza çıkarlar. Klasik hadis ve fıkıh kaynakları İle Kitabu'I-Emval ve Kitabu'1-Ha-raç'larda yer alan tasnif başka ölçü ve tanımla­malara göre yapılmıştır. Bu tasnifte mülk ara­zi, fey arazisi, haraç/miri arazi, ikta arazisi, mevat arazi ve vakıf arazisi gibi tanımlamalar kullanılmıştır. Dolayısıyla yakın çağın ve mo­dern zamanların önemli bir sorunu olarak or­taya çıkan loprakta mülkiyet biçimi ve İlişkisi­nin İslam hukukunda ve kaynaklarında işgal ettiği yeri doğru kavrayabilmek İçin tasnife esas alınan terim ve tanımlamaların İyi ve doğ­ru anlaşılması gerekir. Aksı halde bir çok ko­nuda olduğu gibi, bu konuda da içinden çıkıl­ması güç kavram kargaşasına düşmek müm­kündür.

Nitekim mülkiyet biçimi bazında modern te­rimlerin İslam hukukuna uygulanmasında göz­lenen karışıklığın benzeri bir karışıklığa İslam hukukunda rastlanır. Sözgelimi genel tasnifle yer alan Haraç arazisini özel mülkiyete miyok-sa devlet veya toplam mülkiyetine mi dahil et­memiz gerektiği meselesi başlı başına bir güç­lük çıkarır. Çünkü bir dönemde İslam sınırları­na dahil edilen topraklar konusunda devlet, içinde bulunduğu ekonomik, sosyal ve demog­rafik duruma göre iki ayrı tercihte bulunabi­lir. Halıa mülkiyet biçimini tesbitte toprakla­rın İslam hakimiyetine giriş şekilleri başlı başı­na bir kriterdir. Özellikle Haraç arazi çifte tür­de mülkiyete elverişli bir arazi çeşididir. Mese­la bir Haraç arazinin rckabesİ eski sahipleri elinde bırakılmışsa, bu durumda üreticiler devlete sadece vergi (haraç) vermekle yüküm­lüdürler; işte bu toprak çeşidi Mülk-Harac Arazi bölümüne girer. Fakat rekabesi (mülki­yeti) devletin elindeyse, bu durumda sahipleri toprağın intifa hakkına sahiptirler ve devlete vergi vermekle yükümlüdürler. Bu toprak tü­rüne de Haraç Arazi denir.

Şimdi biz İslam kaynaklarında yapılmış olan klasik arazi tasniflerine bağlı kalarak İslam hu­kukunda arazilerin kaç bölüme ayrıldığını gös­termeye çalışalım. [1]

 

Mülk Arazi:

 

Sahipleri kendi rızasıyla müslü-man olanların toprağı genelde Mülk Arazi'-dir. Medine, Yemen, Taif ve Bahreyn gibi yerlerde yaşayanlar kendi istekleriyle miislüman olduklarından önceden sahip oldukları arazi İslami dönemde de kendi mülkleri olarak elle­rinde kalmıştır. Farklı konumundan dolayı Mekke ayrı bir statüye tabidir ve* teorik hukuk açısından Mekke'nin kadim statüsü bugüne kadar sürmesi lazım.

Özel mülk arazisini doğuran bir başka amil de savaş sonucu elde edilen "ganimet" statüsü­dür. Savaş sonucunda devlet başkanı, arazileri ganimet hükmüne alıp askerler arasında dağıt­maya karar verirse, arazi özel mülk olarak kİşİ-lerin işletme ve tasarruflarına verilebilir. Yine kimseye ait olmayan ölü topraklardan (me-vat) bir kısmının devlet başkanının İzniyle kişi­ler eliyle diriltilmesi, işlenebilir hale getirilme­si de (ihya) toprak üzerinde mülkiyeti gerekli kılan bir durumdur. Ancak ileride de görülece­ği gibi, mevat iken ihya edilen arazi üç sene boyunca işletİlmeyip kendi haline bırakılırsa, arazi ondan alınır, işletebilecek olan başka bir şahsa devredilir.

özel mülkiyete konu olan diğer arazi çeşitle­ri de İkta ve Mülk-Harac arazilerdir. Devlet, bazı toplumsal ve mali yararları gözeterek kişi­lere veya çiftçi ailelere rakebesi kendi elinde olan arazilerden ikta yoluyla arazi parçalan verebilir; eğer bu araziler "temliki-İkta" şeklin­de verilmişse, bunlar mülk arazi statüsüne gi­rer. Bunun dışında miras, hibe ve vasiyet yo­luyla da mülk araziler şahıslardan şahıslara in­tikal edebilir.

Mülk araziler de diğer arazi çeşitleri gibi ver­giye tabidirler. Bu tür arazilerden alınan vergi­ye öşür denir. Bundan dolayı mülk araziye "ö-şür Arazi" demek de mümkündür. Konut ve onu tamamlayıcı alanlar, bahçe, arsa, kapı Ön­leri İle genellikle köy, kasaba ve şehir sınırları içinde yer alan alanlar mülk arazi içinde müta­laa edilir. Mera, otlak, ormanlar ve umumun yarannı doğrudan ilgilendiren alanlar özel mülk konusu olamaz. Peygamber'den rivayet edilen bir hadise göre "İnsanlar üç şeyde ortak­tırlar. Bunlar da su, ateş ve otlaklardır" Bir başka rivayette bunlara tuz (madenleri) eklen­miştir.

Mülk arazî ölüm halinde tabii olarak taksime uğrar; bu taksimde İslam miras hukuku­nun temel hükümleri esas alınır. Bu da toprak­ların zaman içinde bir elde toplanmasını önle­yen önemli bir tedbirdir. Mülk arazi temel özelliklerinden dolayı satılabilir, hibe edilir, vasiyet olarak bırakılabilir, vakıf olarak bağış­lanır. Hukukçular Mülk Arazi'nin kiraya veril­mesinde genel olarak sakınca görmemişlerdir. Bir görüşe göre, istenildiğinde metruk tutula­bilir; ancak sahibi bilinmiyorsa kayıp mal (lu-kata) hükmüne tabi tutulup devlete İntikal eder. Mülk araziyle İlgili olan bu hüküm Mülk-Harac arazi için geçerli değildir. Mevat arazide olduğu gibi Mülk Haraç araziyi sahibi İşletebilecek durumda değilse ve eğer başka geliri yoksa isterse kiraya verir, isterse işleyebi­lecek durumda olan birine devreder. Arazinin muattal (İşlemez) kalmasına gözyumulamaz.

Mülk arazi hukuk ve resmi koruma altında­dır, üzerinde başkaları tarafından haksız iş­lem yapılmasına, gasbedilmesine, izinsiz işgal edilmesine izin verilmez.

Mülk arazinin bir başka özelliği, daha taksi­mi sırasında kişinin ihtiyacı ve işleyebileceği miktarın önemle gözönüne alınmasıdır. Çün­kü Ebu Ubeyd'in de belirttiği gibi, tabii ihti­yaçtan fazla olan arazi umumun yararına açı­lır. Nitekim Hz.Ömer'de temliki iktalarda bu­lunurken, kişilerin ve ailelerin İşleyebilecekle­ri miktarda toprak vermeyi esas İlke kabul et­miş,* geçmişte fazla toprağa sahiplenmiş kişi­lerden bu fazlalığı geri almıştır, Bu da açıkça gösteriyor ki, İslam'da mülk araziler üzerinde bile olsa feodal bir düzenin veya toprak ağalı­ğının teşekkülü için ciddi hiçbir neden yok. [2]

 

Fey-HaracArazisi:

 

Fey arazi, müslümanların kılıç kullanmadan ve at sürmeden yani anlaş­ma ve sulh yoluyla elde ettikleri topraklara de­nir. Bu topraklara, üzerlerine tahakkuk eden vergi türü dolayısıyla "Haraç Arazi"de denir.

Fey veya Haraç arazinin mülkiyeti ilke ola­rak devlete veya tophıma aittir. Gelirleri de genel ihtiyaçların karşılanmasında kullanılır. Kur'an-ı Kerim'de yer alan fey ve enfal ayetle­ri bu harcamanın genel esaslarını ve yerlerini belirtir. Üreticiler ve çiftçiler devlete haraç vermek şartıyla bu toprakları kullanır, işletir mamur hale getirir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, fey'de herke­sin hakkı var. Ebu Ubeyd, ünlü eseri Kiıa-btıl'l-Emval'de bunu ayrıntılı olarak anlatır. Buna göre, köy ve şehir ahalisi, badiyede otu­ran göçerler, mevlalar, çocuklar, kadınlar, evli ve bekarlar {evliye iki, bekara bir hisse) İle bir görüşe göre köleler dahi fey gelirlerinden ya­rarlanırlar.

Fey veya Haraç arazi, eğer Mülk Haraç de­ğilse onu işletenler tarafından satılamaz, çün­kü rakebesi kendilerine değil, Beytü'l-Mal'e aittir. Yahya bin Adem, Kİiabıı'I-Hamc adlı eserinde, ganimet ve fey hükümlerinin Kur'an'da muhkem olduklarını, bundan dola­yı neshedilip yürürlükten kaldırılamayacakla­rını yazar.

Fey veya Haraç arazide mülkiyet devletin ol­duğuna göre. ürünün arttırılması, çalışma ha­yatının iyileştirilmesi, hedeflenen üretim hac­mine ulaşılması için, eğer bir takım alt yapı ya­tırımları yapmak gerekliyse, Ebu Yusuf a gö­re bu yatırımları yapmak toprağın gerçek sahi­bine yani devlete ait bir görevdir.

Fey ve Haraç, İslam hukukunda toprak üze­rinde "Devlet Mülkiyeti"ni temellendiren iki anahtar terimdir. Nitekim Arazİ-i Memleket, Arazi-i Havz, Arazi-İ Emiriye, Arazi-i Sultani­ye, Arazi-i Beytü'1-Mal ve Arazİ-i Mirîye (Mi­ri Arazi) gibi çeşitli İsimler alan topraklar so­nuçta Devlet Müfkiyeti'nİn farklı adlandırma­larından başka bir şey değildir.

Sulh yoluyla ele geçirilen araziler (Beni Na­dir), savaş yoluyla ele geçirilse dahi devlet baş­kanının içtihadıyla fey statüsüne sokulan arazi­ler (Sevad), Mülk Öşür ve Mülk Haraç iken varıssiz rakebesi devlette kalmak §arüyle İh-ya'ya verilen araziler veya sahipsiz, metruk araziler devlet mülkiyetinin temelini teşkil eder.

Genel kanaate göre bu toprakların satışı ya­pılamaz. Kiraya verilip verilemeyeceği konusu İseihtilaflıdır; mirasyoluyla İntikal edebilecek­lerini Şafii ve Maliki hukukçular kabul etme­mişlerdir. Mirasa konu olsalar bile, mirasla in­tikal edecek olan, toprağın kendisi ve mülkiye­ti değil, onu işletme ve ondan yararlanma (in-tifa) hakkıdır. Hz.Ömer, devlet mülkiyetinde­ki topraklan tıpkı mevat arazilerde olduğu gi­bi, üzerindekiler tarafından üç yıl işletilmedİk-lerİ takdirde onlardan alıp bir başkasına ver­me ilkesini getirmiştir. Devlet mülkiyetindeki topraklarda yaşayanların müslüman olmaları halinde, onlar üzerindeki cizye yükümlülüğü kalkar, ancak toprak "haraç arazi" olma vasfı­nı korumaya devam eder. Mülkiyeti yine dev­letindir.

Yahya bin Adem, "toprak ilke olarak İmam'ın, yani devletindir" der. "İmam dilerse dağıtır, dilerse bırakır." Ancak çoğu Batılı or­yantalist ve tarih araştırıcısı, Doğu İslam top­lumlarıyla ilgili araştırma yaparken, Doğu'da-ki mülkiyet ilişkisinde Önemli bir yer tutan bu ilkeyi öne sürerek oldukça yanlış sonuçlara va­rıyorlar. Bu arada en çok Doğu'da, Hindistan, İran ve Türkiye'deki toprak-mülkiyet ilişkisi­nin ATÜT'çü kuramla açıklanabileceğini var­sayanlar bu yanılgıya düşüyorlar. Onlara göre bu bölgelerin genel coğrafi ve tabii yapısı top­rakta özel mülkiyeli elverişli kılmamış, topra­ğın sulanması, kanal açma ihtiyacı ve üretim sürecindeki zorluklar fertlerin gücünü aşan altyapı tesislerinin kurulmasını gerekli kılmış­tır. Bu tabii ve maddi zorluklardan dolayı Do­ğu toplumlarında devlet tek mülk sahibi ola­rak ortaya çıkar. Bu olgu Doğu Despotizmi­nin tarihi ve maddi temelidir.

Gerçekte ise toprak üzerinde devletin mülki­yeti, ne özel kişilerin (hükümdar) ne tüzel kişi­liklerin (devlet) tabii hakları dolayısıyla orta­ya çıkmaz. Sonraki dönemlerde bozulma ne türde ve hangi boyutlarda olursa olsun, teorik hukuk içinde devlet de toprak üzerinde ancak bir koruyucu ve düzenleyici rol oynar. Yoksa temelde ve genel tanıma göre mülk (ve mülki­yet) Allah'ındır, devletin veya devlet başkanı­nın değil. Nitekim HzAli, bu duyarlı konuya dikkat çekerek: "Haracı devlet başkanının mülkü gibi kabul etmek küfürdür. Çünkü o, Beytü'l-Mal'inyöneticİsi ve yetimin malını ida­re eden bir vasi gibidir"demiştir. [3]

 

İkta Arazisi:

 

Devlet mülkiyetinin bir başka çeşidi de ikta'dır. İkta, devlet başkanının bey-tü'1-Mal'e ait topraklardan bir şahsa veya bir aileye bir miktar toprağı "mukataa usulüyle" vermesidir. İslam Öncesinde varolan ikia düze­ninde, ikia ya devlei veya Feodal beyler eliyle şahıslara verilirdi, toprakta çalışanlar da ken­di temel ihtiyaçları dışında kalan gelirin tümü­nü devlete veya feodal beye verirlerdi. İslam dini getirdiği yeni düzenleme İle bu uygulama­yı kökten değiştirdi, üreticilere belli miktarda vergi koydu. İslam hukukçuları en doğru uygu­lama olarak devletin kendi maddi kaynakları­nı kendisinin İşletmesini uygun görürler, an­cak devlet bir takım toplumsal maslahatlar gö­zeterek, kişinin veya üretici ailenin işleyebile­ceği miktarı ikta etmesi lazım. Hz.Ömer, bu il­keye hassasiyetle uymuş, işleyebileceğinden fazlasına sahip olanlardan toprakları geri al­mıştır.

İkta sis temini gerekli kılan maşlahın çeşiıti nedenlere dayanabilir. Daha çok toprağın işle­nebilir hale gelmesi, Bcytü'l-MaPe ait gelir kaynaklarının arttırılması, çalışabilir durumda çiftçi ailelerin topraklandırılması, nüfusun bir yerde temerküz etmesinin Önüne geçilmesi vb...

İki tür İkta'dan söz edilebilir:

l- Tcmlikiikta:Toprağın mülkiyetini şahısla­ra vermek üzere yapılan ikta. Bunun ilk örne­ğini Hz.Pcygamber'in Zübeyr bin Avvam'a Naki adlı bölgeyi ikia etmesi teşkil eder. İkia, Haraç Arazi'den, Mevat veya Mamur arazi­den yapılabilir. Ancak yine de İkta'da mülki­yet biçimini çoğunlukla toprağın kendisi, bir başka ifade İle İslam'a geçiş şekli tayin eder. Bu, diğer mülkiyet biçimlerinde de gözetilen esaslı bir konudur.

2- İstİğlalcn İkta: Toprağın sadece yararlan­ma (intifa) hakkının ikta edilmesine istiğlalen İkta denir. Bu ikta biçiminde mülkiyet devlete aittir, fertlere geçmez.

Genel bir ilke olarak, toprak hangi amaçla Lktü'a verilmişse, o amacın dışına çıkmak ya­sal değildir.

Mülkiyete geçirilmek üzere ikta edilen top­rak. Mülk Arazi gibi satılır, vasiyet veya hibe edilirve miras olarak başkalarına intikal eder. İstiğİalen ikta'da ise bu hükümlerin hiç biri ge­çerli olmaz.

Gerek Hz.Peygamber'in gerekse ilk halifele­rin toprağın vergisini ikta ettiklerine dair eli­mizde hiç bir tarihi kayıt yok. Çünkü verginin iktaı iltizam usulünden başka bir anlam ifade etmez. Bir diğer nokta, bu ilk iktalarm tümün­de ihtiyaca ve İşlenebilecek kadar miktarın İk-taına özel bir önem verilmiş olmasıdır. Bu da diğer toprak çeşitlerinde olduğu gibi toprak Üzerinde feodalitenin veya toprak ağalığının teşekkülüne karşı gözetilmiş esaslı bir tedbir­dir.

Toplumun ortaklaşa kullanımda tuttuğu alanlar ikta edilemez; haksız ve yanlış ikta ip­tal edilirve Ebu Yusuf un belirttiği gibi üç yıl boyunca metruk bırakılan ikta arazisi sahibin­den geri alınır.

Şu bir gerçek ki, İslam Öncesinde Hindistan, İran ve Doğu Roma'nın hüküm sürdüğü geniş topraklar üzerinde köklü bir ikia sistemi var­dı. Ancak bu sistem feodal bir nizam içinde vü-cud bulmuştu. İslamiyet bu yerlere girdiğinde ilk İş olarak sistemi yeniden düzene soktu, fe­odaliteyi kökten kaldırarak, yerine köylünün, çiftçinin toprak Üzerinde devlete vergi veren özgür bir konuma yükseltilmesini sağladı. Fe­odalitede yeryer toprakla birlikle üzerinde ça­lışanlar da toprak sahibinin mülkü kabul edili­yordu. Bu açıdan bakıldığında İslamiyet'in toprak düzeninde köklü bir devrim yaptığı söy­lenebilir. İslam'da uygulanan İkta sistemi ile Avrupa feodalitesi arasında benzerlikler kur­mak ise büsbütün mümkün değildir. [4]

 

Mevat Anızı:

 

Kelime anlamıyla nıcvat diri ol­mayan, ölü demektir. Uzun zamanlar boyun­ca veya tabii haliyle metruk kalmış, kimsenin malı olmamış, boş, sahipsiz ve harap araziye İslam hukuku literatüründe Mevat Arazi de­nir. Hz.Peygambcr bu türden arazilerle ilgili ŞÖyle buyurmuştur: "Kim mevat bir araziyi ih­ya ederse onda hak sahibidir." Bu hadisin da­ha İslam'ın İlk dönemlerinden itibaren ma­mur olmayan arazilerin ihya edilmek sureliyle tarıma açılmalarında önemli bir teşvik unsuru teşkil ettiğinde şüphe yoktur. Nitekim sonraki dönemlerde de İslam devleti çeşitli yöntemler­le işlenebilir arazilerin alanını genişletme yo­lunda çeşitli tedbirler almayı ihmal etmemiştır.

Mcvai bir arazinin ihya edilebilmesi için ara­zinin öncelikle kimsenin mülkiyelinde olma­ması, köy, kasaba ve şehir mer'asım teşkil ci-mcmesİ, koruluk, odunluk gibi amaçlarda kul­lanılmaması ve yerleşim merkezlerinin mezar­lığı sınırları İçinde olmaması gerekir. Ebu Ha-nife ve Evzai gibi büyük hukukçular, mevat arazinin ihya edilebilmesi için devlet başkanı­nın iznini lemel şart olarak öne sürmüşlerdir. Son tahlilde gözönünc alındığında mevat ara­zi mülk arazi statüsündedir; ama ihya edilme­den satışa çıkarılamaz ve genci hükme göre de üç sene boyunca çalıştırılmayan arazi onu devlet izniyle ihya etmek üzere alan sahibin­den geri alınır, bir başkasına devredilir. Hadis­te de bııyurulduğu gibi, araziyi ihya eden, baş­kalarına göre "öncelikle hak sahibi" (ehak) dir, yoksa her durumda gerçek ve nihai maliki değildir.

İhya'dan sonra ise satış, kira, ortaklık vb. mu­ameleler mümkündür. Arazi öşür ise öşür, ha-racİ ise haraç vergiye labi tutulur. Ebu Yu-sufun deyişiyle, İhya bir tür ikta'dır; ancak ik-tadan farklı olarak ihya'da taleb mülk sahibi devletten bireye değil, bireyden devlete gelir. Doğal olarak ikta'da da doğrudan devletten toprak talebinde bulunmak mümkündür.

İhya yoluyla mülkiyelin gerçekleşmesi için, toprağı temizlemek, tohum ekmek, fidan dik­mek, bina inşa etmek, nadasa bırakmak, sula­mak, sulama İçin ark veya kanallar açmak, bendler yaptırmak, sed çekmek, araziyi çevre­lemek, varsa bataklığı kurutmak vb. işlemleri yapmak gerekir. Bunların her biri arazinin du­rumuna ve kullanılış amacına göre tek tek ve­ya topluca yapılması gereken işlerdir.

Vakıf Arazisi: İslam hukukunda tasnife giren ve tamamen özel bir statüde mütalaa edilen bir arazi çeşiti de Vakıf Arazi'sidir. Bilindiği gibi vakıf, kapsamı genis. bir alan olup arazi dahil her türlü taşınır ve taşınmaz malları içi­ne alır. İslam kaynaklarına göre ilk vakıf Ör­neklerine Asr-ı Saadct'lc rastlanır ve ilk vakıf Hz.Ömcr'c aittir.

İslam tarihînde vakıf konusu etrafında çok zengin bir literatürün oluştuğu muhakkaktır.

Bu kaynaklarvakfm niteliği, şartlan, mülkiye­ti, yönetimi, işletilmesi vb. konulara ilişkin et­raflı bilgileri ihtiva eder. Vakıf araziler sözko-nusu olduğunda genel ilke olarak, vakfa an­cak Mülk Arazi, Öşür veya Mülk Haraç arazi­lerin konu olabileceği söylenmelidir. Bu kap­sama tabii olarak Temliki İkta ve Temliki İh­ya arazi çeşitleri de dahil edilebilir. Vakfın amacı, Allah'ın rızasını gözeterek bîr toprağın gelirini amacına uygun olarak harcamak, aka­rını Allah'a vakfetmektir. Vakıfla amacın ma­ruf yani İslam'ın temel hükümlerine ve ruhu­na uygun olması şartı aranır. Münkeri amaçla­yan vakıf sahih vakıf değildir.

Bundan ayrı olarak tarihle Sahih Vakıf ve Sahih Olmayan Vakıf olmak üzere iki vakıf tü­rüne tanık olunabilir. Sahih Vakıf, kuruluş amaçları yanında mülkiyeti ferde ait arazi vak­fıdır. Mülkiyeti devlete aİl olup intifa hakkı vakfedümişse devlet başkanı istediği zaman bunu iptal etme yetkisine sahip olduğundan buna Sahih Olmayan Vakıf (Gayr-ı Sahih Va­kıf) denmiştir. Tarih boyunca vergi kaçırma amaçlarıyla kurulmuş çeşitli vakıflara rastla­mak mümkünse de, vakıflar genel olarak top­luma sosyal, kültürel ve ekonomik alanlarda yaygın hizmetler taşıyan, zaman zaman devle­tin yapması gereken faaliyetleri yüklenen ya­rarlı kurumlar olmuşlardır.

İslam toprak hukukunda yukarıda anlattığı­mız toprak çeşitlerinden başka Savafi, Met­ruk, Adi vb. arazi çeşitleri de var. Ne var ki bunlar, genel çerçeveyi değiştirecek nitelikte değildirler.

Başta İbn Suud olmak üzere bir çok İslam hukukçusuna göre, bugünkü İslam dünyasını mevcud hukuki çerçeve içinde ele almak gere­kirse şöytebirtablo ortaya çıkar: Arap yarıma­dası, Küfe, Yemen, Kuzeyde Şam'a ve Batı'da Kızıldentz'c kadarki topraklar Mülk Arazi; Irak, Suriye ve Mısır Haraç Arazi; Anadolu ve İran ise Miri Arazi statüsünde olan topraklar­dır.

Ali BULAÇ

Bkv..ATÜT, Vakıf. [5]

 



[1] Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları: 1/67-71.

[2] Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları: 1/71-72.

[3] Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları: 1/72-73.

[4] Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları: 1/73-74.

[5] Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları: 1/74-75.