BİLGİ TEORİSİ

 

Bilgi teorisi bilginin mahiyeti, kaynağı değe-156ri ve sınırını inceleyen felsefe dalıdır. Gnoseo-loji bu bakımdan ontolojinin karşıtı bir anla­mı ihtiva eder. Ontoloji doğrudan doğruya varlığın bir kavramı olurken, gnoseoloji anla­mında bilgi teorisi varlık hakkındaki bilginin teorisi demektir. Epistemoloji anlamında bil­gi teorisinden de farklılık gösterir. Gerçekten epistemoloji, bilimlerin başvurduğu kavram, yöntem, İlke ve varsayımları a posteriori (de-neysonrası) bakımdan inceler; bilimlerin ger­çek ve tarihi gelişimini araştırır, dolayısıyla bi­lim felsefesiyle yakınlık gösterir. Buna karşılık gnoseoloji, bilgi faaliyetinin veya yeteneğinin genci ve a pıioıi (önsel) bir çözümlemesi şek­linde ortaya çıkar ki, evren hakkındaki her tür­lü bilgide varolan temel kavramları konu edi­nerek inceler. Nitekim Kant'ın uyguladığı mantıksal yöntem, gnoseolojiktir.

Demek oluyor ki, bir anlamda bilgi teorisi bilgi eyleminde özne ile nesne arasındaki iliş­kinin incelenmesidir. Burada şu soru önem ta­şımaktadır: bilgimiz, nasıl ve ne ölçüde dışı­mızda var olana benzemektedir? Aynı doğrul­tuda çağdaş anlayış bu soruyu şu şekilde sor­mayı yeğlemektedir: Bilen Öznenin belli bir ta­biatı bulunmaktadır; bilen, düşündüğü zaman bu taîbat kendisini bilgiye nasıl yansıtmakta­dır? Bilgimizde bu tabiatın rolü nedir? Kısaca­sı bilgi ve düşüncenin değeri nedir?

Bu anlamda bilgi teorisi, bilginin tanımlan­ması, türlerinin ayrımı, kaynaklarının tesbiti, değer ve sınırının belirlenmesi incelemeleri­nin bütünüdür. Yani insan bilgisinin mahiyeti, genel olarak yöntemi, mekanizması ve kapsa­mı üzerinde bir incelemedir. Bu konuda önce­leri şöyle bir ayrımın yapıldığı gözlemlenmek­tedir.

a) Bilgi teorisi için Önceden bilginin, bilme eyleminin mantığı, psikolojisi, biyolojisi, sos­yolojisi ve metafiziğinden sözcdilmiştir. Buna göre bilginin hangi mantık ilkelerine göre ku­rulduğunun araştırılması, mantık açısından bilgi teorisi; bilginin insan yetilerinin hangile­rine dayandırıldığı üzerine inceleme; psikoloji olarak bilgi teorisi bilgiyle insanın bedensel (somatik) nitelikleri ve değişimleri arasında bir karşılıklı ilişki var mıdır sorusunu inceleme biyolojik olarak bilgi teorisi; bilginin top­lumsal bir olay olarak incelenerek buna göre değerlendirilmesi, sosyolojik olarak bilgi teori­si; bilen Özneyle bilinen nesne arasındaki ilişki üzerine deney-üstü spekülasyonlar, metafizik olarak bilgi teorisini oluşturur.

İşte bütün bunların temelinde geçerli bir bil­ginin varlığı sözkonusudur ki, buna, özellikle Alınan düşünürleri bilgi öğretisi veya teorisi (Efkenntnistehıv) adını vermişlerdir.

b) Çağdaş anlamda bilginin mahiyeti, ilkele­ri, mantıksal kaynağının sınırları, geçerliliği üzerinde yapılan incelemelerdir. Bilginin söz-konusu bütün bu yönlerinin bilimsel açıdan bilgi teorisine bazı Alman düşünürleri "bilgi eleştirisi" (Erkenntniskıitik) adını vermişler­dir.

Sokrales-öncesi filozoflar sınırlı da olsa, bil­gi konusuna ilgi duymuşlardır. Ancak bilgiyi bilgi teorisi bağlamında ortaya koyan Platon olmuştur. Platon, hocası Sokratcs'in "kendini bilmek", "ne bildiğini bilmek" şeklinde ortaya çıkan ve ahlak felsefesinin temeli olarak da gö­rülen İlkelerinden hareket eder. Ancak "er­demli devlet "İn gerçekleştirilmesi sürecinde Platon, siyaset ve ahlak olgularını temel ala­rak ilk düzenli bilgi teorisini ve İdealist bilgi anlayışını oluşturmaya yöneldi. Thcaiios diya­logunda bilginin algıdan ibaret olduğunu İleri süren Aristippos'un duyumcu (sensüalist) gö­rüşünü eleştirip reddeder. Çünkü bilgi bütü­nüyle algıdan ibaret ise, o takdirde Protago-ras'ın izafiyet anlayışı kabul edilecek, dolayı­sıyla herkes için aynı olan objektif bir bilgi söz-konusu olamayacaktır. Bu bakımdan Platon bilginin algıdan ibaret olduğu görüşünü redde­derek, gerçek bilginin tam da algının bittiği yerden başladığını ileri sürer. Kaldı ki, duyum­larımız, ancak görünüşler dünyasındaki şeyle­ri algılarlar, fakat o şeylerin varlıkları hakkın­daki bilgiyi veremezler. İşte bu gerçek bilgiyi ruhumuzun, varlıkları birbiriyle karşılaştıran ve yargıda bulunan faaliyetiyle kavrayabiliriz. Gerçekten duyular aracılığıyla mutlak bir ha-kîkatİ kavramak imkânı olmadığı için, mutlak bir bilgiyi ancak sonsuz olan, değişmeyen bir varlığın, yani ruhun elde etmesi mümkündür.

Gerçek bilginin mümkün olduğuna delil ise aritmetik bilgilerdir. Çünkü bu bilgiler, düşü­nen her insan için açık ve seçiktirler, her tür şüpheden uzaktırlar, üstelik kişilere ve zama­na göre de değişmezler. Hakikatin kavranma­sını sağlayan ilke, sevgi (eros) ve ona dayanan akıl yürütmedir. Bu sevgi, ölümsüz alemden (i-dcalar aleminden) duyulur aleme gelen ru­hun, tekrar ölümsüz aleme dönmek için derin­den hissettiği istektir. İşte sevginin özel bir şekli olan "bilimsel sevgi" bu derin istekten kaynaklanır. Nitekim ruhun bedenden kurtul­ma İsteği de böyledir. Ölümsüz olan ruh, sayı­sız defa gelip gittiği duyular alemiyle duyu-lar-üstü alemi görüp tanıdığından, ayrıca du­yulur alemde, yani tabiattaki bütün nesneler birbirleriyle İlintili olduklarından bunlardan birini görünce ötekilerini de hatırlar {anamne-İsİs). Platon'a göre daha önce sahip olduğu ha­kikatin yeniden hatırlanmasıyla bilginin oluşu­munu ruh böylece gerçekleştirir. Bunun anla­mı bilginin, önceden bilinen, görünen bir nes­nenin yeniden hatırlanması demektir ki, bu ha­tırlamada asıl varlıklar İdealardır. Ne var ki, kesin bilgi (episleme )y\o doğru sanı (oıiho doksa)y\ birbirine karıştırmamak gerekir. Ke-sİn bilgi, temel bir ilkeye, yani logos'n dayandı­ğından sürekli ve kesindir, doğru sanı ise sü­reksizdir. Bu iki bilgi türü iki alemin varlığına işaret eder. Birincisi idealar alemidir, ki, haki­katlerin ölümsüz ve aşkın ilkelerin bulundu­ğu; öteki ise görünüşün ortaya çıkıp yok olan izafi gerçeklerin dünyasıdır. Aklı ilgilendiren bilginin konusu idealar dünyası, doğru sanı­nın konusuysa görünüşler dünyasıdır. Görü­nüşler dünyasında bulunmayan idealar ölüm­süz ve bağımsız varlıklar olduklarından, sade­ce düşünceyle kavranabilirler. Platon'a göre bilginin kaynağı bu idealar dünyasıdır ve o ay­nı zamanda erdemin de şartıdır; Sokrates'in erdemin kaynağını bilgi, dolayısıyla da akla da­yayan görüşü burada onaya çıkmaktadır, öte yandan İdealar arasındaki sıralanma düzeni, bilginin türleri arasında belli bir ayrımı da şart kılar.

Plüton'dan farklı olarak bilginin esasını kav­ramlar arasındaki ilişkide değil, duyularla algılanan olgularda gören Aristoteles, bilgiyi belli bir sisteme sokma çabası yanında bilimsel bil­ginin kaynağını, ilkelerini ve belli bir düzenle­meye göre araştırılması gerekliliğini ileri sü­rer. Bunu gerçekleştirecek olan da mantıktır. Nitekim onun felsefe sistemi mantık ve metafi­ziğine dayalı olarak oluşturulur ki, bu alanlar (mantık ve metafizik) bilgiye ulaşmanın yönte­mini de belirler, dolayısıyla hem bilimden, hem de felsefeden önce gelmelidir. Böylece felsefe ve bilime hazırlık alanı olan mantık bil­gi teorisini de kendisine konu edinir. Aristote­les bilgi teorisinde Platon'dan farklı olarak akıl ile algıyı, yani deneyi dengelemeye çalışır. Ona göre gerçek bilgi zorunludur. Bir şeyi bil­mek, bir olayın ortaya çıkışını ve hangi neden­den doğduğunu bilmek demektir. Bu anlam­da bilimsel önermelere mantıksal tümdenge­limle (deduetion) ulaşılır ve tümdengelim da­ima bir kıyas şeklindedir. Kısacası Aristote­les'e göre gerçc% bilgi (bilimsel önermeler) kı­yas yoluyla çıkarımlanan Önermelerdir. Ayrı­ca onun bilgi teorisini siyaset ve ahlak felsefe­leri alanlarında bulmak mümkündür. Aristote­les'in kurduğu mantık kavram türleri ve ilişki­leri üzerinde ısrarla durması sonraki çağlarda beliren bilgi teorilerinin ilk örneği olduğu gi­bi, bunları derinden de etkilemiştir. Gerek ilk çağda Aristoteles'ten sonra gelen çeşitli felse­fi ekoller, özellikle Stoacılar ve Şüpheciler; ge­rek Orta Çağ Skolastikleri, özellikle Aquinolu Thomas, Aristoteles'in bilgi teorisinin etkisin­de kalarak kendi felsefelerini oluştururlarken, onu geliştirip yorumladılar. Keza İslam düşün­cesinde de "Meşşailer" olarak bilinen filozof­lar üynı etkiyi farklı biçim de olsa yansıttılar.

Ortaçağ Skolastiğinde Aristoteles'in mantı­ğı temel alınarak kurulan bilgi teorisi, külli şeylerin bilgisine dayandırılacaktır. Ancak XIV.yüzyılda Batıda İslam düşüncesinin, özel­likle bilim alanında ortaya konulan birikimle, bu anlayışın tartışmaya konu edildiği görüle­cektir. Aristoteles mantığını şiddetle eleştiren Roger Bacon; İbn Sina'nın deneyi önemseyen bilgi anlayışını ve genel olarak da müslüman bilginlerin deneysel yöntemlerine dikkat çeke­rek, külli kavramların birer isim olduğunu

(Nominalizm), bilginin doğru objesinin ger­çeklik, gerçekliğin de tikel (cüz'i) olduğunu ileri sürecektir. Bacon gibi Ockhamlı William da bilginin esasının tikel varlık ve bunların dc-neyyoluyla algılanmasında aranması gerektiği­ni savunacaktır. Böylece Skolastikteki tümel (külli) kavramların gerçek olmadıkları, bunla­rın bilgilerinin de birer soyutlamadan öteye anlam taşımadığı açıkça İleri sürülecek, Röne­sans ile birlikte tabiat bilimlerinde yenilenme ve gelişme süreci başlayacaktır. Bu alanda müslüman bilgin ve düşünürlerin çeşitli bilim konularına ait inceleme ve araştırmalarıyla, hemen her bilimin kendine özgü bir yöntemi­nin bulunması gerektiği anlayış ve sezgileri mutlaka önemli olacaktır. Kaldı ki, IX. yüzyıl­da Sicilya'da, İspanya'nın çeşitli kentlerinde kurulan medreselerin müslümanlar yanında hıristiyan öğrencileri de eğitmeleri Rönesans ile açılan yeni çağ tabiat bilimlerinin ve yön­temlerinin oluşmasında kuşkusuz etkili olmuş­tur. Farabi, İbn Sina, Ebu Bekir Razi, İbn Heysem, İbn Bacce, İbn Tufeyl vb. gibi bilgin ve düşünürlerin çalışmaları doğrudan ya da dolaylı yollardan Yeni Çağ'da Batıda tartışı­lan bilgi teorileriyle ilişkili görülebilirler.

Yeni Çağ'da Rene Descartes ile Francis Ba­con genel olarak matematik ve tabiat bilimle­ri konularında ortak bir bakış açısına sahip gö­rünseler bile, bilgi teorisi konusunda birbirle­riyle çatışan iki felsefi akımın öncüleri oldu­lar. Bacon tabiatın yöntemli ve düzenli bir şe­kilde inceleme ve araştırılmasını, bunun da de­ney ve gözlemle algılanan olaylara dayandırıl­masını öngörür. Böylece oluşturulacak bilgi te­orisi deneyci bir geleneğe dayandırılır ki, da­ha sonra bu geleneği Locke, Bcrkeley ve Hu-me sürdürecektir.

Bacon'un aksine Descartes, akıl tarafından "açık-seçik" kavranan bilgilerin doğru ve güve­nilir olduğunu, dolayısıyla kesin ve doğru bilgi­nin algı yoluyla elde edilemeyeceğini ileri sü­rer. Çünkü duyumun muhtevası nesneleri ol­duğu gibi vermekten uzaktır ve renk, ses, tat, koku ve dokunma gibi nitelikler nesnelerin özellikleri olarak algılanamazlar. Gazali'de de gördüğümüz "balmumu" örneğini Dcscartes duyumlardaki karışıklığın ve açık-scçiklik­ten yoksunluğun anlatımında kullanır. Nite­kim balmumu parçasını alıp onun duyumlana-bİHr niteliklerini incelediğimizde, bu nitelikle­rin ortam veya çevre şartlarına uygun olarak sürekli değişmesine karşılık balmumunun ne ise o olarak kaldığı görülecektir. Öyleyse bal­mumu duyumlarla algılanan niteliklerden meydana gelmemektedir. Üstelik balmumu­nun değişmeyen özelliği mekânı, biçimi ve ha­reketidir ki, nesnelerin gerçek özünü de bu özellikler oluşturur. İşte bu özelliklerin bilgisi­ni duyum değil, anlayış gücü, yani "zeka" (in-te İli gence) verir. Böylece Descartcs'ın ortaya koyduğu rasyonalizmin temeli bu gözleme da­yanmaktadır; gerçek bilgi deneyden önce, ya-ni a priori'dir.

Bununla birlikte Descartes deney olgusunu bütünüyle reddetmez. Ona göre bilgi, sözgeli­mi matematik bilgisinde olduğu gibi, temel doğrulardan (postulalardan) akıl yürütmeyle elde edilir ve bunlardan da mantık yoluyla baş­ka doğrular çıkarılır. İşte deneyin işlevi de bu­rada ortaya çıkar ki, temel doğruları açık ve belirgin duruma getirmektir. Temel doğrular ise, Dcscartes'a göre doğuştan sahip olunan İdeler, yani düşüncelerdir ve bunun en açık ve kuşku duyulmaz örneği insanın kendi varlığı­na ve Tanrı'nın varlığına ait bilgisidir. Bu an­lamda temel doğrular başlangıçta örtük ola­rak vardılar, bilginin açık ve belirgin duruma getirilmesinde algının Önemi sözkonusudıır. İşte tabiattaki her olayın bir neden sonuç iliş­kisine dayandığının algılanması da deneyle mümkün olur. Sözgelimi ateş ile duman ara­sındaki ilişki doğuştan gelen nedensellik idc-siyle kavranır. Kısacası duyular akıl için ancak malzeme sağlayabilirler. Descartes'ın savun­duğu bu anlayış rasyonalizm olarak adlandırı­lacak ve Avrupa'da Spinoza ve Leibniz tarafın­dan savunulacaktır.

Bu iki farklı ve karşıt anlayışı Kant tek bir sis­tem içinde bütünleştirecektir. Bütün bilgilerin deneyle başladığını, fakat bütün olarak deney­den çıkartılmadığını ileri süren Kant, bilginin deneyden gelen unsurlar ile anlayış gücünün tamamladığı unsurları birbirinden ayırır. Ona göre, İnsan bilgisinin meydana gelmesinde hem duyumların, hem de anlığın payı ve etkisi sözkonusudıır. En ilkel deneyde bile deneyle İsbat edilemeyecek unsurlar vardır ki, bunlar zaman ve mekan kategorileridir. Çünkü za­man ve mekan kategorileri deneyle isbailana-mazlar, dolayısıyla deneyle elde edilemezler. Nitekim tabiat bilimlerinde sadece duyular yo­luyla elde edilemeyecek veriler bulunmakta­dır. Dolayısıyla bilimsel bilginin önermeleri zorunlu olarak doğru, aynı zamanda tümel ve değişmezdirler. Oysa deneyin tümel ve zorun­lu bilgileri vermesi mümkün değildir. Gerçek­ten bilgi teorisinin temellcndirilmesinde Kant'ın bu anlayışı çerçevesinde analitik ve sentetik önermeler İle a pıioıi ve a posterioıi bilgi arasında ortaya koyduğu ayrımlar önemli­dir ve hala da önemli olmaya devam etmekte­dir.

Kant'tan sonraki gelişmelerde Alman İdea­lizmi içinde Fichte "Ben" kavramını ahlak fel­sefesiyle birlikte bilgi teorisini de kapsayacak biçimde temellendirdi. Hcgel mutlak idea­lizm felsefesini, "aklî olan herşey gerçektir, gerçek olan her şey ise aklîdir" temeline da­yandırdı. XVIII. yüzyıldan sonraki felsefi akımlar bilgi teorisi çerçevesinde oluşurken, bilimler ile felsefenin zaman zaman daralip genişleyen sınırlarını, konularını ve yöntemle­rini bu bağlamda tartıştılar. XVIII. yüzyıl de­neyci felsefesi olsun, XIX. yüzyılın pozitivİst felsefe olsun, XX. yüzyılın Frcge, Russelt, Whitehed başta olmak üzere matematik-man-tıkçıları, Schlick, Carnap, Neurath gibi Viya­na Çevresi ya da Yeni-Pozitivistlcri olsun, bu tartışma bağlamında ele alınabilir.

Bilgi teorisiyle ilgisi bakımından yeni bir kul­lanımdan da sözetmekyerinde olur ki, bu yeni kullanım "Epistemİk" (Epistemics) terimidir.

Epistcmik terimi, 1969'da Epİstemik okulu fonuyla ilgili olarak Edinburgh Üniversitcsİ'n-de İlk kez ortaya atılmıştır. Terim epistemolo­ji olarak bilinen felsefi bilgi teorisine zıt an­lamda bilginin bilimsel yoldan İncelemesine işaret eder. Epistcmik sözcüğünün daha geniş kapsamlı bîr tanımı ise şöyledir: Aracılığıyla bilgi vcanlamının gerçekleştirildiği ve ilctİşİ-me geçirildiği -algısal, zihni ya da dilbilimsel-süreçlere ilişkin biçimsel modellerin kurulma­sı.

(SBA) Bk.: Bilgi.