DİLBİLİM

 

Dilbilim en basit şekliyle dili bilimsel yön­temlerle inceleyen disiplin olarak tanımlanabi­lir. Akademik bir disiplin olarak dilbilimin ge­lişimi son zamanlarda ve hızlı bir şekilde ol­muştur. Dilbilim, 1960'Jt yıllardan başlayarak oldukça rağbet bulmuş ve araştırmalara konu edilmiştir. Bu, kısmen gerek halk, gerekse ay­dınlar düzeyinde dilin insanla ve İletişimle ilgi­si çerçevesinde uyanan bir ilgi artışını, kısmen de Ckomsky ve arkadaşlarının çalışmaların­dan doğan, alanın o dönemdeki iç gelişimini yansıtır. Fakat dile bir takım farklı perspektif­lerden yaklaşılabilir ve dil insan hayatında o derece temel bir rol oynar ki, pek çok disiplin dille şöyle ya da böyle ilgilenmek durumunda kalmıştır. Her bitim esasen en azından bir dil-bilimscl unsuru içerir; bu vazgeçilmez unsur da, teori ve gözlemlerinin dilidir. Peki dilbili­mi öteki bilimlerden ayırd eden şey nedir?

Özellikle dilbilime bitişik bir alan vardır: Bü­tün malzemesi sözle İlgili olan edebiyat incele­mesi. Bununla birlikte bu örnekte bile dilbİ-limsel konularla ilgilenme tarzı bizzat dilbili-minkındcn farklıdır. Tüm diğer alanlarda dil bir amaca götüren bir araç mevkiindedir. Yal­nızca dilbilimdedir ki, o kendi başına bir amaç olarak incelenir.

Pek çok başka bilim gibi dilbilim de çok uzun bir uırİh-öncesİııe sahipse de, bağımsız bir akademik disiplin tarzındaki modern şekli­ne ondokuzuncu yüzyılda ulaşmıştır. Özellikle Hindistan, Çin ve Yunanistan gibi okur-yazar toplumlarda doğan milli filolojilerin dilbilim­den daha eski bir geçmişi vardır. Modern dil­bilim, Rönesans'taki semilik kaynaklardan ge­len ufak tefek katkılardan başka, Yunan-Ro-ına geleneği temelinde Avrupa'da gelişmiştir. Bu milli filolojilerin teorik açıdan en gelişmiş olanı Hindisıan'ınkiydİ ve Avrupa'da ancak ondokuzuncu yüzyılda bundan haberdar olun­muş, öneminin kabul edilmesi ise çok daha ya­kınlarda gerçekleşmiştir.

Gramercilerin filolojik incelemeleri klasik gelenekte dilbilimin ana kaynağını teşkil ctmisse de, diğer iki meslek de kayda değer nite­liktedir. Birincisi, dilin yapısına (doğasına) du­yulan felsefi İlgidir. Burada başlıca sorun, ses ve anlam arasındaki ilişkinin doğal mı, sayma­ca (konvansiyonel) mi? olduğu idi ve bu ko­nuyla İlgili en Önemli tartışma Platon'un Cratylus kitabında geçmektedir. İkinci kay­nak da retoriktir: halka hitap ederken veya ya­zı yazarken dilin etkileyici kullanımı, Protago-ras'ın çeşitli fiil kiplerini ayırd edişi gibi dilbİ-limsel fenomenlerin ilk analizlerinden bazıla­rı uygulamalı ilgiden kaynaklanmıştır.

Ne var ki, en önemlisi İskenderiyeliler döne­minde geliştirilmiş olan gramercilerin filolojik geleneğidir. Diğer milli filolojilerle ortak ola­rak bugelenek şu özellikleri sergiler: Dillerin incelenmesi bazı kutsal metinler ya da eski Yunanda Homer'in şiirlerinde görüldüğü gibi profan (din-dışı) metinlerin anlaşılması amacı­na yöneliktir. Dillerin incelenmesi, tek bir dil üzerinde yoğunlaşmayı ve onun, kaçınılmaz bi­çimde dilin değişmesiyle birlikte ondan farklı-laşan çağdaş konuşma dili de dahil tüm diğer konuşma formlarına üstünlüğünün değerlen­dirilmesini içerir. O tarihsel değişmeyi rasyo­nel bir süreç olarak değil, biçimsel olarak ide­al bir durumdan bir dejenerasyon olarak gö­rür. Bu, mevcut kullanıma aykırı olan Özel bir biçimi restore etme yönünde bir girişim olan preskriptivizm kavramını getirir beraberinde. Yazılı metinler üzerinde yoğunlaşma, aynı za­manda temelde sözlü bir metni yazılı bir for­ma büründürür, çünkü sesler görünüşte karar­lı ve sabit yazılı formların arızi tezahürlerin­den ibarettir. Burada dilin bizzat kendisi için incelenmesi, kendisinden sonra gelecek gra­merler için bir model oluşturacak Tecime Grantntatike (yaklaşık İ.Ö. 100 civarında yaşa­mış Dionysius Thrax'a atfedilir)'de çok çarpı­cı biçimde ifadesini bulmuştur. Bu kitapta gra­merler çeşitli bölümlere ayrıldıktan sonra 'gra­merin en nazik kısmı olan edebî kompozisyo­nunun değerlendirİlmesi'yapılır.

Ne var ki, bu geleneğin katkıları bununla bit­mez. O, Latince ve Yunanca İçin son derece elverişli olan ve mevcut dilbilimsel terminolo­jinin büyükçe bir kısmının kaynağı olan kapsamlı bir modelde geliştirmiştir. Bu model, sözcük-paradigma modeli diye anılır. Cümle, az sayıda sınıflar -konuşma parçaları- içerisin­de form ve işlev temelinde bölünmez olan söz­cüklerden oluşur. Dahası, her konuşma parça­sı iki bakış açısından değerlendirilebilir: a) Bi-' Çimin iç değişkenliği (morfoloji), b) Konuşma zincirindeki diğer sözcüklerle İşlevsel ilişki (sentaks). Morfoloji alanındaki kalıcı başarı, sözlük anlamı 'Örnek' olan paradigma kavra­mının keşfedilmesiydî. îsîm gibi konuşmanın bükümlü (tasrifi) kısımları bir kategoriler dizi­sine göre değişiklik gösterir (örneğin olay ve sayı); ve belirli modeller son derece az sayıda­dır. Sözgelimi, Latince'de tüm birinci İsim çe-kimindeki isimler benzer biçim değişiklikleri gösterirler ve puella gibi herhangi bir isim di­ğerlerinin takip edeceği bir örnek olarak görü­lebilir. Bu bir başarı değildi ve dilde düzenlili­ği savunan analojistler ile onu reddeden ano-malistler arasındaki İskenderiyeliler dönemin­de meydana gelen tartışmalardan neş'et etmiş­ti. Düzenliliklerin araştırılması paradigmalar gibi kapsamlı kalıpların varlığını açıklayan analojistler tarafından yürütülüyordu.

Bu modelin daha belirgin bir görünümünü de burada zikretmeliyiz. O bir düzlemler hiye­rarşisini İçerir. Sesler sözcükleri oluşturur; söz-cüklerse cümleleri meydana getirir. Bu nokta­da iki belli başlı düzlem sözkonusudun Fono­lojik ve gramatik düzlem (gramatik düzlem, daha önce görmüş olduğumuz gibi morfoloji ve sentaksa ayrılır). Böylesi bir düzlemler fik­ri, dilbilim teorisinin bir parçası olma özelliği­ni korudu. Özellikle fonolojik ve gramatik düzlemlerin mevcudiyeti -aralarında ilişkiler olsa bile- herhangi bir dil teorisi için temel va­zifesi görebilir.

Böylece isimlerle sıfatlar arasındaki farklar cevherler ve nitelikleri arasındaki farkları yan­sıtmaktaydı. Daha da ötede bir takım diller, İnsan aklında doğuştan bulunan bu tür katego­rilerin tüm dillerde mevcut bulunması gerekti­ği varsayımı temelinde mukayese ediliyordu çoğunlukla.

XIX. yüzyıl, yalnız dilbilimin bağımsız bîr di­siplin olarak doğuşuna sahne olmakla kalmadi, dil anlayışında da bir devrimi yaşadı. Keşif­ler ve sömürgeciliğin sonucunda Avrupa, bir­den çok sayıda ve çeşitte insan dilinin var oldu­ğunun farkına vardı. Geleneksel açıklama Ba-bil Kulesi'nin Kitab-ı Mukaddcs'te anlatılan öyküsüydü ve başlıca sorun, dillerin karışma­sından önce hangi dilin konuşulduğu idi: Un-guaÂtlamica (Adem'in dili). Bununla birlikte şuna da dikkat edilmeye başlandı: Dilde orta­ya çıkan farklılıklar tesadüfi değildi; onlar Ro­man, Germen ve Sami dilleri gibi bir takım gruplara ayrılıyordu.

XIX. yüzyılın dönümü civarında geliştirilen esas açıklama, nasıl İspanyolca, her ikisi de as­len homojen bir dilin değişen biçimleri olduk­ları için, İtalyancaya benziyor idiyse, asli (es­ki) dilin yazıya geçirilmediği Latince için de benzer bir açıklama yapılmalıydı. Bir 'Pro-to-Germenik' ve bir 'Proto-Semitik' vb. dil bu-lunmalıydı. Bundan başka, çok eski bir dilden bu farklılaşma süreci, belirgin gruplaşmalara özgü değildi. Özellikle Hindistan'ın kutsal dili-olaıı Sanskritçenİn keşfedilmesi, ona belirgin benzerlikler taşıyan Latince, Yunanca ve di­ğer Avrupa dilleriyle birlikte asli (orijinal) bir Hİnd-Avrupa dili hipotezine yol açtı. Bu dil grubu, çoğunlukla daha yakınlarda birbirin­den ayrılmış olan Latince, Yunanca, Hind-I-ranlı, Germen dili, Slavca vb. dilleri içine alı­yordu. Benzetme, bir aile (soy) ağacının aynı­sıydı.

XIX. yüzyıl dilbilimine egemet. olan tarihsel karşılaştırmalı yöntem, temeldeki kadim dilin ve onda meydana gelen sonraki gelişmelerin kurulmasını amaçlıyordu. Başlıca Hind-Avru-pa dillerine uygulanmasına karşın diğer dil ai­lelerinin incelenmesinde de ondan yararlanılı­yordu. Dile bu bakış tarzı pek çok bakımdan klasik litolojiden tevarüs edilen geleneksel fi­lolojiye taban tabana zıttı. Değişme tesadüfi bir yozlaşma olmayıp rasyonel kalıplar, dahi­linde meydana gelmekte olup dilbiliminin ana konusunu oluşturur olmuştur. Fonolojik dü­zeydeki değişimler telaffuz ve işitmedeki ben­zerliklere dayanarak anlaşılabilir. Buradan kalkarak,yazılı form da değişme yozlaşma (de­jenerasyon) demek olmadığı için sonuçta dil-

bilimscl prescriptİvİzmin mantıksal temeli or­tadan kalkar..

XIX. yüzyılda ve 1920'lcre kadar gramatik tasvirin tevarüs edilen kalıbı sık sık değişmiş­se de, etkisini sürdürmüştür. Çünkü ilgi odağı tarihsel değişme üzerindeydi. Ne var ki 1920'-lerin sonlarında, 'yapısal' adını verebileceği­miz dilbilimde diğer bir temel devrim vuku buldu. Bunun ilk ifadesi, Genovalı Ferdİnand de Saussure'ün ölümünden sonra yayınlanan Cours de !inguisiiquegenerale (Genel Dilbilim Dersleri) (1915) adlı kitabında görüldü. Ken­disi tarihsel dilbilim eğitimi görmüş olan De Saussure, sosyal bilimlere yaygınlaşacak bir terminoloji getirdi. Dil tarihsel süreci açısın­dan art-zamanlı olarak (diachronically) ya da değişimden soyutlanmış bir durumda iç ilişki­lere dayanılarak eş-zamanh olarak (synehroni-cally) İki şekilde incelenebilirdi. Bu arada pek-çok bakımdan birbirinden ayrılan, fakat dilbi­limin ana konusunu dilin eş-zamanlı yapısın­da bulma noktasında birleşen bir takım yapı­salcı okullarvardı. Bunda antropologların, Ba-ıılı olmayan diller üzerine yaptıkları çalışma­lar, önemli bir etken oldu. Bu dillerin kayıtla­ra geçmediğinden sanki eş-zamanlı bir yapı-daymış, hiç değişmiyormuş izlenimi veriyordu antropologlara. Bu da, antropologları veri alan dilbilimcilerin, batılı olmayan dillerin de­ğişmeyen eş-zamanlı bir yapıda oldukları ka­naatine sürükledi.

1957'de Noam Cohmsky'nin Syntactic Stnıc-uıre.s adlı kitabı üretici gramer dönemini baş­lattı. Temel kavram olarak işlevsel birimleri değil, kuralları almaktadır, Chomsky. Dahası gramer, Amerikan yapısalcı okulunun başaşa-ğı dura*ı morfemler fonemlerden oluşur anla­yışındaki gibi değil, fakat bütün cümle kalıpla­rı arasındaki özel türden ilişkiler sentakstan başlayarakyukarıdanaşağıya doğru kurulmuş­tur. Gramer'İn tamamı aksiyomalik bir sistem­den farklı değildi. Temel formüllere çoğunluk­la derin yapılar (deepstructures) adı veriliyor­du (özne + yüklem gibi). Birkaç yıl sonra şu görülmeye başlandı ki, bu temel yaklaşım yar­dımıyla dilin tanımlanması yapısalcılıkta oldu­ğu gibi farklıktan teorilere de kılavuzluk etmektedir ve bu alana egemen olan hiçbir tek teori olmamıştır.

Gerek yapısalcı, gerekse üretici gramer dev­riminin doğurduğu temel bir sorun, dilbilim içi (iruertİnguistic) karşılaştırmaların rolüyle ilgiliydi. Tarihsel bilim esasen karşılaştırmalı bir yöntemdi, Takat yapıları tarilı-dışı olarak karşılaştırmak mümkün müydü? Amerikan ya­pısalcı okulu bu sonuçların İçerikleri üzerinde durdu. Hakim görüşün tek evrenselleri, meto­dolojilerdi. Diller bir dereceye kadar farklıla-şabilirdi, öyle ki hiçbir dilbilimsel genelleme yapmak mümkün olmayacak kadar. Prag oku­lu karşılaştırma yapılarının olabileceğini vur­guladı ve özellikle fonolojide birkaç başlangıç yaptı. Chomsky 1%5'te (Synlociic Stntcltıres) evrensel gramer kavramına yöneldi ve Gram-mcıitvgenerale kavramını kendisinin selel'i ola­rak takdim elti ve Kartezyen dilbilimi savun­du. Tüm gramerler aynı derin yapılara sahipti ve bunlar evrensel bîr genetik temelli beşeri donanımı yansıtıyordu. Bu bakış açısı son tah­lilde, gramer formları üzerindeki evrensel sı­nırlamalarla değiştirilmek zorunda kaldı.

Dilbilim halihazırda önemli sayıda alt-alan-lara bölünmüş durumdadır, bunlardan bazısı disiplİnler-arast niteliktedir.

Dilbilim içerisinde, dilbilimcinin ilgi odağı­na ve alanına göre farklı dallar ayırt edilebilir. Önemli bir ayrım, Ferdinand de San s sure ta­rafından getirilmiştir: Diakronik (art-Zaman-h) ve senkronik (eş-zamanlı) dilbilim. Diakro­nik dilbilim dilin değişmesini inceler (buna ay­nı zamanda tarihsel dilbilim de denilir), senk­ronik dİlbilimse dilin, herhangi bir verili za­mandaki durumunun incelenmesine atıfta bu­lunur. Tüm dillerin incelenmesi için genel prensiple çıkarmak ve bir fenomen olarak in­san dilinin karakteristiklerini belirleme giri­şimleri sözkonusu olduğunda buna genel dilbi­lim adı verilir. Özel (belirli) bîr dil sistemine ait olgular üzerinde yoğunlaşıldığı zaman o, tasviri dilbilim adım alır. Amacı diller arasın­daki farklar, özellikle de bir dİl-öğrctmc bağla­mındaki farklar üzerinde odaklanırsa, konıras-/(/(farkı görmek amacıyla karşılaştırma) dilbi­lim adı verilir. Eğer amacı temelde farklı diller ya da dil ailelerinin ortak özelliklerini tes-bit etmek ise, alan karştlaştınnalt dilbilim (ya da ripolojik dilbilim) adını alır.

Dilbilimdeki vurgu tümüyle ya da kısmen ta­rihsel olduğunda, söz konusu alan karşılaştır­malı filoloji ya da sadece filoloji olarak adlan­dırılır. Yapısal dilbilim terimi zaman zaman 1940 ve i950'lerde geçerli olan sentaks ve fo­nolojiye aşırı özgül yaklaşımlar çerçevesinde yaygın biçimde kullanılır. Zaman zaman da yü­zey (surface) yapıdaki dilbilimsel birimler ara­sındaki açık ilişki sistemlerini kurmayı amaçla­yan herhangi bir dilbilimsel analiz sistemine atıfla bulunan daha genel bir anlamda kullanı­lır. Dil incelemesinde vurgu, derin (dcep) ya­pı gibi kavramlara başvurmaksızın yapılır ve birimlerin tasnifi üzerinde olursa, kimi dilbi­limciler, özellikle de üretici gramer (generati-ve grammar) okuluna bağh olanlar, bayağı an­lamda taxonomik dilbilimden sözederler.

Dilbilimle diğer bilimlerin çakışan ilgileri ye­ni karma bilim dallarının oluşmasıyla sonuç­lanmıştır: antropolojik dilbilim, biyolinguis-tik, etno-lingtıistik, matematiksel dilbilim, psi-kolinguisıik, sosyo-Ünguistik vb. Dilbilime ait bulgu, yöntem ve teorik ilkeler diğer alanların sorunlarına uygulandığında uygulamalı dilbi­limden sözedilir. Fakat bu terim stk sık yaban­cı dil öğreniminin teori ve metodolojisinin in­celenmesiyle sınırlı kalmıştır.

(SBA) Bk.D/7.