Eşarîltk H.4. ve 5.
yüzyıllarda gelişen ve temelde Mutezilenin akılcı kelamına karşılık oluşan bir
kelam (dini düşünce) ekolünün adıdır. Eşarîlik kelam ilminin konularında vahyi
temel alırken Ahmed
İbn Hanbel ve talebelerinin aksine diyalektik metodu ve felsefeyi de
kullanmışlardır. Ancak her ne kadar tartışmalarında felsefi metodu
kullanmışlar ve bundan Ötürü bazı akımlarca ehl-i sünnet dairesi dışında t
utul mu §1 arsa da ana materyalleri vahye dayanmaktadır. Ayrıca bu hareket
İslamın nakille gelen inançlarını akılla destekleyerek ve sağlam bir zemine
oturtarak onun itikadı esaslarını iç ve dış bütün saldırılara karşı savunmanın
ve bu inançlara kansan gayr-i İsla-mî unsurlun dışlamayı hedeflemiştir. Bu hedefin
tahakkukunda diğer ekollerin aksine başarılı olmuş, sunnî kelamı kurarak
sağlam temellere dayandırmıştır. Eşarî, gençliğinde Mutezi-lî alim Cubbaî'den
ders görmüş ve bu mezhebin inanışlarını savunurken anî bir değişiklikle
Mutezîlî esaslardan döndüğünü halka açıklayan ve görüşlerini eserlerinde
sistem leş,tiren Ebu'l-Hasen AIİ b.İsmail el-Eşarî (Öİ.330 veya 334-M.94I veya
345) tarafından kurulmuş ve bu ekol kurucusunun adıyla anılmıştır.
Es.iirî'nin savunduğu
fikirler ve kullandığı metod döneminde iki zıt uç arasındadır. Bunlardan ilki
hak ve hakikatin ölçülü olarak vahiy yerine aklı koyan ve bunlar birbiriyle
çatıştığında akıl tarafında olarak vahyi tevil eden Mutezile, diğeri dini
esasların açıklanmasında ve savunulmasında aklî metodu kullanmaya karşı çıkan
ve kelam ilmindeki malum usullerle bunun tartışılmasını bidat olarak nitelendiren
ehl-i hadis, zahiriler, Mücessime ve fakih-ler vardı.
Eş'ari İstihsan
et-lkıvd adlı eserini öncelikle imanî meselelerde aklın ya da kelamın kullanılmasına
getirilen itirazlara cevap olarak yazdı. Bu kitabında şöyle demektedir:
"İnsanların bir kısmı kendi cehaletlerini sermaye yaptılar. İmanî
meselelerin tartışılması ve düşünülmesi onlara çok ağır geldi. Bu yüzden gözü
kapalı bir inanç ve taklide meylettiler. Dinin ilkelerini akla uygun bir
şekilde izah etmeye çalışanları bid'atçiler olarak kınadılar. Hareket, sükûn,
vücut, kaza, renk, uzay, atom, atomların hareketi ve Allah'ın sıfatları
konusunda tartışmayı bid'at ve bir günah olarak nitelendirdiler. Bu tür
laruşnıalra doğru olsayıd Peygamber (s)
ve ashabı da mutlaka
böyle yapardı dediler. Daha da ileri giderek Peygamber'in vefatından önce din
açısından zorunlu olan büiün her şeyi tamamen açıkladığını ve takipçilerine
tartışılacak bir şey bırakmadığını söylediler. Peygamber (s) yukarıdaki konulan
tartışmadığına göre bunları tartışmanın bid'ad olacağını İleri sürdüler."
"Bu sözde kelamı
meselelerin ya Peygamber (s) ve Ashabı (r.a) tarafından bilindiğini ve buna
rağmen sükût edilip tartışılmadığını ya da bilinmediğini söylediler. Eğer onlar
biliyor ve buna rağmen tartışmıyorlarsa, bizim de sessiz kalarak onları takip
etmemiz gerekiyordu. Onlar bunları bilmiyor İdiyseler, bizim de bilmememiz
mümkündü. Her İki durumda da tartışma 'bid'at'ti."
Eş'ari bu itirazlara
şu üç yolla karşılık veriyor:
Öncelikle bu kesimin
itirazlarını kendilerine yöneltiyor ve Peygamber'in (s) bu konuları
tartışanların kınanmasını ve bid'alçiler olarak nitelendirilmesini
emretmediğini söylüyor. Bu noktadan hareketle başkalarını bid'atçiler olarak
nitelendirmelerinin başlı başına bid'at olacağını zira bunun da Peygambcr'in
tartışmadığı konular arasına girdiğini, Peygamber'in kınamadığı eylemlerin
kınanması şeklinde bir sonuç ortaya çıktığını gösteriyor.
İkinci olarak
"Peygamber, her birini ayrı ayrı tartışmamıza da, bütün bu vücud, kaza,
hareket, sükûn, atomlar vb. meselelerden habersiz değildi. Bu meselelerin
temelinde yatan ana ilkeler (usûl) ayrıntılarına girilmeksizin genel olarak
Kur'an ve Sünnet'te belirtilmişti. Üçüncü olarak, "Peygamber bu konulardan
habersiz değildi ve ayrıntılarıyla biliyordu. Ancak yaşadığı dönemde bunlarla
ilgili sorunlar onaya çıkmadığı için bunları tartışmak ya da tartışmamak diye
bir mesele sözkonusu değildi." Peygamber'in arkadaşları kendi yaşadıkları
dönemde, hakkında Peygambcr'dcn hadis varid olmayan bir çok meseleyi
tartışmışlardı. Peygamber'den herhangi bir açık emir olmadığı için de, değişik
hükümlervermişlerdi. Ama, sözgelimi Kur'an'ın mahluk oluşu, atomlar, mudile
gibi konular onun yaşadığı dönemde
gündeme getirilmiş
olsaydı, muhakkak ki o zamanlar ortaya çıkan diğer sorularda olduğu gibi
tartışacak ve açıklayacaktı. Peygamber'in, sözgelimi Kur'an'ın yaratılmış °1UP
olmadığı konusunda açık bir beyanı yoktur. Eğer onu mahluk olarak adlandırmak
bid'at oluyorsa, aynı şeyden hareketle, mahluk olmadığını söylemek de bid'at
olmalıdır". Sonuç olarak EşV ri İslam'ın aklın kullanılmasına karşı
çıkmadığı, üstelik İmanın aklen izahının İslam'da bir zorunlu luk olduğu
sonucuna varıyordu bu eserinde.
Eş'ari önemli kelam
konularını Makâlât el-İslâmiyyin vcel-İbânean Usul et-Diyâıte adlı eserlerinde
tartışmıştır, bu kitaplarda Eş'ari, Eş'ariterİ Mutczili düşünce ekolünden ayıran
bir kaç ilkeyi ortaya çıkarmaktadır. Daha sonra Gazâlî, İhya'sında bu ilkeleri
"İmanın İlkeleri" ya da Kavaid el-Akâîd olarak somut bir biçimde
açıklamış, İmam Fahreddin el-Râzi de bunları daha ayrıntılı bir şekilde
işlemiştir.
1- Allah
Anlayışı ve O'nun Sıfai/annın Mahiyeti: Allah'ın sıfatlarının mahiyeti
hakkında Eş'arilerden Önce iki aşın görüş ortaya atılmıştır. Bİr yanda
Allah'ın Kur'an'da zikredilen bütün sıfatlara sahip olduğunu ve Allah'ın eli,
ayağı, kulakları, gözleri olduğu ve Arşa oturduğu (istiva) gibi sıfatların
zahiri anlamlarıyla alınması gerektiğini savunan Mücessime ve Müşebbihe vardı.
Bu ilahi sıfatlar anlayışı tamamıyla O'na cisim isnad etmek şeklindeydi ve
Allah'ın cisim olarak varlığını İma ediyordu. Diğer yanda Allah'ın bir, ebedi
ve ezeli, eşsiz, mutlak ve ortaksız olduğunu savunan Mutezile vardı. Varlığı
kendisiyle kaimdi. Kendi varlığının dışında bir sıfata sahip değildi. Zâtı,
sözgelimi, itim, kuvvet, basar, irade vb. sahibiydi. Allah'ın sıfatlarının
O'nun zâtına ilave bir şey olarak kabul etmiyorlardı.
Eş'ariler, bu iki
görüş arasında bir uzlaşma noktasında bulunuyorlardı. İlk grubla ittifak
halinde, fakat Mtıtezİlİler ve Yunan etkisindeki filozoflara muhalif olarak
genelde Allah'ın sıfatlara sahip olduğunu savunuyorlardı. Al-
lah'ın sıfatlarım İki
sınıfa ayırıyorlardı:
a)Sı-j'at-ı
Setbiyye ya da olumsuz sıfatlar; ve
b) St-fat-ı
vıicudiyye, yani varlıkla ilgili ya da olumlu sılaılar olarak. Onlara göre
sıfat-t akliyye olarak da adlandırılansf/tîM vücudiyyeyedi taneydi: İlim,
kuvvet, irade, hayat, basar, semi ve kelâm.
Eş'ariter, Allah'ın
görünüşle beşerî sıfatlara sahip olduğunda şüphe olmadığını, ancak bunların
zahiri anlamlarıyla alınmaması gerektiğini savunuyorlardı. Bu sıfatlara bilâ
keyf ve bi-lâ teşbih (mahiyetini sormaksızın ve teşbihte bulunmaksızın) inanmak
gerekiyordu.
Burada Eş'ariler,
Allah'ın sıfatlarının eşsiz ve yaratılmışlarınkindcn temelde farklı olduğu
yolunda bir ilke geliştirmişlerdi. Öyle ki, bu sıfatlar yaratılmışlannkiylc
kıya si a nam azdı. Bu, muhalefetim li'l-havâdis olarak biliniyordu. Bu
dokirin herhangi bir sıfat ya da deyimin Allah'a izafe edildiğinde farklı bir
anlam yüklenmesi ve kesinlikle yaratılmışlarmkine benzer şekilde anlaşılmaması
gerektiğine işaret ediyordu. Eş'ariler Kur'an'da açık bir benzerine
rastlanmadıkça Allah'a bir sıfat yakıştırmamızın caiz olmadığını
savunuyorlardı. Allah'ın sıfatlan yaratıklannkİndcn derece olarak değil, tür
olarak, bir başka deyişle mahiyet olarak farklıydı.
Eş'ariier,
Mutezilİlcre karşı, Allah'ın sıfatlarının ezelî ve ebedî olarak kendisinde var
olduğunu ve O'nun zatının aynı olmadığını savunuyorlardı. Bu sıfatlar ezeli
ve ebediydi, ancak ne O'nun zatıyla aynıydı, ne de O'ndan ayrıydı. Allah'ın
bilmesi Allah'ın bir sıfat olarak bilgiye sahip olması demekti ve bu Allah'ın kendisinde
var olan bir şeydi. Sıfatlar O'nun zatıyla aynı şey olmamakla beraber, ayrıya
da gayrı bir şey de değildi, burada Eş'ariler çok zor bir konumu
savunuyorlardı. Bİr ikilemin iki ucu arasında bir noktadaydılar. Ne Allah'ın
ezelî ve ebedî sıfatlarını kendisiyle öz-deşleştirebiliyor, ne de
ayırabiliyorlardı.
Mutozili görüşle
İttifak edip sıfatları Allah'ın kendisiyle özdeşlcştircmczlcrdi, zira bu
açıkça sıfatların inkârı olurdu. Ayrıca, bu ezelî ve ebedî sıfatların
Allah'tan ayrı, mutlak olarak farklı şeyler olduğunu da savunamazlardı,
zira bu da ebedî olan
varlıkların çokluğuna delalet eder, ilahi birliğe aykırı olurdu. Bu yüzden
sözkonusu sıfatların bir anlamda Allah'ın zatına dahil, bir başka açıdan da
onun dışında olduğunu savunuyorlardı. Genelde Eş'arİlerin mahiyetle sıfatların
iki farklı şey olduğunu ve Allah sözkonusu olduğunda başka türlü düşünülemeyeceğini
savundukları kabul edilmektedir. Eş'ariler bir şeyin anlamıyla (ntejhum)
gerçekliği (hakikat) arasında ayrım yapıyorlardı. Olaya anlam açısından
bakıldığında Allah'ın sıfatlarıyla zatı aynı değildi. Nitekim sıfatlar
Allah'ın mahiyetine ya da zatına ilaveydi, yani farklı anlamlara sahipti.
Zor'in anlamı, çeşitli sıfatların anlamlarından farklıydı. Sözgelimi Allah'ın
/.atıyla bilmesi, güçlü olması aynı şeyler değildi. Ancak bunların nihai hakikatleri
sözkonusu olduğunda sıfatlar Allah'ın mahiyetinde mevcuttu. Bu yüzden de
Allah'ın zatından ayrı ya da gayrı bir şey olamazlardı.
2- Özgür İrade: Özgür
irade ya da İnsanın fiilleri seçme ve yapma gücü konusunda Eş'ariler yine
Mutezile ve Cebriye tarafından savunulan görüşler arasında orta bir konumu
savunurlar. Cebriler salt kaderci bir görüşü savunmaktadırlar. İnsan
eylemlerinin Allah tarafından Önceden belirlenip yönlendirildiğini düşünmekteydiler.
Öte yandan Mutezililcr ve Kaderîler insanın bir fiili yaratma konusunda tam bir
güce sahip olduğunu ve tercihinde tam anlamıyla özgür olduğunu öne sürmekteydiler.
Ancak bu güç Allah tarafından yaratılmış bir güçtür.
Eş'ariler orta biryol
seçmişlerdir. Umar Yaratmayla (halk) işleme (kesbj arasında bir ayrım
yaparlar. Eş'arİlere göre insan fiillerinin yaratıcısı (Halik) Allah'tır. İnsan
ise işleyendir (müklesib). Dolayısıyla Allah, insan fiillerinin yaratıcısı,
İnsan kesbedicisidir. İnsan bir şeyi yaratamaz. Fiili başlatamaz. Sadece Allah
yaratabilir, Zira mutlak yaratma O'na aİddir. Allah İnsanda bir fiili icra etme
gücü ve yeteneği yaratmaktadır. O, ayrıca, insanda İki alternatif arasında
-doğruyla yanlış arasında- sc-çİm yapma gücü yaratmaktadır. İnsanın bu serbest
seçmesi fiili işlemekte etkin değildir.
Allah, İnsanda
kendisinin yarattığı irade ve güce tekabül eden fiili yaratmaktadır. Dolayısıyla,
insanın fiili başlarken, icra edilirken ve tamamlanırken Allah tarafından yaratılmıştır.
İnsan sadece seçenekler arasında seçme yapmakta ve özgürce seçilmiş bir fiili
yapmaya niyetlenmekte özgürdür. İnsan, bu seçmeyi yapmak ve eylemi işlemeye
niyet etmekle, eğer doğru bir seçim yapmışsa kesbinin faydasını ve Allah'ın
mükafatını, yanlış bir seçim yapmışsa zararını ve Allah'ın vereceği cezayı
elde eder. Eş'ariler kaderci bir yaklaşımı önlemek için insanın özgür iradesini
izah etmeyi ve sorumluluğu insana vermeyi sağlayacağını düşündükleri kesh
doktrinini geliştirdiler. Mute-zililerin düşündüğü gibi insan tam anlamıyla
özgür bir iradeye sahip değildir. Gerçek ve etkin bir güç sahib de
değİldir.Ancak fiilin yaratılmasında pay sahibi olduğu verilmiş bir gücü
vardır. İnsanın iradi fiillerinde iki neden vardır. Deyim yerindeyse, fiil,
gerçek neden olan Allah'la kasib olan insanın seçme ve niyetinin ortak
etkilerinin sonucudur. İnsan, etkin olmayan bir güce sahiptir. Allah insanda
bir fiili icra edecek güç, yetenek, irade ve İsteği yaratır. İnsan da
seçeneklerden birini özgürce seçer ve İÜIİ işlemeye niyetlenir. Onun niyetine
mukabil Allah da fiili yaratır ve tamamlar." İnsanı yaptıklarından
sorumlu kılan onun bu niyetidir. İnsan herhangi bir şeyi başlalamaz, herhangi
bîr eylemin kaynağı da olamaz. Ancak fiilin tamamlanması kısmen onun niyetine
bağlıdır. Bu nedenle fiilinin günahını ya da sevabını kazanır. Zira iyi ya da
külü bir fiilde bulunmaya niyet eden kendisidir. İnsanın özgür iradesi bir
bakıma Allah'ın bu iradeye tekabül eden fiili yaratması için bir vesiledir.
Burada Eş'ariler, sekiz buçuk yüzyıl sonra Avrupa'da ortaya çıkan
Malcbranche'ın vesileciliğine (oc-casionalizm) çok yaklaşmakladırlar.
Eş'arile-re göre insanın tercihiyle Allah'ın yaratması arasındaki bu mutabakat
ve uyum Allah tarafından daha önce kurulmuş bir mutabakata dayanmaz. Bu ancak,
O'nun, insan fiilinin icra edildiği durumlarda bu mutabakatı yaratma şeklindeki
sünnetiyle ilgilidir. Eş'arilerİn Özgür irade sorununa getirdikleri
Çözüm kısaca budur.
Sonraki bazı Eş'ariler, özellikle Fahreddin Razi kadercilik (fatalizm)
suçlamasından kaçınmak için kesb anlayışını kaldırmış ve yalın bir determinizmi
savunmaya başlamıştır.
-Akıl ve Vahiy Sorunu
ve İyiyle Kötünün Öl-Çütü: Eş'ariler aklın mı, yoksa vahyin mi hakî-kaıin
kaynağı olması gerektiği konusunda Mu-tezîlilerden ayrılırlar. İmanın aklı bir
şekilde anlaşılması için aklın gerekliliği konusunda her iki ekol de
müttefiktir. Ancak akirn mı, yoksa vahyin mi esas olduğu konusunda farklı
düşünmekledirler. Mutezileye göre naklin aklın ters bir hüküm koyması düşünülemez.
Böyle bir durum var gibi gözüktüğünde nakilden maksudun aklın onu tevil ederek
vardığı sonuç olduğuna inanılır.
Eş'ariler ise nihai
hakikatin kaynağı olarak vahyin daha temel olduğunu, aklın ise vahiyle geleni
doğrulamaktan öteye geçmemesi gerektiğini savunmaktadırlar. İkisi arasında
çelişki sözkonusu olduğunda Eş'ariler vahyi tercih etmektedirler. Aslında bu,
Mutezililerin akılcı kelamıyla Eş'arilerin mutedil kelamının ayrıldıkları
temel ilkelerden biridir. Salt aklın, İs-lam'nı üzerine bina edildiği temel
itke ve kavramlar da dahil olmak üzere herşeyin hakikatinin kaynağı olarak
kabul edilmesi halinde bu sadece spekülatif bir felsefe ya da en iyi ihtimalle
akılcı bir kelam olacaktır; belli bir dinin, yani İslam'ın doktrinel kelamı
değil. İslam, mahiyeti gereği aklı aşan, dolayısıyla da akli delili
kaldırmayan bir takım ilke ya da kavramlara dayanmaktadır. Bu ilkelere
öncelikle vahye dayanarak iman edilmelidir. Dolayısıyla vahiy İslam'ın bu
temel doktrinlerinin hakikatinin gerçek kaynağıdır. Vahye dayalı olan bu iman
aklen izah edilmelidir. Bir din olarak İslam, şüphesiz, kendi inancının akli
olarak izah edilmesini kabul etmektedir. Ancak, İmanı akli yönden izah etmenin
gereğini kabul etmek demek, bir din olarak İslam'ın yegane kaynağı ya da
temelinin salt akıl ya da analitik düşünce olduğunu kabul etmek demek değildir.
Akıl vahye tabi olmalıdır. Aklın işlevi İslam'ın temel ilkelerine imanı
mantıki yoldan izah etmektir. Yoksa, Kur'an ve sünnette ortaya koyulduğu
şekliyle temel ilkelerinin doğruluğunu sorgulamak değil. İyi ve kötünün ölçütü
meselesi de akıl ve vahiy sorunuyla bağlantılı olarak gelmektedir. Bu mesele
İslam kelamının en karmaşık meselelerinden biridir. Mute-zililcr ahlaki
yargının, aynı bir fiilin iyiliği ya da kötülüğüyle ilgili yargının ölçüt ya da
standardının vahiy değil, akıl olduğunu savunmaktadırlar. Eşyanın ve insan
fiillerinin hakikatleri ve ahlaki değerleri akıl tarafından belirlenmelidir.
İyi ve kötü şeklindeki ahlaki vasıflandırmaların objektif olduğunu
savunmaktadırlar. Bunlar eşyanın ya da fiillerin özünde mevcuttur. Öyle ki,
akıl yoluyla bilinebilir ve iyi ya da kötü olduğuna karar verilebilir.
Mutezililerin tavrına
karşılık Eş'ariler neyin İyi, neyin kötü olduğu konusunda otorite ve ölçütün
akıl değil, vahiy olduğunu da savunmaktadırlar. Fiillerin iyilik ve kötülüğü
(hıısn ve kuhlı) kendilerinde doğal olarak var olan nitelikler değildir.
Bunlar sadece arazdır. Fiiller kendi başlarına ne iyi, ne de kötüdürler. Onları
İyi ya da kötü yapan İlahi Yasa (Şeriat)'dır.
4- Kur'an 'm
Eze/iliği {Halku'l-Kuran): Kur'an'ın yaratılmış mı, yoksa yaratılmamış ve ezeli
mi olduğu konuları üzerinde büyük anlaşmazlıklar vardır. Bu soru 'kelam' sıfatının,
Allah'ın sıfatlarından olup olmadığı şeklindeki bir başka soruyla da
bağlantılıdır. Eş'ariler de dahil olmak üzere ehl-i sünnete mensup
müslümanlar onu Allah'ın sahip olduğu yedi akli sıfattan biri olarak
görmektedirler. Allah'ın sıfatları ezeli olduğu gibi, İlahi Ke-lam'ın, yani
Kur'an'ın ezeli olduğunu savunmaktadırlar.
Eş'arilerin buradaki
konumlan Hanbelîler, Zahirîler ve diğer bazı ekollerle Mutezililerin arasında
mutedil bir konumdur. Hanbeliler Allah'ın kelamının, yani Kur'an'ın harfler, kelimeler
ve lafızlardan meydana geldiğini ve Allah'ın zatında bulunduğunu, dolayısıyla
da ezeli (kadim) olduğunu savunmaktadırlar. Mutezililer ve Rafızilerin bir
kesimi de aksi istikamette aşırı bir noktaya gitmişler ve Kur'an'ın mahluk
olduğunu savunmuşlardır. Allah'ın ezeli bîr sıfatının olması halinde ezeli
varlıkların çokluğu sözkonusu olacağından ve bunun da İslam'ın temel ilkelerine
ters düşen çok-tanrıcılık (şirk) anlamına geldiğinden hareketle, kelam da
dahil Allah'ın bütün sıfatlarını reddetmişlerdir. Daha da İleri giderek
Kur'an'ın bölümlerden oluştuğunu ve parçalardan oluşan şeylerin de dünyevi
olması gerektiğini savunmuşlardır. İşte bu yüzden Kur'an'ın mahluk ulması
gerekir. Eş'ariler İse Kur'an'ın kelimelerve seslerden meydana geldiğini,
ancak bu kelime ve seslerin Allah'ın zatından kaynaklanmadığını
düşünmektedirler. Kur'an'ın dildeki zahiri ve somut ifadesiyle gerçek ve başlı
başına bir varlık olarak anlamı arasında ayrım yapmışlar, Kur'an'ın kelimeler
ve lafızlarda ifade edildiği şekliyle kuşkusuz hadis (sonradan meydana gelme)
olduğunu; ancak M111 ezil İlerin düşündüğünün aksine anlamının yaratılmış
olmayıp ezeli olduğunu savunmuşlardır. Sözkonusu anlam doğrudan doğruya
Allah'ın zatından kaynaklanmaktadır. Bu anlamlar ifade edilmiştir. Bunların
dille İfadesi dünyevi olup yaratılmıştır. Zira aynı anlam, bîr değişikliğe
uğratılmadan farklı zaman ve yerlerde, farklı kişi ve milletler tarafından
İfade edilebilir, Ayrıca, bu anlamın bilgi ve iradeden başka bir sıfat
olduğunu, bu sıfatın Allah'ın zatında mevcut bulunduğunu, dolayısıyla da
ezeli olduğunu savunmuşlardır.
5-
Rü'yetullah Meselesi: Eş'ariler, rüyetııllah (Allah'ın görülmesi) konusunda da
telifçi yaklaşımları doğrultusunda Zahirilerin ve diğer selefi Müslümanların
aşırı teşbihi yaklaşımlarıyla Mutezile ve filozofların yaklaşımları arasında
orta bir yol tutturmaya çalışmaktadırlar. Aşırı selefiler ve özelde Zahiriler
Allah'ı görmenin mümkün olduğunu ve salih insanların iyi amellerinin birinci
mükafatı olarak onu görme saadetine ereceklerini savunmaktadırlar. Mutezililcr
ve filozoflar vücut olarak varlığa delalet edeceği için O'nıın gözlerle görülebileceğini
reddetmişlerdir. Mutezililerin ve filozofların tavrına karşılık Eş'ariler
Selefiler gİ-bi Allah'ı görmenin mümkün olduğunu savunmuşlar, ancak Allah'ın
gözlerle ihata edilebileceğini ve işaret edilerek gösterilebileceğini
reddetmişlerdir. Kapsanabilcn ve uzaysal olan herşeyin sınırlı ve dünyevi
olması gerekit-
ği şeklindeki felsefi
ilkeyi, Allah'ın ise kapsa-namayacağınıve dünyevi ya da maddi olmadığını kabul
etmişlerdir.
(SBA)
Bk. Eht-i sünnet,
mutezile.