GNOSTİSİZM

 

İrfan (gnose), bilgi, yüksek ilim ve mari­fet manalarına gelir, fakat ilmî bilgiden farklıdır. İrfan, ilham edilmiş bilgi, arifa-ne bilgi ya da gizli bilgi demektir ki, böyle bir bilgi herkesin elde edebileceği bir bil­gi olmayıp, bazı kimselere mahsus ve münhasır kalır. Bu çeşit bir bilgiye sahip olana arif (gnostik) denir.

Önemli ölçüde felsefi bir karaktere de bir amel niteliğine de sahip olan irfaniyye (gnostisizm), Yunan felsefesinin, özellik­le Platon ve Yeni Platoncu görüşlerin Hristiyanhğa uygun bir şekle sokulmasın­dan ortaya çıkmış olup M.S.I ve II. yüzyıl­larda şekillenmiştir. Mutlak bilginin bili­nebileceğini ileri süren bütün öğretileri ifade eder. Bu öğretinin temel düşüncele­ri bir takım sezgilerle mutlak bilginin kav-ranabileceğine inanmalarıdır.

İrfaniyyenin kaynakları açıklıkla tesbit edilemesede, Zerdüştlüktekidüalizm, ya-hudilikteki batınilik, Orta Çağ Skolasti­ğinde Platoncu idealizmin etkisinde kaldı­ğı tahmin edilmektedir. Üstelik irfaniyye Ue Mısır ve Mezopotamya düşünüşleri arasında belli bir yakınlık ve benzerlik de sozkonusudur. Bütün bunlara rağmen İr-fani öğreti içinde ortaya çıkan çeşitli akım­larda deneysel gözlem, öğrenmeden çok ve öncelikle kutsal ilham veya vahiy yoluy­la elde edilen bilginin kuşatıcı ve kurtarıcı gücünün temel alındığı görülür.

Bilinen ilk irfaniyyeci (ârifıgnostik) Ya­hudi büyücü Simun Magus (M.S.l.yüzyıl) olup kötülüğün Tanrı'nın içinden bir ayrı­lıştan kaynaklandığım ileri sürer. Gizli ya da batini bilginin tek-tanrılı bir özellik ta­şıdığı böylece ortaya çıkmakta ve Yeni Ahit'in son bölümünde anlatılan arifler de bu anlayışı kabul ediyorlardı. Öte yan­dan evrenin yaratılışı konusunda Platon­cu felsefenin temel alınmasından sonra gnostisizm, Yunan-Roma medeniyetle­rinde düalist bir döneme ulaşacaktır. Bu anlayışa "Yuhanna'mn İşleri Apokrifasi"

(M.S.II. yüzyıl)'ında rastlandığı gibi, 1940'Iarda yukarı Mısır'ın Nec Hem m adi bölgesi yakınında bulunan başka gnostik belgelerde ve yine Kopt dilinde yazılmış "Pistis Sophia: İmanlı Bilgelik" adlı gnos­tik eserde de rastlamak mümkündür. Son­raları Valantinus ve Basilides ile bunların oluşturdukları ekoller aynı gnosis (irfan) kavramını temel almışlardır. Ne var ki, bu kavram giderek Orta Çağ Skolastik Platonculuğuna yaklaşarak tümüyle Hel-lenistik ve Hıristiyani bîr mahiyete bürü­necektir.           ,

Gnostisizm Doğu* da farklı t»r çizgi izle­yerek Zerdüştlüğün etkisiyle Manicilikte ruh ve madde ayrımını temel alan mutlak bir düalizme dönüşmüştür.

Gnostik öğretiye göre insanın bilinçsiz benliği Tanrı'yla aynı cevherden meyda­na gelmiştir, fakat insanın trajik bir biçim­de cennetten kovulması, onun tümüyle ya­bancı bir dünyaya sürülmesi sonucunu do­ğurmuştur. İşte İnsan gerçek özünün, ken­di hakikatinin, aşkın kaderinin bilincine varmak için vahye muhtaçtır* Ancak bu vahiy insanın akli yetenek ve güçlerine da­yanılarak elde edilemez. Bu bakımdan fel­sefi aydınlanmadan farklıdır, 0te yandan tarihi bir süreçte ve kutsal metinlerle akta­rılması sozkonusu olamayacağı için Hıris­tiyan vahyinden de ayrılır ki, böylece Gnostik vahiy ancak insanın batınma açı­lır (doğar). Yine Gnostiklere göre dünya mahiyet itibariyle kötü maddelerden oluş­muştur ve kötü ruhların egemenliği altın? dadır. Başka söyleyişle dünya bir "vehim? ya da yanılsamadır. Tıpkı pitagorculukta kabul edilen evrenin ulu mimarının (De-muigius) evreni meydana getirirken yaptı­ğı bir yanlışlık, irfaniyyede de sozkonusu edilmektedir. Bu bakımdan ışık evrenini oluşturan ruhların kaynağı mutla Tanırı'yayabancı olarak yorumlanır. Bu görüş­ler çeşitli mitolojilerde anlatıldığı gibi, II. yüzyıldaki irfanı akımlar tarafından meca­zi olarak Yahudi ve Hıristiyan metinlerin yorumlanmasında da etkisini gösterecek­tir. Nitekim Hıristiyanlık uzun süre gnos-tik akımlar ile mücadele etmek zorunda kaldığı gibi, birçok konularda da onların görüşlerinden, yorumlarından etkilen­mekten kurtulamamıştır.

İslam'da "İrfaniyye" adıyla ayrı bir felse­fi- mistik ekol gelişmemiş olmakla birlik­te tasavvuf düşüncesi ekolleri içerisinde bazı batini fırkalar ve kişilerin öne sürdü­ğü görüşler gnostisizmi hatırlatmaktadır. Örneğin İşrakilik ve Sühreverdî gibi.

Necip TAYLAN

Bk. İrfan, Marifet. GÖÇ

Birey veya toplulukların yerleşmek üze­re bir yerden, ülkeden veya toplumdan başka bîr ülkeye veya topluma gitmeleri­ne göç denir. Göçler doğal, siyasal, sosyal ve iktisadi nedenlerin sonucunda meyda­na gelebilir. İklim ve yeryüzü şekilleri, ba­rınma ve güvenlik gibi problemler insanla­rın yerleşim yerlerini değiştirmelerine ne­den olmuştur. Bazen teknik imkânsızlık­lar, bazen de çaresizlikler ve zorunluluk­lar insanların bir yerden diğerine göç et­melerine yol açmıştır. Öncelikle insanla­rın beslenme ve güvenlik konuları, onları daha verimli ve güvenle yaşayacakları yer­lere göç etmeye zorlamıştır. Bazı durum­larda siyasi ve ekonomik nedenler bir top­lumun normal yaşantısını değiştirerek on­ları göç noktasına getirebilir. Savaş, isyan ve ihtilaller bu türden olaylara örnek veri­lebilir, Fakat nüfusun çoğalması, yerle­şim yerlerinin eskiye oranla azalması ve

teknolojik ilerlemeler, göç olayım önemli ölçüde azaltmıştır. Artık eskisi gibi insan kitlelerini bir yerden bir yere taşımaktan ziyade, problemler, bulunulan bölgede halledilmeye çalışılmaktadır.

Çağunızdaki göçler, kitlelerin tamamı yerine, belirli bir bölümü için sözkonusu olan bir noktaya gelmiştir. Toplumdaki ik­tisadî imkânlar elverişli olmadığında, ça­resiz olanlar başka yerlere iş bulmak için göç etmektedirler. Özellikle zengin Arap ülkeleri veya Batı ülkeleri bu bakımdan fa­kir halklardan gelen işçi kitleleriyle dolu­dur. Bu arada dinî nedenlerle göçlerin ya­pıldığını da biliyoruz. Bu tür göçler ya kut­sal bilinen bir yere yapılan göçler veya bir dinin yaşanmasına imkân bulunmayacak Şartların ortaya çıkması İle dinin daha ra­hat uygulanabileceği yerlere yapılan ve İs-lamî literatürde adına "hicret" denilen göç şeklidir. Bu ikinci tür göçe, İslâm tari­hinde Mekke'de dinlerini yaşamalarına imkân verilmeyen müslümanlann, Medi­ne'ye yapmış oldukları "hicret hadisesi" örnek verilebilir.

Göçler bölgeler arasında olursa "iç göç", toplumlar veya ülkeler arasında olunca "dış göç" adını alır. Her İki şekilde de mevsime göre tutulan iğreti işler yü­zünden yapılanlar "iş göçü" olarak adlan­dırılırlar. Gelişmemiş veya gelişmekte olan ülkelerde yetişmiş değerli beyinlerin (yetişmiş insanların) çeşitli nedenlerle başka bir ülkeye ekonomik ve politik ne­denlerle göç etmelerine de "beyin göçü" adı verilir.

Göçler, beraberinde birçok siyasi, eko­nomik ve psikolojik problemler getirmek­tedirler. Örneğin Almanya'ya göç eden Türkler'in oradaki topluma intibak güç­lükleri çektiği herkes tarafından bilinmek­tedir. Bir de son zamanlarda Bulgaristan'daki Türkler'e yapılan uygulamada     tan'da petrolün bulunması, bedevilerin görüldüğü gibi "zorunlu göç" vardır.              bu işletmeler civarına yerleşmelerine yol

Sami ŞENER     açmıştır. Birçok ülkelerdeki sanayileşme

Ek. Hicret; Şehirleşme.                             hareketleri, göçebe toplulukların sanayi

 

bölgelerine yerleşmelerini sonuçlandır mıştır. Güney İskandinavya'daki Lapplar

ve Türkistan' daki Kırgızlar göçebeliği hâ-

Göçebelîk, gezgin, yani bir yere yerleş-     lâ devam ettiren nadir topluluklardandır, memiş insan gruplarının hayat tarzı için

kullanılan antropolojik bir terimdir. Bu                                              Sami ŞENER

durumdaki topluluklar, bir yerde sürekli

durmamakta, genellikle hayvancılıkla ge-     Bk. Bedevilik-Hadrilik; Kabile; Pastora-Çİndiklerinden elverişli otlaklar ararken     lizm. devamlı olarak yer değiştirmektedirler. Daha çok yaşamak için gerekli kaynak ve     GÖDEL TEOREMİ imkânları elde etmek düşüncesiyle yapı-                                                    ı

lan bu göçebelik, mevsimlik bir yerleşme       Çağdaş matematikçilerden Kurt Gödel hadisesidir.                                                  1931'de öne sürdüğü bir görüşle, özellik-

Avcı ve hayvan yetiştirici toplumlar, av    leB.RusselveA.N.Whitehead'ın,gerçek-ve otlak bulmak için devamlı göç etmek     leştinneye çalıştıkları matematiği mantı-zorundadırlar. Toprağa yerleşmeleri çok     ğa indirgeme çabalarına ağtr bir darbe İn-zordur. Göçebelikten yerleşikhayatageçi-     dİrmiştir. Mantıkçı pozitivistler ve aksiyo-şin bir devresi olarak kabul edilen yarı-gö-     matikçiler, bütün kavramlarım tanımlaya-çebelik (transhumance) ise, yaz mevsi-     bilmiş ve kendi tutarlılığını, kanıtlayabü-minde yüksek otlaklara çıkmak yoluyla ya-     miş bir sistemin kurulamayacağından kal-pılır. Geçim araçlarını elde etmek için     karak görece kendi içinde tutarlı herhan-raevsimlere göre yaylak ve kışlak değişti-     gi bir sisteme yerleşip bu sistemi esas al-ren ve toprağa yerleşmemiş olan toplum-     mışlar ve elde ettikleri bu sisteme (bu ay­ların hayat tarzı daha çok avcılık, havyan     nı zamanda en basit ve en geniş sistemdir yetiştirme ve yetersiz bir çiftçiliktir.               de) daha Üst düzeyde bulunan, fakat bu te-

Kabile hayatı göçebeliğe oldukça bağlı mel sistem gibi tutarlı olmayan sistemleri olmasına rağmen, şehirlerin büyümesiyle ona indirgemek istemişlerdir. Bu yolla bH-bu tür göçebe topluluklar metropollerin gîmize hiç değilse formel yolla sağlam bir içinde kullanılmaktadırlar. Göçebelik bu temel bulmak ve bilgilenme pram idim ize kavimleri yeni otlaklar ve bereketli yerler bir kalkış zemini hazırlamak imkânı sağla-aramağa götürdüğü için, yığın halinde yer maya çalışmışlardır. Temel düzeyinden değiştirme ve akınlar başlıca vasıflarıdır, daha altta kalan sistemlere ise tanımların-Ancak bu göçler sınırlan belli topraklar da sonsuzca geriye gitmeye yol açacakla-üzerinde olur.                                              rından ötürü keyfi olarak yüz çevirmektey-

Son zamanlarda göçebelik yeryüzünde     diler.

azalmaya yüz tutmuş ve hatta büsbütün       Gödel ise bu aksiyomatik biçimci prog-ortadan kalkmış görülmektedir. Arabis-     ramın temel tezi olan ilksel aritmetiği kapsamına alabilecek kadar "zengin" hiçbir tutarlı biçimsel sistemin kendi muhake­me ilkeleriyle kendi tutarlılığını kanıtla­mayacağım gösterdi. İkinci olarak mate­matik için bir temel görevi yapabilir gibi gorünebilen herhangi bir mantıksal siste­min "esas itibariyle tamamlanmamış" ol­duğunu ortaya koydu. Ona göre daha güç­lü çıkarım kurallarının tutarlılığı, ancak daha yüksek düzeyden bir mantıksal teori­ye başvurularak kanıtlanabilirdi.

Böylece Gödel herhangi bir tanımlan­mış temel sistem kurulacaksa, bunun an­cak daha üst bir sisteme göre temellendİ-rilebileceğini ve bu üst sisteme bağlandık­tan sonra tutarlılık ve bütüncülük kazana­bileceğini göstermiştir. Bu üst sistem ise yine bir üst sisteme, o da bir diğerine böy­lece hiçbir zaman çepeçevre kuşatılma­mış ve daima bir üst sisteme bağlı bir bilgi­lenme hiyerarşisi ortaya çıkmaktadır. Mantık ve matematiğe sokulan bu hiye­rarşi fikri, doğal olarak tek türden indirge­meci bir sistem teorisi yerine 'yükseltme-ci' bir sistemler teorisine yol açmaktadır. Aksiyomatikçilerin tek bir tutarlı temel üzerinde yükselmiş pramitleri, Piaget'nin güzel benzetmesiyle artık tepe noktasın­dan, hiçbir zaman erişilmeyen ve daha il­ginci sürekli olarak yükselen ideal bir nok­tadan aşılıyor. Kısacası insan bilgisini, bir pramit ya da bir çeşit bina olarak tasarla­mak yerine, halklarının yarıçapı sarmalın yükselmesiyle büyüyen bir sarmal olarak düşünmemiz gerekmektedir.

Gödel'in bİçimselleştirmenin sınırlarını gösterdiği bu formel çıkarımlarından şu sonuçlar elde edilebilir:

 a) Hiçbir sistem kendi içinde kalarak kendi tutarlılığım, kanıtlayamaz;

 b) Herhangi bir sistem tu­tarlı olmak istiyorsa mutlaka daha üst bir sisteme bağlanmalıdır (ki kendi çıkarımla-

  rını tutarlı hale getirsin);

 c) Bu da bir sis­tem ya da yapının daha geniş ve zengin bir "üst sisteme oturtulmasını (bağlanma­sını) kaçınılmaz kılmaktadır. Şimdi bu üç sonuçtan daha ayrıntılı ve uzak erimli ba­kaç sonucu da şöyle çıkarabiliriz:

 a) Eğer hiçbir sistem kendi içinde temellenmiyor-sa ve sürekli kendi dışından tanımlamala­ra gerek duyuyorsa bilim (veya diğer bir kültürel sistem) de geçişlilik kuralı gereği mantıksal olarak kendi dışından bir takım tanımlar kullanmak zorundadır;

 b) Bilim öbür bilgi ve varlık düzeylerinin indirgen­diği tek geçerli olan değilse ve düzeyler­den herhangi biriyse onu bilgilenme sar­malımızın 'ontolojik yaylarından bîri -ve bir kaçı- kabul edebiliriz;

c) Eğer bu iki sonuç doğruysa bundan, Maritain'in bilgi­mizi "deontolize ettiğini" söylediği mo­dern bilim anlayışının (paradigmasının) yerine hiyerarşik bir ontoloji geçirmenin gerektiğini çıkartabiliriz. Böylece orta­dan kalkmış olan bilgi hiyerarşisinin yeni­den kurulmasının mümkün olabileceği mantıksal açıdan öngörülmüş olmakta­dır.

Mustafa ARMAĞAN Bk. Belİrlemezlik İlkesi; Bütünleyicilik İl­kesi; indeterminizm.