Ash Farsça bir kelime
olan günah, lügat-ta; "suç" anlamına gelir. Terim anlamı ise;
"Allah'ın emirlerine aykırı olan ve ahi-rette cezayı gerektiren iş, dini
suç" manasına gelmektedir. Arapçada günah kelimesinin karşılığı olarak
zenb, masiyet, ism, cürm, seyyie, fahişe, günah, hatta, zelle vb. pek çok
kelime kullanılmaktadır. Ancak bunların her birinin ifade ettiği mana
diğerinden farklıdır. Mesela, ism, dinen ve fitraten sakınılması gereken şeydir
ki kasdi işlenen günahı ifade eder.
Biz, türkçede günah
kelimesini, tahrimi olsun, tenzihi olsun her türlü mekruh ve haramın işlenmesi
karşılığında kullanıyoruz. Bütün dini yasaklara günah diyoruz. İslami
literatürde günahlar başlıca büyük (kebire) ve küçük (sağire) olmak üzere iki
gruptur. Peygamber efendimiz çeşitli hadislerinde büyük günahları bildirmiştir
ki başlıcalan şunlardır
1) Allah'a şirk koşmak,
2) Ana-babaya asi olmak,
3) Yalan yere şahitlik etmek veya yalan söylemek,
4) Haksız yere insan öldürmek,
5) Sihir yapmak,
6) Yetim malı yemek,
7) Faiz yemek
, 8) Düşmana
hücum esnasında harpten kaçmak
, 9)
Namuslu, mümin kadına zina İsnad etmek,
10)
Hz.Peygam-berin söylemediği bir sözü o söylemiş gibi nakletmek,
11) Yalan yere yemin etmek,
12) Başkasının ana babasına söverek, kendi ana babasına
sövdürmek,
13) Hırsızlık yapmak,
14)
Koğuculuk etmek vb. (bk.-Wensinck, Concordance, V, 516, kebire md.). Diğer
hadislerde ve sahabe kavillerinde bildirilen büyük günahların sayısı kırk
kadardır. Ancak, büyük günahları, sadece bu sayılarla sınırlamak doğru değildir.
Belki bunlar, büyük günahların en büyükleridir. Nitekim, Peygamber Efendimiz,
bazan; "Ben size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi?"
tarzında soru sorarak cevabını da kendisi vermiş ve yukarıda zikrettiğimiz
maddeleri belirtmiştir. Bu da bize, bu maddelerin büyük günahların önde
gelenleri olduğunu göstermektedir. Büyük günahlar içerisinde zikredilen
"şirk" ise büyük günahların başıdır ve tevbe edilmediği takdirde hiç
af edilmeyecek olanıdır.
Büyük günahlar için
alimler birtakım tarifler yapmışlar ve bazı ölçüler koymuşlardır ki
önemlileri şunlardır
: a) Haram
olduğu dini nassla sabit olan şeyler büyük günahtır
, b)
Allah'ın işleyeni ateşte azab etmekle tehdid ettiği günahlar büyük günahlardır,
c) İşleyene, had cezası gereken günahlar,
d) İşleyene, fasık adını veren günahlar,
e)Allah'ınveHz.Peygamberİn yapanı lanetlediği günahlar
büyük günahlardır. Bazı alimler ise Rasulullah'a yalan isnad ederek hadis
uyduranların küfre girdiklerine hükmetmişlerdir. Bir kısım alimler de Allah'ın
yasakladığı her şeyin büyük günah olduğunu İleri sürmüşlerdir.
Büyük günahların
dışında kalan günahlar da küçük günahlardır ki şöyle tarif edilir:
"Dünya ve ahirette, işleyene ceza gerekmeyen işleyeni lanetlenmeyen,
fasık kabul edilmeyen, cehennemde azabla tehdid edilmeyen ve hakkında Allah'ın
gada-bı sozkonusu olmayan günahlar küçük günahlardır." Küçük günahların
sayısı çok fazladır. Küçük günahlarda ısrar etmek ve onları hafife almak büyük
günahtır. Yine işlenen günaha önem vermemek, cezasından korkmamak, işlerken
haya etmemek de o günahın küçük olmaktan çıkıp büyük günahlara dahil olmasına
sebep olabilir. Bunun aksine; insan işlediği günahtan haya eder, göreceği
azabdan kor-karsa bu da o günahın küçülmesine vesile olabilir.
Bir müslümanın,
tembellik, gaflet ve ihmalkârlıktan dolayı bir kere bile olsa, Özürsüz olarak
sünneti terketmesi veya mekruh olan bir şeyi işlemesi küçük günah
sayılmaktadır. Küçük günahlar, sahibinin adaletini eksiltmez ve şahitliğinin
kabulüne engel teşkil etmez.
Büyük günah işleyenin
durumuna gelince; ehl-i sünnete göre, büyük günah işleyen tevbe etmeden
ölürse kâfir olmaz ve ebedi cehennemde kalmaz. Ancak, Al-iah'ın, bu kimseyi af
edip etmeyeceği ihti-
laflı bir husustur.
Dilerse af eder, dilemezse af etmez. Af ederse doğrudan cennete girecek
demektir. Aftan mahrum kalırsa, cezasını çektikten sonra cennete girecektir.
Mutezile ve Haricilere göre, büyük günah İşleyen tevbe etmeden ölürse ebedi
cehennemde kalacaktır. Burada bir hususu da belirtmek yerinde olacaktın Her ne
kadar ehl-i sünnet amel ile imam ayırmış ve büyük günah işlemenin küfür
sayılamayacağım prensip olarak kabul etmiş ise (ki Kur'an-ı Kerim'deki pek çok
ayet Ehl-i Sünnetin bu görüşünü desteklemektedir) günahların işlenmesi, hele
sık sık işlenmesi, inşam, yüce duygu ve düşüncelerden uzaklaştırır ve belki de
bir gün gelir ki onun küfre düşmesine sebep olabilir. Aksine, ibadetlere devam
edilmesi ve günahlardan sakınılması da imanın yeşermesine, kökleşmesine,
sağlamlaşmasına, kuvvetlenmesine sebep olacağı nazardan uzak tutulmamalıdır.
Özellikle
Hz.Peygamberin "büyük günah" diye bildirdikleri başta olmak üzere
büyük günahlara baktığımızda dikkatimi-zi çeken hususlar şunlar olur: Büyük gü^
nahlar, büyüklükleri nisbetinde ferde, aileye ve topluma zarar veren
şeylerdir. Zaten İslâm dininin bütün yasakları insanlığa şu veya bu tarzda
zararlı olan şeylerdir. Emirleri de insanlığın yararına olan hususlardır.
Hz. Peygamber günahı
şöyle tarif etmektedir: "İyilik (birr), ahlakın güzel olmasıdır. Günah
(ism) ise, kalbim tırmalayan, insanların muttali olmasından hoşlanmadığın
şeydir." (Müslim, Birr, 5; Tirmizi, Zühd, 52). Bu hadisi şerif bize günah
olan şeyleri anlamada vicdani bir ölçü veriyor. Demek ki insan, yaptığı bîr iş
ve davranıştan sonra kalbinde bir huzur, sükun, rahatlık hissediyorsa yaptığı
iş iyidir.
Eğer içinde bir
tırmalanma, sıkıntı, darlık, ızdırap ve rahatsızlık hissediyorsa yaptığı iş
kötüdür. Bu vicdani ölçü, dinin hükmünü kesinlikle bildirmediği konularda
(şüpheli şeylerde) bize ışık tutacaktır. "Müftülerden fetva alsan da esas
fetvayı kalbinden al" (bk.ed-Darimi, Büyü, 2; Ah-med b. Hanbel, Müsned,
IV, 228), peygamberin düsturu da bunu desteklemektedir. Dinin kesin
bildirdiği hususlarda vicdanı hakem yapmaya zaten ihtiyaç yoktur. İnanan kimse
dinin yasaklarından uzak durmayı kendisi için vazgeçilmez bir prensip kabul
etmelidir.
Biraz da günah işleme
sebepleri üzerinde duralım: Günah, "Allah'ın emrine ba§ kaldırma"
demek olduğuna ve bunun cezasız kalmayacağı bilindiğine göre acaba İnsan niçin
günah işler? İnsanı günaha sürükleyen birtakım unsurlar vardır ki bunların
başlıcalan, nefis ve şeytandır. Hz.-Peygamber nefsin insan için en büyük düşman
olduğunu haber vermiş ve bununla mücahedenin önemini belirtmiştir. Nefis, insan
varlığının en aşağı tabakası olup bütün kötü huyların ve çirkin hareketlerin
merkezidir. Tabi bu, eğitilmemiş nefis olan nefs-i emmarenin tarifidir. İnsanı
hayırdan alıkoyan, kötülüğe sürükleyen bir iç merkezdir. İnsanda bunun
yaratılışı ilahi imtihanın gerçekleşmesi içindir. İbadet, zikir, riyazat,
Kur'an tilaveti ve azim-1İ iradeyle nefis eğitilerek kötülüğü emredici
olmaktan (emmarelikten) vazgeçiri-lip iyilik isteme merkezi (mutmainne mertebesi)
haline getirilebilir. İnsanın damarlarında dolaşma özelliğine sahîp, şeytan
denen lanetli varlık da nefisle ortaklaşa hareket ederek inşam günah işlemeye
sev-ketmektedir. Bu da zorlamayla değil de sadece günahı, kötülüğü iyi
göstermek suretiyle olur. Neyin iyi, neyin kötü olduğunu ise din (Kur* an ve
Hadis) bize bildirmiştir. Şeytanın kötülük çağrısından uzaklaşmanın yolu da
yine dinin emirlerine kararlılıkla sarılmak, yasaklarından titizlikle
kaçınmak, Allah'ı zikir, Kur'an tilaveti, ibadet vs. ile mümkündür. Zaten
şeytan, ihlaslı kulları tuzağa düşüremez (bk.-Hıcr, 15/40).
İnsanın, zayıf
yaratılıştı, özellikle şehevi arzular karşısında dayanıksız oluşu da günaha
götüren bir sebep sayılabilir.
Günahtan kurtulma
yollarına gelince; bunlar çoktur. Şüphesiz bunların başında tevbe gelir. Tevbe,
yaptığı günaha pişmanlık duyarak, af etmesi dileğiyle Allah'ayö-nehnedİr.
Tevbede samimiyet, pişmanlık, azim, kararlılık esastır. Tevbeyle, her türlü
günah (Allah'ın izni ve lutfuyla) silinir. Yine, işlenen hasenat ile yani farz
olsun olmasın her türlü taat ile seyyiat (küçük günahlar) örtülür ve silinir.
Bu zikrettiklerimiz, günahların, dünya hayatında affına sebep olan
hususlardır. Ahiret hayatında ise ya doğrudan Allah'ın af etmesi veya
Allah'ın izin verdiği bir şefaatçinin (Peygamberimiz, diğer peygamberler,
ev-liyaullah, şehidler...) şefaatiyle. Allah'ın affetmesi yahut da (kabirde,
mahşerde ve cehennemde) işlediği günahın cezasını çekmek suretiyle affolunma
sözkonusu-dur. Günahkâr müminin imanı er geç onu cennete -biiznillah-
götürecektir.
İnsanlığın ilk atası
Hz.Adem ve eşinin ilk defa yaratılıp cennete konulması, sonra yasak ağacın
meyvasından yemeleri sebebiyle cennetten çıkarılıp yeryüzüne indirilmeleri,
orada bir müddet yaşadıktan sonra tevbeleri neticesinde tekrar af edilip
cennete gönderilmeleri, hristiyan inanana göre asli günah kabul edilmiş ve bütün
insanhr -Hz. Adem'in nesli olmak bakımından- hükmen, mecazen günahkâr
kabul edilmiştir.
Müslümanlıkta asli günah diye bir şey yoktur. Aslî günah inana akla, mantığa,
vicdana ve ilahi adalete de uygun değildir. Doğuştan herkesi günahkâr kabul
etmenin saçmalığı açıktır. Hristiyan inancında din adamlarının, yaşayanların
günahlarını bağışlamaları hususu da saçmalıktır ve hristiyanlığın tahrif
edildiğinin belgeleridir.
Günahla ilgili son
olarak şunları söyleyebiliriz: İnançlı insan günah işlemekten mümkün mertebe
uzak kalmaya gayret sarfetmeli ama günah işlediği zaman da ümitsizliğe
düşmemeli, tevbe kapısının ölünceye ve kıyamet kopuncaya kadar açık olduğunu
unutmamalı, tevbe ile günahın af edileceğine inanmalı ve tevbenin de kişiyi
Allah'a yaklaştırıcı olduğunu hatırdan çıkarmamalıdır.
Sevab: Sevab kelimesi
lügatta "karşılık" anlamına gelmektedir. Ancak bu karşılık daha
ziyade "taatın karşılığı"dır.
Sevabın yaygın olan
iki manası vardır
: 1) Yapılan
bir iyi işe (hayırlı amele) karşı Allah tarafından ihsan olunan mükâfaat
, 2)
Allah'ın rızasını kazanmaya ve ahirette mükâfaat almaya vesile olan hayırlı
amel. Bu durumda sevap, günahın zıddı oluyor. Günah hem kötü amele, hem de kötü
amelin cezasına (karşılığına) dendiği gibi sevap da hem iyi amele, hem de iyi
amelin karşılığına denmektedir. İyi amelle kastolunan, insanın hem kendine,
hem yaratıcısına ve hem de bütün insanlara ve hattabütün canlılara karşı her
türlü olumlu, faydalı davranışlardır. Dinin emirleri bunların başında gelir,
her türlü farzın, vacibin, sünnetin ifası sevap amel olduğu gibi, ahirette
sevabı gerekli kılan amellerdir. Günde beş vakit namaz kılmak, ramazan ayında
oruç tutmak, hacca gitmek, zekât vermek gibi farzların yerine getirilmesi
sevap olduğu gibi farzların dışında işlenen nafile ibadetler de sevaptır.
Ayrıca Kur'an okumak, Allah'ı zikretmek de sevaptır. Bunlar, yaratıcı ile
ilgİH sevaplardır. İnsanlarla ilgili olanları da çok sayıdadır. İnsanlara
karşı güler yüzlü, tatlı sözlü olmak, onların her türlü yardımına koşmak,
onlara zarar vermemek, zulüm etmemek, kimsesizlere bakmak, büyütmek, yetiştirmek;
insanlara ilim öğretmek; cami, yol, okul, köprü, çeşme, misafirhane, aşhane
gibi umumun yararlanacağı her türlü hayır hizmetlerine yönelik faaliyetler de
sevaplar cümlesindendir. Hatta yoldaki insanlara zarar veren bir taşı,
herhangi bir engeli kaldırmak da sevaptır. Sevaplı ameller sayısız denecek
kadar Çoktur. Hayvanlar ve kuşlar da dahil her türlü canlının yeme, içme,
giyinme, barınma, tedavi vb. her türlü yardımına koşmak sevaptır. Tabi ki bu
ameller Allah rızası için işlenirse sevaptır. Şahsi çıkar için İşlenirse sevap
olmaz. Riya, gösteriş için işlenirse yine sevap olmaz.
İslam'ın esas amacı,
insanlar arasında tam bir huzur ortamı, yardımlaşma ve dayanışmayı sağlamak
olduğu için başkalarına yardıma yönelik davranışlar övülmüştür. Bu tür
davranış sahipleri ahirette mü-kâfatlandırılacaklardır.
Mehmet BULUT
Bk. İsmet. GÜVENLİK
Bütün istek ve
ihtiyaçların karşılanacağından emin olma duygusuna güvenlik adı verilmektedir.
PsikolojideHenryMur-rayveAbrahamMaslow gibi psikolojik ihtiyaçlar üzerinde
duran teorisyenler tarafından da kullanılmakla birlikte, asıl olarak Erik
H.Erikson'a ait bir kavramdır.
Psikanaliz ekolü
içinde yetişmesine rağmen, kendisine özgü teoriler geliştiren Erikson'un bakış
açısından, insan hayatı nisbeten birbirinden bağımsız sekiz evreden oluşur.
Her evre belirli yaş grubuyla, belirli bir sosyal tarzla karakterize edilmiştir
ve birbirlerini aşamalar halinde takip ederek gelişirler. Erikson, her gelişim
dönemine uyan bir çekirdek çatışma olduğunu; çatışmanın biri olumlu, diğeri
olumsuz iki zıt kutubu bulunduğunu; bu zıt kutuplar arasındaki mücadelenin
olumlunun lehine bitmesi halinde benlik bütünlüğünün korunacağını ileri
sürmektedir. Zaten benlik bütünlüğünün korunması da insanın temel güdüsüdür.
İnsan hayatının ilk
evresi, ağızın ve duyuların hakim olduğu (oral-sensory) dönemdir. Bu dönemin
temel çatışması ise temel güvensizliğe karşı temel güvendir.
İnsan yavrusu,
hayatınm birinci ayında ihtiyaçların karşılanması açısından bütünüyle pasif
bir konumdadır ve annesine bağımlıdır. Zamanının çoğu uykuda geçer, ancak
kendi bedeninden gelen uyarılara karşı hassastır. Acıkınca veya bir sıkıntısı
olunca uyanır, ağlamaya başlar. Bunlar giderilince tekrar uyumaya döner. İkinci
aydan sonra giderek çevreyi farke-der. Fakat davranışlarına haz ilkesi yön
verdiği için her isteğinin hemen o anda karşılanmasını ister. Dürtüleri ve
organlarının zorlaması karşılanıp giderilmediğinde iç dengesi bozulur ve
bebekte bir tedirginlik ve gerginlik hali oluşur. Annesinin sayesinde
beslenmesi ve bakımı sağlanan, durtüleriyle ve organlarının zorlamasıyla başa
çıkabilen bebekte, bir iç iyilik duygusu gelişir. Bu iç iyilik duygusu,
bebeğin annesini içinde bir "kesinlik durumu" olarak yaşamasıyla
elele devam eder. O bilir ki, çağırdığında veya zamanıgeldiğinde annesi onun
yardımına koşacak, ihtiyaçlarını karşılayacaktır. Bu nedenle annesinin gözünün
önünden uzaklaşmasına katlanabilir, bu onun ilk sosyal başarısıdır (dolayısıyla
sosyalleşmesinin ilk basamağını oluşturur). Bebek de rahattır, anne de. İkisi
arasında karşılıklı bir güven oluşmuştur. Anne ihtiyaçlarını karşıladıktan
sonra huzur içinde başka işleriyle uğraşabilir. Bebeğini her an onun yanmda
olmasının gereksizliğine ve imkânsızlığına ikna edebilmiştir. Bebek yalnızca
güvenen değil, güvenilendir de aynı zamanda.
Bebekteki bu güven
duygusunun oluşumu ona gösterilen bakım ve ona yapılan beslenmenin nİceliğiyle
ölçülmez; güvenlik, bebek ve anne arasındaki ilişkinin niteliğine bağlıdır.
Annenin hem yavrusunun ihtiyaçlarını özenle karşılarken, hem de ona güvene
değer bir kişi olduğu duygusunu verebilmesi, çocuktaki güven duygusunu
meydana getirir.
Daha insan hayatınm
ilk döneminde sağlanan güven duygusu, gençlik evresinde oluşacak kimlik
duygusuna temel olacak olan bir benlik duygusu geliştirir, güdük de olsa. Bu
nedenle "temel güven" adını alır. Bireyin hayatının sonraki evrelerindeki
insan ilişkilerinde ne kadar güvenli ve ne kadar güvenilir oluşunu, onun bu temel
güveni belirleyecektir.
Güven içinde ihtiyaçlarının
karşılanmasını bekleyebilen bebek, daha sonraki yaşantıları sırasında da son
tahlilde kendi benlik bütünlüğüne hizmet edecek engellemelere karşı
dayanmasını bilecektir. Tez canlı, ürkek, endişeli olmak yerine, kendinden
emin, sabırlı ve güvenilir birisi olacaktır. Fakat bunun İçin ebeveynlerin,
bebeklerinin davranışlarını engellemelerinin böyle bir anlamı olduğunu onlara
anlatabilmiş olmaları gerekir. Bu anlatımın
dili ise sevgidir.
..rh ErolGÖKA
Bk. Güvensizlik;
Benlik; ihtiyaç.