LOZAN ANLAŞMASI

 

Lozan Konferansı sonunda, 24 Temuz 1923'de Türkiye Cumhuriyeti ile mütte­fik devletler arasında imzalanan barış ant­laşması. Türk Kurtuluş Savaşında, Batılı emperyalistlere karşı verilen zorlu müca­delenin hem diplomatik alandaki bir deva­mı, hem de bir sonucudur.

Lozan Barış Antlaşması olarak adlandı­rılan belge, 143 maddelik ana belgeye ek olarak hazırlanmış 15 belgeyi içermekte­dir. Ana belge Türkiye ile İngiltere, Fran­sa, Japonya, Yunanistan, Romanya, Rus­ya, Yugoslavya arasında imzalanmış, da­ha sonra buna, Belçika ve Portekiz de ka­tılmıştır. Ek belgeler ise Boğazlar Sözleş­mesi, Trakya Sınırları Sözleşmesi, Yerleş­me ve Yargı Yetkisi Sözleşmesi ile bazı tu­tanak ve bildirilerden İbarettir. Bu antlaşma ile belge, bildiri ve tutanak­ların yamsıra, Türkiye ile Yunanistan ara­sında "Türk ve Rum halkının Karşılıklı Değiştirilmesine İlişkin" bir sözleşme de imzalanmış, bununla Türkiye ile Yunanis­tan arasında zaten daha Önce yapılmış olan bu değiştirme böylece tevsik edilmiş­tir.

 

Lozan Konferansı Öncesi Sorunlar:

 

11 Ekim 1922'de imzalanan Mudanya Mütarekesi'nden hemen sonra, Lozan'da toplanacak bir barış antlaşması için hazır­lıklara başlanmıştır. Misak-i Milli ile be­lirlenen topraklar geri alınmış, ülkenin bütünlüğü sağlanmıştır. Artık, yeni Türk devleti kendisini ezmek isteyen devletler karşısında eşit haklara sahip, onurlu bir devlet olarak konferans masasına otura­cak ve bu çetin savaş sonucu elde ettikleri­ni uluslararası bir güvenceye bağlayacak­tır. Ancak, bu konferansta konuşulacak olan sorunlar, sadece dört yıl süren Ulu­sal Kurtuluş Savaşıyla ilgili değildir. Eski anlaşmalarla yabancılara verilen ayrıcalık hakları ve Türk devletinin borçları da gün­demdedir.

Konferansa Türkiye Büyük Millet Mecli­si Hükümetininyamnda, Sevr Antlaşması­nı imzalayan Tevfik Paşa başkanlığındaki İstanbul hükümeti de çağrılmıştır. Bu du­rum karşısında Mustafa Kemal, saltanat­la ilgili düşüncelerini bir an önce uygula­maya koymaya yönelmiş, 1 Kasım 1922 ta­rihinde mecüs'in verdiği bir kararla salta­natı kaldırmış ve böylece çift başlı temsil sorununu çözmüştür.

Konferans öncesi karşılaşılan bir diğer sorun, TBMM hükümeti temsilciler kuru­luna kimin başkanlık edeceği meselesi­dir. Her ne kadar "Vekiller Kurulu Başka­nı" Rauf (Orbay) bu göreve talip olmuşsa da, Mustafa Kemal, Mudanya görüşmele­rinde başarılı sınav veren ve Batı Cephesi Komutanlığı boyunca düzenli çalışmala­rıyla kendini gösteren İsmet Paşa'yı bu gö­rev için uygun görmüştür. Aynı zamanda Dışişleri Vekilliği'ne de seçilen İsmet Pa­şa yanında, Dr. Rıza Nur, Hasan (Saka) Beyler ve 21 danışman, 11 Türk gazeteci­si Lozan'a gitmiştir. Konferansın Temel Sorunları: Konferansın temel sorunları, Osmanlı borçlan, Türk-Yunan sının, Boğazlar, Musul, azınlıklar ve kapitülasyonlardı. Bu konularda müttefik devletlerin, yeni Türk devletinin haklarını kabul etmemek-

teki ısrarlı tutumları nedeniyle 20 Kasım 1922'de toplanan Lozan Konferansı, 4 Şu­bat 1923'de dağılmış, delegeler ülkeleri­ne dönmüştür.

Konferansın dağılmasından sonra Mus­tafa Kemal ve TBMM hükümeti İstan­bul, Boğazlar, Trakya ve Irak sınırında sa­vaşla çözüm almaktan başka çare olmadı­ğı düşüncesiyle yeni hazırlıklara başlamış­lar ve bunun üzerine Lozan Konferansı müttefiklerin girişimi ile 23 Nisan 1923' de yeniden toplanmıştır.

 

Konferans'ta Ulaşılan Sonuçlar:

 

Türkiye'nin Sınırları: İngiltere'nin Mu­sul'u vermemekte direnmesi sonucu Irak sınırı sorunu çözümlenmemiştir. Suriye ile olan sınır konusunda da Fransa ile im­zalanan Ankara Antlaşması hükümleri ka­bul olunmuştur. Batı bölgesi sınırı ise, Mi-sak-ı Milli'ye uygun olarak saptanama­mış ve Batı Trakya kurtarılamamış, an­cak, Karaağaç ve çevresi Yunanistan'dan istenilen savaş tazminatına karşılık Türki­ye'ye bırakılmıştır. İmroz, Bozcaada ve Tavşan adaları Türkiye'nin, öbür Ege adaları Yunanistan ve İtalya'nın olmuş­tur. Antlaşmaya göre, Yunanistan, bu adalardan Sisam, Sakız, Nikarya ve Midil­li'de asker bulundurmayacak, savunma ve saldırı amacıyla bu adalarda düzenle­melere girişemeyecektİr.

Kapitülasyonlar: Ticaret ve ekonomi alanlarından adalet, yönetim ve diğer Önemli alanlara kadar yayılan ve bîr devle­tin bağımsız olma ve ülkesinde yasalarını özgürce uygulama ilkesine karşıt gelişen kapitülasyonlar, Lozan Antlaşmasıyla tü­müye kaldırılmıştır.

Savaş Tazminatları: Lozan Konferan-sı'nda yabancıların I.Dünya Savaşı için

Türkiye'den istedikleri savaş tazminatı reddedilirken, Yunanistan, Kurtuluş Sa­vaşı'nda verdiği zararlara karşılık Karaa­ğaç ve çevresini Türkiye'ye bırakmıştır.

Azınlıklar: Türkiye sınırları içindeki bü­tün azınlıkların Türk uyruğu olduğu ka­bul edilmiştir. Doğu Trakya ve Anado­lu'da bulunan Rumlar ve Yunanistan'da­ki Türklerin ise karşılıklı olarak değiştiril­mesine karar verilmiştir. İstanbul Rumla­rı ve Batı Trakya Türkleri bu uygulama­nın dışında bırakılmıştır.

Boğazlar: Boğazlarla ilgili olarak Lo­zan'da kesin bir çözüme ulaşılamamıştır,. Geçici çözüm, Boğazların iki yakasının as­kersiz hale getirilmesi, geçişin sağlanma­sı amacıyla uluslararası bir kurulun oluş­turulması ve bu düzenlemelerin Milletler Cemiyeti güvencesi altmda sürdürülmesi­dir.

Devlet Borçları: Devlet borçlan, Os­manlı İmparatorluğu'nun parçalanmasıy­la İparatorluk sınırları içinde ortaya çıkan devletler arasında bölüştürüldükten son­ra, Türkiye'ye ilişkin bölümü takside bağ­lanmıştır. Aynca, Türkiye'nin Lozan'da­ki temsilcileri, borçların ancak Türk para­sı, ya da frank olarak Ödenebileceğini be­lirtmişler ve bu konudaki önerilerini ka­bul ettirmişlerdir. Lozan Antlaşmasıyla birlikte, yabancıların Türk ekonomisi üze­rindeki denetim örgütü (Düyun-u Umu­miye) de tarihe karışmıştır.

Lozan'da Çözülemeyen Sorunlar:

Lozan Barış Antlaşması, olumlu kararla­ra karşılık bazı sorunları da çözümsüz bı­rakmıştır. Bunlardan Musul sorunu, Mu­sul'u Irak'a, Hakkari'yi Türkiye'ye bırak­tıran 5 Haziran 1925 tarihli antlaşma ile çözülecektir. Boğazlarla ilgili olarak alı­nan kararlar ise, Türk ulusunun egemen­lik hakkıyla bağdaşmamaktadır. Türkiye

1933'ten başlayarak bu konu üzerine git-     Fransız okulları, Fransa'ya olan borç tak-

miş ve sonunda 20 Temmuz 1936'da Tür-     sidinin ödenmesi gibi konularda ortaya çı-

kiye, ingiltere, Fransa, Sovyetler Birliği,     kan sorunlarla giderek büyümüştür. Sınır

Japonya, Romanya, Bulgaristan, Yuna-     konusunda, 1926 yılında, diğer konularda

nistan ve Yugoslavya arasında imzalanan     ise, bunu takip eden yıllarda çözüme ula-

"Montreux Sözleşmesi" ile Türkiye'nin     silmiştir. Yunanistan'la Lozan sonrası or-

bölgedeki egemenliği tam olarak sağlan-     taya çıkan sorun, İstanbul'daki "yerle-

mıştir. İtalya da 1938'de bu sözleşmeye     şik"(etabli) Rumlarla ilgilidir. Bu anlaş-

katılmıştır. Lozan sonrasında ayrıca, An-     mazlık, 1930'da imzalanan bir antlaşmay-

kara Antlaşması uyarınca Suriye sınırının     la çözümlenmiş ve yerleşme tarihlerine

kesin çizgisinin saptanması için kurulma-     bakılmaksızın, Batı Trakya'daki Türkler-

sıgerekenkomisyonunçalışmalarısırasın-     le, İstanbul'daki Rumlar "yerleşik" deyi-

da Türkiye ile Fransa arasında anlaşmaz-     minin kapsamına alınmıştır,

lık çıkmış ve bu anlaşmazlık Türkiye'deki                                                         (SBA)

MADDE

Yunanca'da madde terimini karşılayan "hyle", "insan çabası veya emeğinin yönel­diği şey" anlamında kullanılırken, Latince-de aynı terim iki kelimeyle ilişkili olarak or­taya çıkar: Genellikle madde anlamında "materia"; malzeme, özellikle de "tahta" anlamında "meteries". Bu bakımdan sanat­çı, ya da zanaat erbabının üzerinde çalışıp işlediği şey Hmaterias"dır. İnsanın çalışıp emek vererek bir amaç için biçimlendirdiği veya yararlandığı doğal nesne, ya da cisim­dir. Buna göre madde, uzay (mckan)'da yer kaplayan, ağırlığı olan, bölünebilir ve buna bağlı olarak tüm formları alabilir şeklinde, insan zihninde bağımsız olarak var olan ve duyumlar ile algılanan şeylerdir.

Madde kavramı ve buna bağlı olarak madde anlayışı, düşünce tarihi süreci içinde değişimlere uğradı. Genel ve pek de gerçeği ifade etmeyen Batı kökenli anlayışlar, mad­de kavramı üzerindeki ilk düşünüşleri An­tik Yunan ile başlatırlar. Fakat bunun tam gerçeği ifade ettiği savunulamaz. Nitekim Antik Yunan düşünce ve felsefesinden ön­ce, değişik bir madde kavramı ve anlayışına eski hini dinleri ve kutsal metinlerinde rast­lanmaktadır. Madde ve maddenin unsurla­rına ayırma konusunda ortaya çıkan bu düşünüşlerin, yeterince açıklanamasa bile, Antik Yunan felsefesinde benzer koşutluk­larda (paralellikte) ortaya çıktığı belirtilme­lidir. Sözgelimi Hint kutsal metinlerinden biri olan Upanişadlar'Ğa su, hava, ateş, ışık, mekan ve hatta zaman unsurlarından bir tanesi asıl neden olarak ileri sürülmüş­tür. "Gerçekten hava her şeyi içine alır, kap­sar. Çünkü ateş sönünce hava olur, güneş havanın aşağısına batar. Ay da görünmez olunca havaya karışır. Su buharlaşınca hava olur." (Çandagaya Upanişadı) Keza aynı metinde herşeyin mekandan çıktığı veya sudan oluştuğu da savunulmuştur. Öyle ki, ruhun maddesel olduğu Bırhadaranyaka Upanişad'ında belirtilmiştir. Hatta eski Hint düşüncesinde maddeci bir öğreti ola­rak Lokayata veya Carvaka akımı burada zikredilmelidir. "Log"un dünya veya insan anlamına geldiği ve Lokayata'mn "Halk Öğretisi" demek olduğu, ancak "Carvaka" teriminin tercih edildiği ileri sürülmektedir. "Car" ve "vak" kelimeleri, bir yoruma göre "zeki" ve "söz" demekse de, bir başka yo­rumda "car"m "dört", "vak"uı "süz** bunla­rın birleşmesinden oluşan "CarvakAin ise "dört sözü", yani dört unsuru ifade ettiği be­lirtilir. Carvaka öğretisinde dünya maddi bir yapıdadır. Çünkü bu maddi olan, su, ha­va, ateş ve toprak unsurlarından oluşmuş­tur. Canlı varlıklar, bu arada insan da bu maddi unsurların meydana getirdiği varlık­lardır. Braşpati'ye göre, "hayat maddeden doğmuştur". Samkya akımı ise hareket, me­kan ve zamanı maddenin özelliği olarak ilk zamanlarda savunmuştur. İdealist ve mad­deci görüşlerin bir bileşimi olan jainizm; ruhun ölümsüzlüğünü (yani tenasühü) sa­vunurken, bunun deney dünyasının bağla­rından kurtulması gerektiğine de işaret eder. Buna göre evren sonsuz olarak vardır

ve yaratılmamıştır ve iki tür maddeden dırlar. oluşmuştur. Bunlardan biri cansız madde Bana karşılık Aristoteles, "maddenin (hatgala), öteki canlı madde öiva) olup her kendi başına bilinemez" (Metafizik 7,10) canlı maddenin de bir ruhu vardır. Cansız olduğunu belirterek, onun bağımsız bir var-madde ise, zaman ve mekan içinde düzen- «k olduğunu kabul eder. Ancak, Platon'un lenmiş unsurlar (atomlardan oluşur ve "idea" dediği şeye "form" diyerek bunu bunlar sayısız özelliklere sahiptirler.                madde (hyle)yle birleştirir. Böylece ofmad-

Antik Yunan felsefesinde &>krates ön-     deyi duyulur ve kavranılır olarak ayrıma ta-cesi filozoflar, Thales'ten Empedokles'e ka-     bi tutuyordu. Değişmeye yetenekli olan her dar evrenin ve varlığın ana esası olarak su,     çeşit nesne (tunç, tahta gibi) duyulur mad-hava, toprak ve ateşi kabul etmişlerdir,     dedir. Buna karşılık, matematik varlıklar Anaksagoras, sayısız parçacık (sperma) gö-     gibi, duyulur nesnelerin içinde, duyumdan rüşünü ileri sürerken, Leukippos ve De-     ayrı olarak bulunan ise kavranılır maddedir, mokritos, maddenin parçalanamayan en     Aristoteles'e göre madde durağan (pasif, küçük parçacığı (atoma)nı kabul etmiştir,     potansiyel), dolayısıyla kendiliğinden ha-Bu atomların sahip oldukları nicel özellik-     roket edemeyen, ama herhangi bir forma is­ler evreni, evrendeki bütün varlıkları hare-     tidatlı şeydir. Onun için madde hareket ile ket ve birleşmeleriyle meydana getirirler,     gerçekleşmemiş ve olgunlaşmamış, ya da Antikçağ Atomculuğu veya maddeciliği     kemale ermemiş, fakat güç (kuvve) halinde olarak da tanımlanan bu görüş, Pierre Gas-     mükemmelleşmeye sahiptir. Dolayısıyla sendi'nin tanıtımıyla Yeniçağda oluşan     Aristoteles'e göre maddenin ve evrenin, ya-maddeci akimi an n da kaynağı durumuna     ni tabiatın özünde yüce bir amaç bulunmak-gelecektir.                                                          tadır. Bu nedenle madde ve tabiatta, bütün

Madde'nin varlığını kabul etmekle bir- canlı varlıklarda. Mutlak forma, yani Tan-likte, De mokritos'un anlayışından tama- n'ya ulaşma, onun mükemmelliğine yönel­men farklı bir anlayışı Platon ileri sürecek- me sözkonusudur. Çünkü evrene ilk hare-tir. Platon maddeyi bir çeşit düzensizlik, ka- keti veren, onu düzene koyan Tann'dır. Do-nşıklık, yani kaos veya "yokluk" (me on) layısıyla son çözümlemede maddenin ama-olarak anlar. Ancak "yokluk" (me on) teri- cı, coşkuyla Tanrıya ulaşmadadır. Ancak minin açıklandığı "Sofistler" diyalogunda, form veya ruh gibi, madde de yaratılmamış-bunun "diğer varlık", "başkalık idesç" şek-     ur.

linde düşünüldüğü ve Platon felsefesinde Demokritos'un atoma dayalı madde an-temcl kavram olan İdea'nın karşıtı olarak al- layışını benimseyen Epikuros, Demokri-gılanmadığı anlaşılmaktadır. Başka diya- tos'un atomlardaki zorunlu ve mekanik an-loglannda ise Platon, farklı madde nitele- layışı, yerine rastlantı ve sapma hareketlen­meleri yapacaktır ki, bu da Platon felsefe- ni kabul edecektir. Maddeyi mutlaklaştıran sinde oldukça değişik bir madde görüşünün ise, Latin şairi L ücreti us olacaktır. Buna savunulduğu anlamına gelir. Kısacası Pla- karşılık Ploünus, maddeyi,' ilk varlıktan ton'a göre madde, gerçek bir varlık değil, uzaklaşan ruhun kirlenmesi olarak tanımla-geçici ve gölge varlıktır; yani maddesel var- mıştır. Ona göre nesnelerin maddesi cansız, lıklar "idea"lann birer gölgesi durumunda-     idraksiz ve ölüdür. Akıl aleminde birlik

olan şey, duygu aleminde parçalanır ve bö­lünür, bir olan çok olur ki, bunun nedeni de maddedir.

Ortaçağ Skolastiği Platon, Yeni-Platon-cu ve Aristoteles felsefelerinin ortaya koy­dukları madde anlayışlarını kabul eder. Aristoteles felsefesiyle Hıristiyanlık inanı­şını uzlaştırmaya çalışan Saint Thomas'nın madde anlayışı, Aristoteles'in anlayışından farklı değildir. Sadece maddenin yaratılmış olduğunu kabul etmekle Aristoteles'ten ay­rılır.

Yeniçağda atomcu maddeciliği yeniden canlandıran Gassendi, bu konuda Descar-tcs'i de belli oranda etkiledi. Descartes madde ve uzamı özdeş olarak tanımlarken bunu geometrik bir mekanizm temeline da­yandırdı. Maddeyi ayrı bir öz olarak kabul eden Descartes, onu mekanda yer kaplayan şey şeklinde tanımlayarak bütün fizik dün­yanın maddesel olduğunu ve maddenin de yaratılmış olduğunu belirtiyor. Aynca Des-cartes'in maddeyi Öz olarak ruh'dan ayıran Dualizmi Yeniçağ düşüncesinde maddeci ve ruhçu (Spiritualist) akımların da kaynağı oluyor, nitekim XVIII. yüzyılda Holbach, d'Alambert, Diderot, La Mettrie vb. gibi mekanik maddeciler, kendilerine kaynak olarak Descartes'i aldılar. Dünya ve gökle­rin aynı maddeden yaratıldığım, maddenin de "tek özeli iği"nin "uzamlı bir şey" oldu­ğunu belirten Descartes, insanın dışında ka­lan öteki varlıkların çalışmasını "mekanik ve maddi" olarak nitelendirirken, "makine hayvan" deyimini kullanıyordu. Buna kar­şılık La Mettrie, aynı anlayışı hareket nok­tası alarak, insanı bir makine olarak tanım­ladı ve bu görüşünü de "L'Homme Macbi-ne: Makine İnsan" adlı eserinde açıkladı. Bu anlayışı savunanlar bilinci, sorumluluğu ve özgürlüğü bir "gölge olay" şeklinde algılarlar.

Descartesçi Leibniz, maddeyi kutsallaş-ürarak "monad" kavramına ulaştı. Monad-lar manevi ve ruhsal varlıklar olarak dışa bütünüyle kapalı, ama kendi içlerinde dina­mizme sahiptiler. Monadlar birleşmek su­retiyle bileşik varlıkları meydana getirirler ki, Monadların Monadı Tanrıdır. Öte yan­dan İdealist Berkeley, zihnin dışında mad­denin varlığını reddederek, maddenin ilk nitelikleri (hareket, yer kaplama, boyut, ne­densellik vb.) ile ikinci nitelikleri (ışık, ses, renk, tad, koku vb.) duyarlıklı olan ruhumu­zun birer değişimi şeklinde açıkladı. Dola­yısıyla Berkeley, Descartes'in aksine, mad­denin ayrı bir öz olduğunu kabul etmedi Dış, yani fizik dünyada gerçekliği bulun­mayan madde anlayışı dolayısıyla Berke-ley'in felsefesi "immateryalizm" olarak da tanımlandı.

"Fenomen (görüngü) içinde, duyuma karşılık düşen şey" olarak tanımlayan Kant'a göre madde, bir fenomenin duyulur yanıdır. Böylece Kant bilginin maddesiyle biçimini ayırırken; Hegel buna karşı çıka­rak maddenin; "şeyin somut gerçekliğinin kanıtlayıcısı", "var oluş olarak, bir-başka-smdaki yansımayı olduğu kadar, kendinde varlığı" da kapsadığım; dolayısıyla madde ve biçimin "her ikisi de kendinde aynı şey" olduğunu ileri sürdü.

Maddeyi, maddeci felsefenin temel bir kategorisi olarak kabul eden Marksçılık, onu insan zihninin dışında var olan nesnel gerçeklik olarak ifade eder. Engels, "dün­yanın gerçek birliğini", maddeselliğine da­yandırır ve hareketi de "maddenin varoluş biçimi" olarak tanımlar. Ona göre "hiçbir zaman, hiçbir yerde hareketsiz madde ol­mamıştır ve olamaz da." (Engels, Anti-Dühring).

Antik Yunan ve Özellikle Aristoteles fel-     (form) nedensellik açısından maddeden ön-sefesinde madde karşılığında kullanılan     ce, buna karşılık şekil ve nedensellik bakı-"hyle" terimi, İslam düşünce literatüründe     mından arazdan önce gelir, tbn Sina'dan et-"heyûla" olarak kullanılmışsa da, IX. ve X.     kilenen Fahreddin Razi de cisimlerin mad-yüzyıllardan sonra Yunancadan çeviriler-     de ve biçimden oluştuğunu, "heyûla"nın bi­de, madde kavramının benimsendiği söyle-     çimin alıcısı olduğunu belirtir, nebilir. Fakat bu arada tam karşılığı olarak         Ebu Bekr Razi'ye göre madde, beş ezeli değil de, yakın anlamında "unsur" teriminin     ilkenin birincisidir. Bu anlayışın Ismailî kullanıldığı da görülmektedir. Heyula keli-     Nasır-ı Hüsrev, Fahreddin Razi tarafından mesi, genel olarak biçimden yoksun bir     da kabul edildiği belirtilmelidir. İkinci ezeli "kuwe"nin karşıt biçimlere girerek cisim-     varlık olan Külli Nefe, ya da Evrensel Ruh, leşmesi anlamında kullanılmışta-. Aristote-     alemi meydana getirmek için maddeyi "çal-les'in madde anlayışım çağrıştırsa da, İslam     kaladıysa"da, sonuç oluşmadı ve bunun düşüncesinde madde yaratılmıştır ve ger-     üzerine yaratıcıdan yardım istedi. Bu da çek bir varlık değildir. Yani belli bir biçimi     maddenin biçime bağımlı olması sonucunu (formu) olmayan ve ancak "kuvve" (güç)     doğurdu.

olarak var olan madde, mekanda yer kapla- Suduriyeci görüşler, ezeli ilkeden çıkan yan, zaman boyutuyla sınırlı, yaratılmış bir veya yayılan (sudur) ilk maddenin ne oldu-varlıktır. Ayrıca yaratılmış olan madde ğu üzerinde durmuşlardır. Ismailî ve Kar-ölümlüdür, arızidir ve fanidir. Mutezilî ve mati kozmogorilerinde "heyula", sudur Eşarî'lerin genel olarak görüşleri bu kap- eden üçüncü ilkedir. Buna göre madde an­sa m da düşünülebilir. Maturîdîlere göre cak ilk akıl (el-aklü'1-evvel) külli ruha dö-madde ve aynı zamanda "heyula" Öz, yani nüştüğü sırada ortaya çıkmaktadır. Kendi cevher; arazlar ise, biçimdir,                          kendine ortaya çıkamayan madde, biçimin

Aristoteles'ten farklı olarak Farabi, mad-     yardımına böylece ihtiyaç duymakladır. Bi­deyle yaratıcı arasındaki ikiliği benimse-     Çime göre saf güç durumunda bulunan var-mez. Ona göre madde, zaruretini Allah'tan     lik, olumlu istek ile biçim sahibi ve ortaya alır. Ancak madde akli ve ruhsal yetenek ve     çıkmış (sudur) bağımsız üçüncü ilke olma güçlerimizi zaafa uğratmakta, dolayısıyla     özelliklerine sahiptir. Allah'ı algılama ve kavrayışımızda bir en-         Ismailîlerin madde konusundaki anla-gel oluşturmaktadır, insanın özü, maddeye     yışlan İhvan-ı Safa Risalelerine dayanmak-bulaşmış olması nedeniyle, Allah'ın cevhe-     tadır. Bu anlamda bütün cisimler tek bir finden uzak düşmüştür. Bunun yanında in-     cins, tek bir cevher ve tek bir maddedendir, san maddeden uzaklaştığında "ilk varlık" ı     Aralarındaki fark biçimden dolayıdır. Buna daha bir bütünlükle kavrar. Kendilerini     göre madde değişmez, biçim değişir, maddeden bütünüyle soyutlayarak kurtar-     "Heyula" alemdeki bütün cisimlerin mey-mış olanlar Allah'ı, en mükemmel bir şekil-     dana geldiği dört unsur; evrenin kendisin­de kavrarlar. İbn Sina, maddenin kendi var-     den sudur ettiği mutlak madde, basit makul lığında azlığıyla çokluğunun ve hacminin     duyularla algılanamayan ilk madde (öz, olmadığını, fakat onun bu biçimleri almaya     arkhe) ve her türlü niteliğin veya hüviyetin uygun bulunduğunu ileri sürer, biçim     biçim özelliklerini taşımaktadır. Yani

"heyula" kavramı, hem ikinci madde, hem de ilk maddeyi kapsar. Böylece her var olan şey değişik açılardan hem biçim, hem de maddedir. Salt cisim, ilk maddede biçimdir, aynı şekilde külli ruh, külü akıldan çıkmış olan ruhsal biçimdir. Külli akıl ise, Al­lah'tan sudur etmiştir.

thvan-ı Safa'nın madde hakkındaki anla­yışının belli oranda etkide bulunduğu tbn Arabi'ye göre ise, yaratılmış olsun veya ol­masın madde, varlıkla aynı zamanda ve bir­likte vardır. O, hakikatin hakikati (hakikat ül-hakika)dir.

İslam filozofları, İhvan-ı Safa'nın bu gö­rüşlerini benimsemezler ve ilk madde (el-maddetü'1-ula) kavramını da sıklıkla kulla­nırlar. Nitekim tbn Sina, maddeden sonra ilk unsuru tanımlayarak "maddi neden" an­lamına gelen "el-illetül-unsuriyye" teri­minden söz etmektedir. Buna göre filozof­lar bakımından tek olma ilkesi, biçim değil, incelenmiş madde olarak anlaşılmaktadır. Ayrıca İsmail! kozmogonisinden farklı ola­rak İslam filozoftan, maddeyi daha az de­ğerli görürler.

Sözgelimi Farabi, ilk maddeyi "en aşağı­lık şey" olarak nitelendirerek ikinci derece­ye "Doğa"yı koyar.

İsmail KILLIOĞLU Bk: Maddecilik.