MUTL AK

 

Türkçcdc "mutlak" veya "saltık" keli­meleriyle ifade edilen bu deyim, latincede absolvere kökünden gelmedir. İlgilerden çözülmek, bağlantılarını kaybetmek, her türlü dayanaktan veya olağan dclillendir-meden bağımsız ve onlara bağlı olmayan anlamlarına gelir. Mutlak hareket, mutlak sıcaklık gibi. Kendini dolduran nesneden ayrı olarak düşünülen, mutlak zaman gibi;

kendi kapsamı içinde olan, olaylardan ayrı bulunan, onlara bağlı olmayan, mutlak me­kan gibi. Arapçada mutlak'ın kökü olan "ıt­lak" hayvanın dizginini alıp salıvermek de­mektir. Gramerde (sarf ve nahiv) izafinin karşıtı olarak kullanılır. Bu bakımdan ba­ğımsız gibi düşünülmüş kavramları ifade eden lafızları gösterir ki, buna göre insan mutlak, baba izafidir. Belirsiz anlamında mutlak belirlinin karşılığı olur.

Bizanslı filozofların to anoluton olarak ifade ettikleri bu terimin latincesi absolu-tuınûut ve Grckçcdcn alındığı bilinmekte­dir. Kavram olarak anlamı, her türlü kayıt ve şarttan, her çeşit izafet ve ilişkiden ba­ğımsız olan şey demektir. Liltrc, a priori'nİn eşanlamı olarak kullanmıştır.

Metafizik bakımından düşüncede oldu­ğu gibi olguda da başka bir şeye tabi olma­yan, varlık nedenini bizzat kendinde taşı­yandır. Kendi kendine var olmak veya ken­di dışında bir neden (illct)in etkisiyle var ol­mayan, kendinden ve kendiliğinden varlık­tır. Bu anlamda ezeli cevherdir, evrenin ilk nedenidir. Kendisine sınır konulmaksızın mutfak olarak yalnız Tanrı vardır, öteki var­lıklar izafi, yanı görelidir. Tanrı, bu varlık­lara bağlı olmadığı halde, her şey ona izafe edilir ve nisbet olunur. Varlık terimine sıfat olur, mesela mutlak varlık gibi. Varlık ken­di varlık tavırlarına oranla mutlaktır ve ta­vırlarda ona göre izafidir. Sözgelimi cev­her ve mahiyet, kendilerini açık hale gcüren ve belirten arazlara ve keyfiyetlere oranla mutlaktır. Allah'ın mutlak olduğu gibi.

Mantık alanında mutlak kavramı, özel­likle Aristoteles mantığında düşüncenin üç kanunundan birisi olarak, değişmez olanı, objektif olarak varolanı, ya da gerçek olan türleri, sınıfları ifade etmektedir. Kant ise

bu kavramı, yargının ilkeleri ve kategorileri alanında kullanmakta ve bu ilke ve katego­rileri mutlak olarak değerlendirmektedir. Ona göre aklın ideleri, mutlak tümelliği ve mutlak birliği aramaktadır. Hegcl okulunun organik ve metafizik mantık anlayışı çerçe­vesinde ise mutlak kavramı her türlü yargı­nın nihaî ve temel dayanağı, konusu olarak görülmektedir.

Bilgi kuramı bakımından kendiliğinden şey, varlığından başkasına muhtaç olma­yan şey düşünülmek ve tasarlanmak için kendi kendine yeten varlık demektir ki, kendisi hakkında zihnin kazanabildiği her türlü düşünce ve tasavvurdan bağımsız, kendi kendine varolduğu üzere, nasıl varsa öylece var olan varlıktır.

Mutlak kavramı ilk olarak Cusa'lı Niko-las tarafından Tann'yı ifade etmek amacıy­la, ona atfedilen bir özeli ik, bir kavram ola­rak kullanılmıştır. Kavramın asıl anlamı ile felsefi terminolojiye ve literatüre girişi ise, 18. yüzyılın sonunda Schellİng ve Hcgcl ta­rafından gerçekleştirilmiştir. Mutlak kav­ramı, özellikle idealist filozoflardan Fcrri-cr, Bradlcy, Boıanquct ve Roycc tarafların­dan önemli bir terim olarak felsefî çalışma­larda yer almıştır. Mutlak felsefesinin kay­naklarından birisi, Spinoza felsefesi hak­kında yazılmış olan F. M. Jacobi'nin Ueber die Lehre des Spinoza in Bricfen an den Metin Moses Mendelssohn (1785) isimli eserdir. Bu eserde "Mutlak" kavramına rastlanmamakla birlikte, Spinoza'nın aşkın olmayan tanrı anlayışıyla ilgili bir tartışma esnasında bu kavramı çağrıştıracak fikirle­re rastlamak mümkündür.

Maddeci felsefeye göre madde mutlak kabul edilirken, Kavramalara göre değil­dir. Kant felsefesinde önemli yeri olan kategori (makule)ler mutlak olup, düşüncenin yasalarından bağımsız olarak vardırlar ve deneyin konusu olamazlar. Yine Fichte'de "mutlak ben", Hegcl'de "mutlak ruh" kav­ramları böyledir.

Kant, aklı, bağımsız, belirlenmemiş ve şarta bağlı olmayan şeyi bulma amacını ta­şıyan bir güç ve yeti olarak görmekteydi. Ayrıca onun dördüncü antinomisinde de mutlak zorunlu bir varolandan bahsedil­mektedir. Yargıgücünün Eleştirisi isimli eserinde de Kant, yüce kavramı ile ilgili tar­tışmanın olduğu bölümde daha küçük bir-şey ile karşılaştınlabilcn büyüklük (compa-ralive magnum) ile mutlak, karşılaştırıla­maz büyüklük (absolute magnum) arasında belirgin ve kesin bir ayrım yapmaktadır.

Kanl'ın Pratik Aktın Eleştirisi isimli eserinde özgürlük ile ilgili tartışmaların yer aldığı bölümlerde de mutlak kavramı ile il­gili konulara ve bilgilere rastlamak müm­kündür. Kant, bu kitabında belirlenmemiş sebep, şarta bağlı olmayan özgürlük ve öz­gür davranış, bağımsız ahlaki davranış gibi kavram denemelerine girişmektedir.

Mutlak kavramı İle ilgili bir diğer kay­nak da Fichtc'nİn Grundlage der Gesamm-ten Vfissenschafislehre (1794) isimli eseri­dir. Fichte, bu eserinde, Kant öğretisinin yukarıda anılan kavramlarını geliştirir ve insan bilgisinin belirlemelerinden uzak, de­neysel olmayan, özgür ve aktif, işlevsel bir kendi başına, kendi kendisine varolandan bahseder. Bu mutlak varolan, aynı zaman­da, tüm ferdi varolanların özü ve kaynağı­dır. Bu açıklamaları ile Fichte, Kant felsefe­sinin mantıksal ve epistemolojik bir kavra­mı olan "Aşkın Ben" terimini, "Mutlak Ben" şekline dönüştürmekledir. Fichle, bu kavram İle tüm fenomenlerin yaratıcısı ve

kaynağı olan ve aynı zamanda tüm ferdi fe­nomenleri de kapsayan bir varlığı anlamak­taydı. Daha sonraki çalışmaları ile Fichte, bu mutlak üzerine olan bu felsefesini olduk­ça genişletmekte ve hatta o, Darstellung Meines Systems der Philosophie (1801) isimli eserinde "Mutlak üzerine olan felse­feden başka hiçbir felsefe mevcut değildir" demektedir.

Schelling de, 1803'de ikinci baskısı ya­pılan Ideetı zu einer Philosophie der Natur isimli eserinde, felsefeyi, ilk ilkeler ve se­bepler ile ilgilendiği için bir "mutlak bilim" olarak değerlendirmekteydi. Bu nedenle felsefe, nesneler veya şeyler, objeler yerine bilginin işlevi ile ilgilenmeli ve mutlak ola­nı yakalamaya çalışmalıdır. Felsefe, mutla­ğın bilimidir ve mutlak da bilinenlerin ve bilginin işleyişinin aynıdır. Schelling, bu özdeşliği belirleyen felsefeye "Mullak ide­alizm" ismini vermektedir. Mutlak idea­lizm de ona göre, doğada zorunlu olarak ci-simleştirilmiş, nesnellcştirilmiş bulunan zihni araştırır. Bilen ve bilinen özdeşliğinin kavranması ancak zihinsel bir sezgi ile mümkündür.

Schelling, mutlağı bilen ile bilinen ara­sındaki özdeşliğin açığa çıkarıldığı bir zi­hinsel sezgi olarak görmekle birlikte, bilgi­yi aynca, iradenin bir yayılımı olarak da görmekteydi. Mutlak, sadece doğada değil, aynı zamanda bireysel şuura karşılık bîr ge­lişme olan insan tarihinde de açığa çıkmak­tadır. Schelling'in mutlak felsefesinin önemli bir tezi ise, mutlağın, doğada nes­nelleşmesinin şuursuz bir biçimde gerçek­leştiği, insan yaratılarında, mesela sanatta ise şuurlu bir biçimde gerçekleştiği görüşü­dür. Philosophie mdReiigion (1804) isimli

eserinde Schelling, sonlu ve sınırlı olan, fe-nomenal dünyanın mutlak ile ilişkisini gös­termeye çalışmıştır.

19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında, mutlak kavramı etrafında geliştirilen felsefi düşünceler özellikle ingiliz ve Amerikan felsefelerinde etkili olmuştur.

Coleridge üzerinde çalışmış ve Schcl-ling'in hayatını yazmış olan J. S. Ferrier, Schelling'in kendi üzerindeki etkilerini de belirttiği Institutes of Metaphysics (1854) isimli eserinde muhtemel (contigngcnt) "muüak varhklar"ın çokluğuna karşılık bir çoğulcu mutlakçılık görüşünü savunmuş­tur. Ferrier, mutlak varlıklar ile tüm nesne­lerle bir sentez oluşturan sonsuz, yüce zih­nin kendileriyle kavrandıkları zihinleri an­lamaktadır.

Mulîak idealizm konusundaki daha etki­leyici ve daha Önemli bir eser ise F. M. Bradley'in Appearance andReality (1893) adlı eseridir. Bu kitapta Bradley, saf görü­nüşlerin birbirini tutmazlığı ve kendileriyle çelişirliği üzerinde durmakla ve bu nedenle gerçekliğin veya mutlağın İse ahenkli ve uygun, birbiriyle tutarlı olması gerektiğini belirtmektedir.

Demek oluyor ki, felsefe alanında baş­langıcından beri Önemle kullanılan bu terim varlık (Etre, being) ve keyfiyeti konusunda nitelik olarak ortaya konulmuştur. Ancak hiçbir belirli keyfiyete işaret etmez. Öyle ki, keyfiyet nitelik olmak üzere bağlanıldığı zaman, felsefi bakımdan geçerli olan anla­mını yitirir. Sözgelimi "mutlak adalet", "mutlak güzellik" tamlamalarında nitelik olarak bulunan "mutlak" kelimesi izafi bir anlam taşır. Bu anlam ne kadar küllî ve ge­nel olsa veya soyut varlığa ait olsa da değişmez. Özellikle felsefede "mutlak varlık: l'etre absotu" denildiği zaman, "kendinden ve kendiliğinden" (en soî ve par soî: bizatihi ve lizatihi) var olan ve daim olan bir "varlık" kastedilir. Başka söyleyişle her türlü şekil ve suretden (form) bağımsız, her çeşit şart ve keyfiyetten uzak bir varlık anlatılır. İs­lam düşüncesinde bu "Vücudü'-l baht" şek­linde ifade olunmuştur. Aristoteles'te "to on e onta" şeklinde kullanılmıştır. Birlik ilkesi (principe du monisme) ne dayanan felsefe­lerde metafiziğin esası ve en önemli sorunu olarak "mutlak varhk"ın ne olduğunu bil­mek, onun "gerçek özü"ne nüfuz edip kav­ramak temel alınmıştır. Tasavvufla "visaTe ermede temel araç kabul edilir.

"Mutlak varlık" kavramı çeşitli tartışma­lara konu olmuştur. Çünkü bunun bir anla­mı da "tam" (accompli) ve "mükemmel" (parfail) demektir ki, Aristoteles'in tanım ve anlayışının bîr uyarlanmasıdır. Sir Wili-am Hamilton ve John Sluart Mili, kavramı geniş bir biçimde incelemiş ve lartışmıslar­dır. Hamillon, mutlak kavramını Aristote­les'in verdiği anîamı içinde kabul eder ki, böylece lam, mükemmel ve kusursuz de­mektir. Aynca ikinci olarak her türlü ilişki­lerden bağımsız varlık anlamı da sözkonu-sudur. Hamilton mutlak terimiyle "namüte­nahi" (infini) lerimi arasında Önemli farkın bulunduğunu da ileri sürüyor. Oysa Dcscar-tes ve izleyicilerinde böyle bir farkın yapıl­madığı bilinmektedir.

Bu alanda Hamillon'un görüşlerini be­nimsemiş olan Hcrbert Spencer de bir "mullak varlık" kabul ediyor ve insan bilgi­sinin izafiliği iddiasını savunmasına rağ­men, mutlak varlıkın ilk neden (illct-i ev­vel) olduğu anlayışını sergiliyor, "tik ne­den, her yönüyle kamil, külli ve tam olmalıdır ve kendi zatından bilcümle kuvvet ve kabiliyeti şamil ve mutazammın bulunma­lıdır. Bundan dolayı her türlü ilke veya ya­sanın üstünde ve ötesinde olduğuna inanıl-malıdır" şeklinde bir tanım da veriyor ki, bu açıkça "mutlak"ın tanımıdır, tslam düşün­cesinde bazı mutasavvıfların tanımı da böy­ledir. İbn Arabi'nin Füsusu'NHkem'i ve bu­nun şerhinde Abdullah Bosncvî'nin tanımı burada anılabilir: "Hak,ıtlak-ı zaliyesi ve gaybî hüviyyeti ve lataayyüni itibariyle ahadiyet-t zatiye ve vahdet-i hakikiyesinde, vasıf ve miatdan, İsim ve resim ve hüküm­den mütenezzihdir. Hiçbir vasıf ile onun üzerine hüküm olunamaz." Öte yandan mutlak, mullak varlık deyimi çerçevesinde Mutezile ile Ehl-i Sünnetin yoğun tartışma­lar ile verimli görüşler ileri sürdükleri belir­tilmelidir.

Böylece "mullak varlık" deyiminin belli başlı iki tür anlayışa yol açtığı söylenebilir. "Mullak varlık" denildiğinde başka bîr şey­le ilişkisi ve ilgisi olmayan "varlık" kasde-dilir ki, bu takdirde "mutlak varlık" ilk ne­den (illct-i cvvel:cause premicre) olamaz, olmaması da gerekir. Çünkü ilk neden, ha­liyle bir etki ister. Yani bir şeyin nedeninin olabilmesi bir başka şeye ilişkisiyle kavra­nır. Bu anlamda "mullak varlık" olarak dü­şünülen varlığın nedensellik bağı (illiyet ra­bıtası: raport de causalite) ile diğer bir şeye bağımlılığı ve nisbeti, kavramın gerçek an­lamıyla çelişir bir tasavvurdur. Dolayısıyla mullak varlık'ın ilk nedeni olmasını red edenler, sadece bu yönüyle reddederler, fa­kat varlığı değil. Onun için bu anlayışı sa­vunanlar mutlak varlık'ın her türden bağ ve izafetlerden bağımsız olmasını asıl şart sa­yarlar ve "lek varlık" görüşüne ulaşmışlar­dır. Onlara monistler de denir ki Parmeni-

des ve Spinoza en dikkat çekicileridir. Ta­savvuftaki "vahdet-i vücud"u temel alanları da bu bağlamda düşünmek gerekir. Çünkü bunlara göre de hakiki varlık, mutlak var­lıktır ve o da yegane varlıktır. Bunu "el-tev-hid, sikâtü'l-izafet" şeklinde ifade ederler.

Buna karşılık duyulur alemde (alem-i his) "tek bir varlık" tasavvurunun mümkün olmadığını, dolayısıyla mutlak varlık tasav­vurunun açık bir "batıl" olduğunu ileri sürenler ortaya çıkmıştır. Bazıları "mutlak varlık" tasavvuru kabil olmayandır, görü­şünü savunurlar ki, bunlara relaüvistler de­nilmiştir. Bazıları da mutlak varlık'ı muhal bir hayal olarak tanımlamışlar, hatta inkar edip sadece olgular ve olaylar ile yetinmiş­lerdir ki, bunlara Ğafenomenistler denil­mektedir.

Bilgi kuramı bakımından da aynı yakla-Şim sözkonusu edilmektedir. Bilgi, genel olarak bilen özneyle bilinen nesne arasında bir ilişki, bîr bağ olduğundan, mutlak varlık bilinemez (inconnaissable, layagrif)dir. Çünkü mutlak varlık ile zihin arasında bir bilgi bağı kurulmuş olsaydı, o takdirde izafi bilginin kapsamına girmesi gerekirdi ve do­layısıyla mutlak varlık olmazdı.

Böylece mutlak terimi felsefi açıdan zi­hinleri Bilinemezcilik (agnosticisme)in sı­nırına getirmektedir. Nitekim insan bilgisi­nin izafî (relativite de la connaissance hu-maine) ligini savunan felsefelerin ve filo­zofların bilgi kuramı ve metafizik alanda Bilinemezci olmaları bundandır. Çünkü bu felsefe ve filozoflar eşyanın hakikatinin, özetle mutlak varlık'ın algılanmasının mümkün olmadığı görüşünü kabul ederler. Bir anlamda İslam düşünürleri Kuran'in bazı ayetlerini temel alarak (mesela "leyse kemislihi şey: Ona (Allah'a) benzer bir şey

yoktur" ayeti gibi) Peygamberimizin "Al­lah'ın nimetlerini düşününüz, fakat zatı hakkında düşünmeyiniz" hadisi'nin uyarı­sını daima dikkate almışlardır. Öyle ki "zat-ı mutlaka", yani Allah'ın zatı üzerine akıl yürütmeyi "küstahlık", "terk-i edeb" say­mışlardır. Ne var ki felsefenin metafizik, özellikle de "varlıkbilimi" (ontoloji)nin te­mel ve en önemli konusu budur. Ancak bu alanda ileri sürülen görüşler birer varsayım olma durumundadır. Parmenides, Platon, Aristoteles, Yeni-Platoncular ve özellikle Platinos, Victor Cousin, W. Hamilton, H. Spencer, Spinoza terimi tartışan ve bu alan­da farklı felsefe görüşler ileri sürebilen dü­şünürler olarak ilk akla gelenlerdir.

Gerçekte mutlak terimi metafizik ala­nında geniş tartışmalara konu olmuştur. Ayırca bilim dallarında da mutlak veya mutlak varlık terimleri izafi veya göreli te­riminin karşıtı olarak kullanılmıştır. Ne var ki felsefedeki anlamıyla bilim dalları kap­samında kullanılması aynı mahiyette değil­dir. Sözgelimi tabiat felsefelerinde mutlak terimi ve ona bağlı keyfiyetler bir yönüyle de izafidirler. Aynı şekilde bilimlerin mut­lak deyimine verdikleri anlam nisbîdir, kı­sacası mutlak değildir. Gerçekte günümüz pozitif bilimlerinde, özellikle kuvantum fi­ziğinde, izafiyet teorisinin de etkisiyle "mutlak" anlayışı nisbinin de ötesinde rela­tivite kazanmıştır. Hcisenberg'in "belirsiz­lik ilkesi" bu bakımdan dikkat çekici bir ge­lişim olmuştur. Denebilir ki, İslam düşü­nürlerinin konuya yaklaşım tarzı ve kavra­yış özellikleri daha bir önem arzeder hale gelmiştir.

İsmail KILLIOĞLU