OLİGARŞİ

 

Oligarşi, azınlığın kötü yönetimi anla­mına gelen bir kavramdır. Yunanca, sayıca az anlamındaki oligoi ile, egemenlik anla­mındaki arche kelimelerinin birleşmesiyle oluşmuştur. Aristoteles, oligarşiyi iktidarın belli bir azınlık tarafından adaletsiz olarak kullanılması olarak görmüştür. Ona göre, oligarşi, aristokrasinin bozulmuş, soysuz-laşmış halidir. Egemenlik sınırlı bir vatan­daş grubuna verilse bile, hükümetin başın­dakiler, eğer genel yaran gözönünde tutar­larsa, yönetim şekli oligarşi değil aristokra­sidir. Oligarşi ile aristokrasi arasındaki fark, etik niteliktedir. Oligarşide adaletsiz bir zenginlik, aristokraside ise, erdem ha­kimdir.

Tarihsel süreç içerisinde oligarşi, genel­likle iki temel ortamda filizlenmiştir. Bun­lardan birincisi, kalabalık bir ülkenin veya bölgenin farklı ırktan bir grup insan tarafın­dan istila edilmesidir. Eski Yunan'ın ilk dö­nemleri, göçler zamanındaki Alman kabile­leri gibi. Oligarşinin filizlenmesine elveriş­li ikinci ortam ise, askerden ve yönetimden destek almadan gücünü devam ettireme­yen, nisbeten küçük bir grubun elinde bü­yük çapta bir servetin toplanmasıdır. Oli­garşinin plütokrasi ile birleştiği bu duruma Yunan, italyan ve Alman şehir devletlerin­den örnekler verilebilir. Bu noktada oligar­şi, toplumun genel refahı düşerken, zengin­liğin bu adaletsiz dağıtımının sürdürülebilmesi için gerekli olan yasal ve siyasal çatı olarak tanımlanabilir.

Tüm hükümet şekillerinin eninde sonun­da bir azınlık yönetimine indirgenebileceği sık sık tekrarlanan bir görüştür. Oligarşinin niceliksel, yani sayısal anlamı üzerinde du­ran bu görüşe göre, aristokrasi, azınlığın yönetiminin sadece akılcı ve ahlaksal yön­de bir meşrulaştırılması olarak görülürken, monarşinin de kendisine bağlı küçük bir idari grup olmadan işleyemeyeceği vurgu­lanmakta, demokrasinin ise, iktidarın halk­ta olduğu ilkesine dayanmasına rağmen, gerçekte, karar alıcı durumdaki sınırlı bir gruba dayandığı iddia edilmektedir. Böyle­ce, demokrasi bile, azınlığın yönettiği ve çoğunluğun yönetildiği bir "azınlık siste­mi" olarak karşımıza çıkmaktadır. Ünlü İtalyan siyaset bilimci Gaetano Mosca'nın, "her zaman etkin bir oligarşik kontrol kur­duğundan" söz ettiği, "siyasal sınıfı veya Vİlfredo Pareto'nun "elitleri" de aynı bağ­lamda ele alınabilir. Ancak, çoğunlukların perde arkasında, daima hareket eden azın­lıkların bulunduğu bir gerçekse de, yönetim biçimlerini birbirinden ayıran temel kriter, karar alıcıların sayısal olarak sınırlı bir gruptan oluşması değil, bu grubun oluştu­rulma metodu, rolü ve gücünün sınırlandırı­lıp sınırlandırıl madiği veya ne şekilde sınır­landırıldığıdır. Demokraside kimse kendi kendini seçemez, kimse kendi kendisine hükmetme iktidarı veremez ve bundan do­layı kimse kendisine şartsız ve sınırsız bir iktidar sağlayamaz. Demokrasilerde iktidar dağınık, sınırlı, kontrol altında ve sırayla kullanılır. Ayrıca, demokraside de karar al­ma bir azınlık elinde toplanmakla beraber, demokrasi, açık ve birbirleriyle yanşan azınlıkları sürekli olarak yaratan bir yöntemdir. Bu azınlıkların davranışı, seçmen­lerin gelecek seçimlerde nasıl bir tepki gös­terecekleri hakkındaki tahminler ile yön­lendirilir.

Demoraksilerin özde birer oligarşi oldu­ğu iddiası bir bakıma demokrasileri fazla­sıyla idealize eden, onlara gerçekçi bir göz­le bakmayan düşünürlerin pratikle karşılaş­tıklarında duyduklan hayal kırıklığını yan­sıtmaktadır. İdealize edilen demokrasinin gerçek hayatta bulunmayışı, onların de­mokrasinin hiç olmadığını ileri sürmelerine yol açmıştır. Yunan felsefesinden kaynak­lanan diğer saf sayısal hükümet kavram lan gibi, oligarşi de bir yönelim biçimi hakkın­da gerçekte bilmek istediklerimizi bize söy­lemekten uzak bir kavramdır.

(SBA)

• Tarihde az sayıda kişilerin iktidarı el­de tuttukları çeşitli toplumlar görülmüştür. Aristoteles oligarşiyi, kötü insanların hak­sız yönetimi anlamında kullanmıştır. Esas itibariyle aristokrasinin donatılmış bir şekli olan oligarşinin ortaya çıkışı, savaşlarda gücünü kaybeden yönetim kesimi karşısın­da, toplum yapısında ortaya çıkan varlıklı­lar sınıfının devlet yöneliminde söz ve mev­ki sahibi olmalarıyla başlamıştır. Azınlıkta olan varlıklı sınıfın etkisindeki siyasal sis­temlerde, kamuya ilişkin kararların alınma­sı ve kuralların konulması işiyle ilgilenmek için birtakım malî ve ekonomik gereklerin önşart olarak konulması iktidarla daha az kişinin İlgilenmesini sağlamış ve giderek oligarşik eğilimler göstermiştir.

Oligarşilerde iktidara egemen olan az sayıda kişilerden oluşan grup, bir aile olabi­leceği gibi, çok dar bir sınıf da olabilir.

Aslında oligarşi, insan toplumlarının ta­rihsel belli bir dönemini ifade etmemekte

ve en demokratik dönemlerde bile çeşitli Örgütferde görülebilmektedir. Ünlü İtalyan düşünürü Roberto Michels, XX. yüzyılın başlarında Avrupa'da ve özellikle de Al-manya'daki sosyalist partilerle işçi sendika­ları üzerinde yaptığı inceleme ve analizlere dayanarak en demokratik örgütlerde bile ik­tidarın kullanımı ve iktidarı elde tulan kişi­lerin genel Özelliklerinin oligarşik nitelikler taşıdığını ortaya koyarak meşhur Oligarşi­nin Tunç Kanunu (loi de la fer d'oligarchie) teorisini geliştirmiştir. Michcls'in teorisine göre, iktidar sahiplerinin atanmalarında iz­lenen yöntem ister açık ve hür seçimler, is­terse kooptasyon vb. olsun her konudaki yöneticilerin iktidarlarını sürdürme eğilimi vardır ve bu sebeple kendilerinden sonra gelecek olanları, bir çeşit kooptasyon usulü ile belirlerler; seçimler ise bu durumu onay­lamaktan başka bir anlam taşımaz. Böylece tüm örgütlerde iktidar grubunun oluşumu -demokratik olsa bile- tunçtan bir yasaya bağlı bulunmaktadır ve bir tür oligarşi de­vam etmektedir.

R. Michels'ten sonra örgüücrde iktidar grubunun oluşumu ve yapısı üzerinde yapı­lan ampirik inceleme ve araştırmalar da bu gerçeği doğrulamıştır.

Türkiye'de kamu yönetiminde klasik ba­kanlıklarda Siyasal Bilgiler Fakültesi me­zunlarının, yeni bakanlıklarda ise Orta Do­ğu Teknik Üniversitesi mezunlarının ege­men oldukları tesbit edilmiştir ki, bu durum da oligarşik eğilimleri ortaya koymaktadır. Davut DURSUN

OLUŞ

Tekevvün, sayruret, tahavvül, tekamül vb. kelimeler karşılığında kufanılan oluş

kelimesi bir durumdan öteki duruma ya da imkandan gerçekliğe geçiş, değişim süreci veya bir konunun oluşudur.

Felsefi anlamda oluş sorunu, Batı düşün­cesinin başlangıcında daha İonialı filozof­ların felsefelerinde söz konusu edilir. Açık ve bilinçli bir şekilde olmasa bile nüve ha­linde Mileüi Anaximondros'un evrenin ilk başlangıcı (arkhe) kabul ettiği "apeiron"un sahip olduğu karşıt nitelikler varlığın olu­şunun da temeli şeklinde düşünülmüş ol­malıydı. Ancak Anaximandros herhangi bir açıklayıcı düşünce ileri sürmediği için, var olanın olduğu gibi kalmasına rağmen nasıl oluyor da değişme, hareket, oluş gerçekle­şebiliyor, şeklinde bir soruyu da araştır­maktan uzak kalıyor. Bir başka söyleşiyle var olan hem var olarak kalabiliyor hem de kalamıyor? Bu oluş sorununa bağlanması gereken sorunun cevabının araştırılması ilk olarak bilinçli bir şekilde Efesli Hcrakleİtos tarafından yapılacaktır. Evrendeki tüm nes­neleri "yalnız bir aynı" ilkenin değişimleri kabul eden Hcrakleitos, bu ilkenin de bazen ateş bazen sıcak soluk olarak nitelediği bir "şey" olduğunu düşünür. Bu ilk başlangıç dünyanın sınırlarından evrenin sonuna ka­dar yayılmıştır ve var olan her şey ondan ge­lir ve tekrar ona dönmek ister. Kısacası He-rakleitos'a göre her varlık değişmiş ateş ol­duğundan, her varlığın ateş haline dönmesi söz konusudur. Hava ve su, ona göre, sön­mek ve yeniden olmak üzere olan ateştir. İş­te evren düzenli aralıklarla yanıp sönen (olan ve yok olan, kevn u fesâd) değişim ha­linde, sürekli canlı bir ateştir. Evrenin baş­langıcı ve sonu olmadığı gibi, ne bir Tanrı­nın ne de bir insanın eseri değildir. Dünya­nın ya da evrenin sonu denildiğinde, Herak-leitos, her şeyin ateşe dönüşünü anlamaktadır. Bu bir anlamda göreceli bir son buluş­tur. Çünkü evren sonsuz olarak ve durmak­sızın yeniden meydana gelmektedir. Olu­şun ve yok oluşun sonsuz olarak birbirini izlemesi "Külli hayat"tır. Her şey akmakta­dır (panta rei), bir nehre iki kez giremeyiz, hatta bir kez bile giremeyiz, çünkü içine daldığımızı sandığımız dalgalar, hemen uzaklaşmışlardır. "Oraya giriyoruz ve gir­miyoruz, oradayız ve artık orada değiliz." Bu sonsuz değişim ve oluşla, yokluk sürekli varlık olur, varlık sürekli yoklukta kaybo­lur. Böylece yokluk varlığı, varlık yokluğu doğurduğundan, varolmak ve olmamak, ol­mak ve yok olmak aynı anlama gelen algı­lardır. Öyle olmasaydı, bunlar değişerek, birbirine dönüşmezlerdi.

Ne var ki, sürekli oluş, sanıldığı gibi ko­lay ve engelsiz değildir. Tersine oluş, karşıt güçlerin ve niteliklerin bir savaşıdır. Bun­lardan biri, tıpkı bir dağın zirvesinden etek­lerine iniş gibi yukarıdan gelerek "gök ate-şi"ni katı maddeye çevirmek isterken, öte­ki, yani karşıt olanı göğe yükselerek yeryü­zü maddesini ateş haline dönüştürmek ister. Yeryüzündeki hayat bu karşıt güçlerin ça-tışmasıyla meydana gelmektedir. Savaşı herşeyin babası, kralı olarak nitelendiren Hcrakleitos, her şeyin karşıtlardan doğdu­ğunu kabui eder. Sükunetin, durmanın, du­yumlarımızın bir sanısı (duxa) olduğunu söyleyen Herakleitos, evrendeki birliğin, evrenin birliğinin karşıtların savaşmasıyla, yani sürekli oluşla açıklar. Böylece felaket, değişme ve oluş mutlaktır. Başlangıçsız ve sonsuz olan bu oluşta tek değişmeyen, sabit olan ilke, yasa, mutlak düzen Logos'tur. Böylece Hcrakleitos oluşu diyalektik bir te­mele dayandırmış oluyordu. Platon, Herak-leitos'un diyalektik ilkesini oluş düşüncesiyle bağlantılı kılacak ve idea öğretisini bu yöntemle açıklamaya çalışacaktır.

Oluş öğretisi üzerinde yeni çağda Hegel felsefesi geniş bir şekilde duracaktır. Oluş, ona göre varlığın gelişmesini, ilerlemesini, sürekli değişmesini anlatır. Varlığın karşıtı olan oluşta olduğu gibi değişme de denge­nin veya istikrarın karşıtıdır, ama yokluk (adem) var olarak düşünülemez. Çünkü her şey oluş halindedir, diyalektik bir süreç içindedir. Hegel'e göre diyalektik evrensel bir yöntemdir, yani hem düşünmenin hem de külli varlığın gelişme formudur. Düşün­me ve varlık daima karşıtların içiden geçe­rek, karşıtları uzaklaştırarak gelişir. Fakat her uzlaşmada ortadan kaldırılması gereken bir karşıtlık saklı olduğundan, diyalektik düşüncenin varlığı bir bütün olarak kavra­masına, yani varlığın bilincine erip özgür­lüğünü elde etmesine kadar sürüp gider. Bunun üç safhadan oluştuğunu belirten He­gel, varlık alanını da buna paralel üç şama­ya ayırır. Birincisine, Platon'da olduğu gibi, ideal objelerin dünyası olarak nitelendirir. İdenin ikinci safhası ya da basamağı doğa­dır ve burada tamamiyle başka bir varlık ya­pısı sözkonusudur. Doğa alanında bir şeyin varlığın başka bir şey nedeniyledir. Bu ba­kımdan doğa, ide'nin özdeşliğini yitirdiği, nesnelerin çokluğu içinde bölündüğü ve "kendisine yabancı lastiği" alandır. Onun için doğa "oluş"un dünyasıdır. Marx He-gel'in diyalektiğini tersine çevirerek oluşu da farklı bir şekilde açıklamaya çalışacak­tır.

Doğrudan Herakleitos, Hegel ve Marx felsefesiyle ilişkili olmasa da oluş sorunu XX. yüzyılda farklı bîr şekilde tartışan sez­giciliğin kurucusu Hcnri Bergson'u da an­mak gerekir. Varlık felsefesi karşısına bir

oluş felsefesi koyan Bergson'a göre her şey süre (duree)'den ibarettir. Hareket halinde olan her şey, birbirlerine etkide bulunarak nüfuz ederler. Dolayısıyla her şeyde, her an ve her yerde değişim sözkonusudur. Aslın­da varlık değişmeden ibarettir, denebilir ve değişmeyen şeyin varlığından söz edilmesi mümkün olmamalıdır. Ancak Bcrgson'un oluş kavramına verdiği anlam herhalde He­rakleitos ve Hegel felsefelerindeki anlamla aynı düzeyde ele alınmamalıdırlar.

îslam düşüncesinde vahdet-i vücut veya sudur teorileri ile oluş öğretisi arasında belli noktalarda benzerlik görülebilirse de, te­melde aynı mahiyete dayanmadıkları söy­lenmelidir. Çünkü vahdet-i vücut veya su­dur teorilerinde mutlak bir varlığın, yani Allah'ın temel alındığı ve sürekli tecelli ya da yaratışlar ile Allah'ın varlığının mullak-lığına ve kudretinin sonsuzluğuna işaret sözkonusudur.

İsmail KILLIOĞLU