ÖLÜM

 

Ölüm, hayatın karşıü olarak, hemen bü­tün din, kültür ve düşüncelerde farklı bi­çimlerde yorumlanan bir olgudur. Materya­list ve inkarcı bir kimse için Ölüm, hayatla temsil edilen düzenin, düzensizliğe dönüş­mesidir. Burada kosmos, kaosa dönüşmüş ve dolayısıyla bu tür düşüncelerde ölüm, hiçbir zaman Önüne geçilemeyen bir korku halini almıştır. İlâhî dinler, bize ölüm son­rası hakkında gerçek gaybî bilgiler vererek bu korkunun yersizliğini ortaya koyarken, çeşitli felsefeler de, insanın bütün hayatı boyunca devam eden bu korkusunu mantık ve akıl yoluyla dindirmeye çalışmışlardır.

Ölüm cezasına çarptırılan Sokrates, ken­disi hakkında ölüm cezası veren hakimle­rin, bu davranışlarıyla kötülükle bulunma­dıklarını kanıtlamaya çalışır. Ona göre ölüm, ya insanın her şeyin bilincinden yok­sun olduğu hiçliğe geçiştir; ya da ruhun bir değişimi, başka bir dünyaya göçüdür. Her iki durum da insanın ölüm korkusunun boş­luğu gösterir. Çünkü eğer ölüm bir hiçlikse, derin bir uykuya dalmak türünden bir şey­dir. Eğer o yeni bir hayata başlamaksa, o za­man yeni hayatımız bize yeni birtakım gö­revler yükleyecektir ki, bunların yerine ge­tirilmesi başlı başına bir mutluluk sayılma­lıdır. Aklımız bize bu gerçeği gösterdikten sonra, artık ölümden korkmaz ve bu duygu­yu yenmiş oluruz.

Stoalılar ölümü; bedenin ve ruhun, evre­nin beden ve ruhuna geçmesi, yani asılları­na geri dönmesi olarak kabul ediyorlar. Bu bakımdan ölüm korkulacak bir şey olamaz. Bunlara göre ölüm, her canlı için doğal bir

sondur. Öyleyse Ölüm düşüncesine alış­mak, onu hayatın normal çerçevesi içine so­kabilmeyi öğrenmek gerekir. Örneğin Epiktetos, her hareketimizde daima Ölümlü olduğumuzu unutmamamız tavsiyesinde bulunur. Çok zevk duyduğumuz bir heykel karşısında, onun günün birinde kırılıp dağı­lacağını düşünmek gerekir. Ancak böylece heykel bir gün gerçekten kırıldığında, acı duymamayı önceden temin etmiş oluruz. Yine çocuğumuzu okşarken, onun sonlu bir yaratık olduğunu hiç aklımızdan çıkarma­mamız gerekir. Eğer bunu yaparsak, bir gün Çocuğumuz öldüğünde büyük acılar içinde kıvranmayız.

Epikürcülcr, ölümü düşünmemek gerek­tiğini savunurlar. Epikür: "Varolduğumuz sürece ölüm bizden ötede, öldüğümüz za­man da biz yokuz ortada. Böyle olunca ölüm ne yaşayanı, ne de ölmüşü ilgilendi­rir" diyerek, gerçekte ölümün hiç düşünül­memesi gerektiğini kanıtlamaya çalışır.

Buna karşılık modern felsefede, Örneğin varoluşçu düşüncede ölümün anlamı büs­bütün değişmiştir. Özellikle I. ve II. Dünya savaşlarından sonra değer yargılan yıkıl­mış, manevî ve sosyal çalkantılar içinde kıvranan Avrupa ülkelerinde insanlar, sa­vaşın ölümü doğallığındanr çıkardığını, her an içine düşülecek bir hiçlik çukuruyla kar­şı karşıya getirdiğini görmüşlerdir. Artık her an gelebilir bir yokluk için, insanda, sö­küp atamayacağı bir duygu belirmiştir. Bu durumda: "İnsan her an yok olmakta oldu­ğunu düşününce bir uçurum önündeki "bu­nalma" haline girer. însan kendi varlık şuu­runu bu bunalımdan çıkarır. Gözü daima ileriye, sonlu, varlığın beklediği uçuruma Çevrilmiştir. Bunun için de insanın varolu­şu, yok olmanın bulunmasında ortaya çıkar."

İslâm dini, ölümü yeni bir hayata açılan büyük bir kapı olarak görür. Onun için ha­yat, başı ve sonu belirsiz iki nokta arasında beliren ve sonra da kaybolan bir olay değil­dir. Gerçekte hayat, sonsuzca yaşanan, da­ha doğrusu insan için kopmaz bir parça olan kesin bir gerçekliktir. Bu nedenle ölüm, bu sürekliliğe çizilmiş bir son değildir. Bunun içüin islâm dini "ba'sü ba'de'1-mevt", yani "ölümden sonra dirilme"yi imanın bir şartı olarak koymuştur. İnsanın bu dünya hayatı, ölümden sonra başlayacak olan gerçek ve sonsuz hayatın kazanılması için bir sınav­dan başka şey değildir.

Ölümden sonra yapılan birtakım tören, ya da ritüellerin kaynağı doğrudan dinin nasslan olabileceği gibi, âdet ve gelenekler de olabilir. îşte bunların en anlamlıları İslâm'da yer alır. Ölen insanın yıkanması ve temiz giysilere sarılması, kılınan bir cenaze namazından sonra defnedilmesi, ölünün ye­ni hayatına saygının ve onunla ilgili son gö­revin bir gereğidir. Doğum sırasında yapı­lan birtakım törenler veya sevince dayalı birtakım davranış biçimleri hemen bütün din ve inanışlarda bulunduğu halde, ölüm sözkonusu olduğunda, birey ruhunun kade­riyle en fazla ilâhî dinler uğraşmakladır.

Ölüm olayında, insanın kendi kendisini veya bir başkasını öldürmesi meselesi he­men hiçbir din ve düşünceode -ilkel bazı inanışlar dışında- hoş karşılanmamıştır. İslâm dini bunu en büyük suçlar arasında sayar. Ayrıca ölümün hukuki ve sosyal yönleri üzerinde çokça durulmuş, Ölen kişi­nin geride bıraktığı mal ve akrabalık ilişki­leri çok ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır.

Yüksel KANAR